Öykü

Zamir

“İskoçya’nın bir yerinde, içinden rastgele bir sayfası boş olan kitaplar satılıyor. Eğer bir okur, saat öğleden sonra üçü vurduğunda bu sayfaya gelirse, ölüyor.”

Katil Sayfa – Julio Cortázar

Bu öykü, katil sayfalara kanla yazılmıştır.

Garip hayvanlar ansiklopedisi, Bölüm 19, Sayfa 3120,

Zamirus Cicadaus: Disconnectus takımının yalnızgezer familyasından bir kara hayvanıdır.

Bilinen binlerce Zamir türü arasında en az bilgi sahibi olunanıdır çünkü hayatları boyunca yalnızca birkaç kişi ile iletişim kurarlar ve çok az kişi onları görünce tanıyabilir. Birçok yönden ağustos böceklerine benzetilirler. Ağustos böceği de 17 yıl toprağın altında nimf halinde yaşayıp yerüstüne çıkar, bir ağaç gövdesine tırmanır, pupasını kanatlı ve erginleşmiş olarak terk eder ve birkaç ay sonra yaz mevsiminin sonuna doğru çiftleştikten ( var oluş amacını gerçekleştirdikten) sonra ölür.

Bölüm Bir: krizalit / krizalit

Ramiz.1958’de doğdu. Anne plasentasından organik bağının; binlerce yıllık geçmişi olduğu bilinen,

İskender’in Mısır’ı fethiyle gelişen güzel sanatlarda üstünlük sembolü olarak kullanılmış ve 1893’de ABD’li bilim adamı Louis Austin tarafından patenti alınmış metal bir alet ile kesilmesinden on yıl sonra

İnsanlar sokaklara dökülmüştü. Yerküre tersine dönmüş, yeni umut ve hayallerle çalkalanıyordu. Tüm dünyayı etkisi altına alacak bir kuşak doğmuştu. Vietnam’da Eric Clapton yerine Jimi Hendrix dinleyen, zippolarına en anti-militarist cümleleri kazıyan Amerikan askerleri helikopterlerden hoparlörlerle köylüleri korkutmak için Wagner’in Ride of the Valkyrie’sini çaldırırken, Ho Chi Minh’in Vietkong gerillaları, uçak ve helikopterlerin motorlarını bozup düşürmek için mancınıklarla gökyüzüne tavuk fırlatıyordu. Meksika yaz olimpiyatları iki yüz metre madalya töreninde, iki zenci kara eldivenli ellerini yumruk yapıp havaya kaldırmıştı. Kendi memleketinde emperyalist filolar taşlanıyor, duvarlara en asi sloganlar yazılıyordu

O ise burada, odasında hiçbir şey görmedi. Dışarıda olup bitenden bihaberdi.

Ciğerlerinin oksijenin tesiriyle paslanmaya başlamasından yirmi yıl sonra ;

Muhammed Ali şampiyon olarak boks kariyerini bitirmiş, Kızıl Tugaylar İtalya başbakanı Aldo Moro’yu kaçırıp öldürmüştü. Memleketinde dünyanın başka hiçbir yerinde çıkmamış bir kuşak öfkeden mi yoksa düşünceden mi kaynaklandığı bilinmeyen bir isyan başlattı. Sokaklar insan cesetleriyle taştı, çatışma hiç durmadı, ,işkencehaneler kan bankasından daha fazla kan toplar oldu, şehir şebekeleri bağlandı erkeklik organlarına, binlerce yıllık gelenek sürdü, katliamlar yapıldı aynı ülkenin yurttaşlarına, sivil itaatsizlik popülerleşti, sokakta silah sesi ve sloganlar hiç susmadı, asi ruhların şarkısı sokakları çınlattı

o odasında bunların hiçbirini duymadı. Dünyadan soyutlanmıştı.

Ömrü süresince hiçbir eğitim kurumuna ayak basmamıştı. Böyle bir şey ona teklif edilmemişti, o da hiç istememişti zaten. Babası oldukça varlıklı, açık görüşlü ve özgürlüğün manasını idrak etmiş nadir insanlardandı. Hayatında yalnızca okuma-yazmayı babasından öğrenmişti, geri kalan her şeyi kendisi.

Dört yaşında denizde geçirdiği trajik bir kaza sonucu iç kulağında bir hasar oluşması hasebiyle denge kabiliyetinde büyük kayıplara uğramıştı, bu yüzden bisiklet ya da motosiklet süremez, koşamaz, çeviklik gerektiren sporları yapamazdı; o travmanın bir hatırası olan hidrofobi yüzünden de bir daha denize girememiş birkaç ay su bile içememişti. Avusturya doğumlu Fransız terzi Franz Reichelt‘ın 1912’de kendi tasarladığı paraşüt açılmadığı için Eiffel kulesinden yere çakılmasını projeksiyonun duvara (vücuduma) yansıttığı görüntüden izlemiş ve hiçbir vakit yüksek binalara adım atmamaya yemin etmişti. Bu onun gördüğü ilk ve son ölümdü. Karakterindeki münzevilik ve bedenindeki hareket kayıpları onu eve hapsetmişti. Odasını bir manastır gibi görürdü kendini de keşiş. Sinema müzik resim edebiyat tarih din ve felsefeyi, kendi kendine, odasından, keşfetmişti. Keşiflemelerinin bir kalıntısı da koleksiyonculuktu. Antika nesnelere bir zaafı vardı. İlk basım ve elyazması kitaplara, taş plaklara, pullara, kâğıt paralara, rozet ve madalyalara, savaş miğferlerine zırhlara kılıçlara, kâşiflerin pusula usturlap ve haritalarına… Eski dönemleri yaşayamamanın bitmeyecek özlem ve ızdırabını bu ölümsüz yadigârları toplayarak gidermeye çalışırdı.

Benim, (iç tarafı) batıya bakan duvarımda iki kapı vardır.(içe göre) Sağdaki kapı, onun kişisel tuvalet ve banyosuna; soldaki, dışarıya, evin diğer bölümlerine açılır. Bir duvarıma boydan boya kitaplık ve karşısındaki duvarıma da koleksiyonlarını koyduğu bir dolap yaptırttı. Arzın merkezine bakan duvarımda fosforlu yıldızlar ve bir avize konuşlandırılmıştı, yüzü göğe bakana ise, on dördüncü yüz yıldan kalma bir İsfahan halısı seriliydi. Doğuya bakan duvarımda bir pencere vardır, pencerenin önünde çalışma masasında otururken, bazen D vitamini ve hava alabilmek için perdeleri aralar ve dışarı bakardı Ramiz. Pencereden gördüğü manzara; eflatuni gök altında geniş bir düzlük, ötelerde silüet şeklinde görülen selvi koruları ve ufka kadar uzanan düz asfalt yoldu. Bunlar, dışarısı, ona hiçbir şey ifade etmiyordu, henüz, o burada benimle mutluydu, hala.

Yıllar sonra can sıkıntısı başladı. Tek oyuncağı gameboyda, Sovyet estetiğinin şaheseri, demir perdenin doğusunun en meşhur ve zararsız oyunu tetriste uzman olup bıktıktan sonra altı duvarım arasında oyunlar yaratmaya başladı. Örneğin bir başına saklambaç oynamak; tüm dünya bir olup onu arasa yine bulamazlardı; babası ve evdeki tüm işleri yapan, dış dünya ile tek bağlantısı uşak hariç. Tüm dünyadan saklanıp sanata, hayallere ve kendine kaçar sığınırdı. Sandığında kimsenin bilmediği şeylerden biriktirirdi. Rüzgâr derdi, fırtınaya dönüşecek rüzgârlar biriktiriyorum ve bir yılan besliyorum.

Hayatın neden ve sonuçlardan ibaret olduğunu anladıktan sonra neden-sonuç tahminleri oyununu buldu. (kelebek /domino/çığ etkisi, Kaos teorisi, kaderin hassas ve tesadüfi devinimi …)

Bir kelebeğin kanat çırpışı kilometrelerce ötede fırtınaya yol açabilir ;

Küçük bir domino taşını milimetrik oranlarda büyülterek, Eiffel kulesinin boyuna ulaşacak kadar dizip onun yanına koyarsanız, en küçük domino taşını devirdiğinizde birbirine domino etkisi yapan bu taşlar Eiffel Kulesini yıkacaktır.”

Bunları biliyoruz peki ama;

‘bir şairin ölümü nelere sebebiyet verir? Daha çok şairin ölümüne: daha da çok şairin ölümüne…

Tüm dünya siyaha boyanırsa ne olur? Havaya uçar: sonsuzluk ve hiçlik: dünya: tüm dünya siyaha…

Bir dikiş iğnesi dünya tarihinin değişmesine sebebiyet verir mi? Bir çivinin kırılmasıyla bir savaş kaybedilebilir mi? Belki çoktan olmuştur bunlar.

O kazayı geçirmeseydim şu an bu oyununu oynamak yerine ne yapıyor olurdum : ?(ne olursa olsun) Ne yaparsam yapayım buna benzer bir soru soruyor olurdum

Benim öykümü kim yazıyor? Yazar: yazarın öyküsünü kim? Yazar …’

Bidüziye soru sordu, çoğu yanıtsızdı

“yalnızlık kaç kilo çeker? Maveraünnehir nereye dökülür? Tüm dünyayı gelincik tarlasına nasıl dönüştürebilirsin? Ay dünyaya yüzünü hiç dönmeyecek eski bir sevgili midir? Pyromanyak bir mazoşist için cehennem bir cennet midir? 37 gün kaç gündür? Yeryüzünde nasıl dağılmıştır, tarihi düzünden okumaya ayaklanan çocuklar? Daha yavuz bir belge var mıdır ha gerçeği ararken parçalanmayı göze almış yüzlerden?”

Benimle konuşurdu mütemadiyen. Sohbet etmek istiyordu, onun sorularını duyuyordum, yakarışlarını da ama neden bilmem yanıt vermedim hiçbir vakit, her zaman dinlemeyi sevmişimdir. Ben, altı duvar çok iyi dinleyiciyimdir altı, dev kulağımla. Ketumum, çok iyi sır saklarım dilsizler gibi. Beni keşfeden sonsuz serüvenler yaşar içimde, bitimsizimdir kendi kuyruğunu yiyen yılan, çözümsüz bir rubik küpü kadar. Konuşacak kimsesi olmayanların en iyi arkadaşlarındanımdır, sadığımdır ama Ramiz biraz değişik bir çocuktu ve vefasızdı. Önce sandıktan bir hayalet çıktı, bir kaç yüzyıl sonra, günlük tutmaya başladığı günlerde de panter çıkageldi bir mektup zarfının içinde. Beni unuttu, bir daha da benimle konuşmadı. Bana yüz çevirip içine döndü. Daha ne kadar yalnız olabilirdi ki? Buna mukabil ben de ona küstüm ve devasa kulaklarımla gözlerimi kapadım. Betondan belleğimde onun hakkında hatırlayabildiğim son bir şey vardı, zamanın dişlerini hançeriyle bilediği ama Ramiz’in bunları umursamadığı günlerde, tüm yapay avuntularına rağmen, bir eksiklik hissediyordu. İçinde bir boşluk giderek büyüyor Ramiz’i ele geçiriyordu. (Onunda içinde bir oda vardı ve çok ıssızdı).Bu boşluğu da sahte düşlerle doldurdu; hayal kahramanlarıyla aşk yaşadı. Odasında, gözlerden uzakta duygulanmaya çabalardı, hiç tanımadığı kadınlar için. Sırf her hissi tatmak adına, kıskandı, tutkuyla bağlandı, ihtiras ve şehvet duydu, nefret etti, aşık oldu, sevdalandı, utandı, güldü, kahkaha attı, sarhoş oldu, kederlendi, depresyona girdi, coşkuyla dans etti, hayalet ile dertleşti, hüngür hüngür ağladı, incindi, ihanet etti, aldattı, yalan söyledi, mutlu oldu, keyiflendi, şiir nazmetti, mektup yazdı…

Bölüm İki: çölde bulunmuş bir günce / panter

Bu sabah kapının altından atılmış bir mektup buldum. Babamın vasiyeti. Altı kelime ,”Tüm mal varlığımı oğlum Ramiz’e bırakıyorum.” ve aynı el yazısıyla küçücük bir not ,”sen evlatlıksın”. Üvey babamın öldüğünü öğrendiğim gün, üvey evlat olduğumu öğrendiğim gündü. Onun tek varisiydim, bana bıraktığı miras ise, şayet bir soyum olursa, onların yedi nesil boyunca hiç çalışmadan lüks içinde yaşamalarına yetecek kadardı. Bunlar önemsiz detaylar. O güne dek sormayı akıl edemediğim şeyleri düşündüm, benim annem neden yoktu, üvey de olsa? Ya da herhangi bir akrabam var mıydı? Gerçek anne babam? Onların kim olduklarını öğrenmemin imkânı yok, tek yakınım, bunu bilen tek kişi, üvey babam, ölü artık. Omurgamın kırılmasına benzer bir acıyla hayatımın direksiyonunu savurdum, tam tersi bir yola. Ama trafik lambalarına ya da diğer araçlara çarpmamak veya yoldan çıkmamak için durmalıyım, yeşili beklemeliyim. Kendimi aniden yola atamam, bir ustamın sözü geldi aklıma;

“Toplumla hazırlıksız temas kurulması ölümcül sonuçlar doğurur.”, ya da buna benzer bir şeylerdi, ama durup düşünmem için yetti.

İlk önce yeni bir ad koymak istedim kendime. Yapamadım. Bulamadım ve ismimi parçalayıp tekrar birleştirdim, yeniden var ettim. Zamir. Milyonlarca zamirden herhangi birisiydim ve hep Zamir olarak kalacaktım, bunun dönüşü yoktu. Hiç kimseysem, eski benin ne önemi var, artık umurumda değil. Hiç kimseyseniz ve kimsesizseniz ve kaybedecek hiçbir şeyiniz yoksa, kazanacağınız her şeyiniz var demektir. Bu mottoyu zihnime kazıdım. Soyadım yoktu. Soyum yoktu. Bir vakit kendimi yıldızlardan gelmiş gibi düşündüm. Hatta o çok sevdiğim hikâyeden küçük prensin gezegeni b-612’yi anayurdum belledim ta ki yaşıtlarımın da aynı sözleri kendileri için de söylediklerini fark edip bundan soğuyana dek.

Üvey evlat olduğumu öğrendikten sonra, odamdan çıkıp geri dönmeme fikrini ilk defa beynimin nöron hücrelerinden bir elektrik akımı olarak geçirttim. Odanın bana kabir olacağını, keşiş gibi burada son nefesimi vereceğimi düşünmüştüm hep ama sessiz çığlıklarımın gerilimi, şakaklarıma yaptığı baskı, evcilliğimi tek darbede yere sermişti. Yerden ise vahşi çığlıklar atan bir panter, bir yabani, ,kendini bulmaya adayan, bulamaz ise yaratacak varlıksız bir heyula yükseldi. Yıllardır bu odadan çıkmamıştım, çıkmak istememiştim. Şimdi ise kendimi tutuyorum, yayı geriyorum, yolu içimde biriktirip, tümünü bir anda hür kılacağım, hayatımın geri kalanını yolculuğa harcayacağım.

O güne değin okumayı hiç gerekli görmediğim ‘Hayat Ansiklopedisi’nin yazarıydı şu toplumla ilintili nasihati veren adam. Bu kitapta, sokağa ilk adımın nasıl atılacağı, bakkaldan ekmek alma metot ve yöntemleri, şoföre minibüste nasıl müsait bir yerde diye seslenileceği, kısacası her detay her ayrıntı tek tek vardı. Kitabı ezberleyecek kadar çok okudum. Ve tabi ki aynı yazarın kalemine ait Muharebenin El Kitabı’nı yanı başımdan eksik etmiyorum. Hazırlıyorum kendimi her şeye. Tüm olasılıkları hesaplamalıyım. Tek bir hata, savunma hatlarında bırakacağım tek bir boşluk beni mahveder. Her şey gibi silah ve araba kullanmayı da odamda öğrendim simülatör vasıtasıyla, teknolojinin bu kadar hızlı ilerleyebileceği kimin aklına gelirdi ve sahtekarlığın? Parayla sahte bir ehliyet bile yaptırttım. Biraz daha ileriye gidip, hep istediğim 1865 yapımı hala işleyen gümüş kakmalı .45 kalibre coltu müzeden çaldırttım. Atlasları okudum, kara yolu haritalarını, kentleri, şehir planlarını, meşhur binaları, mimariyi, sokakları, gazeteleri, sosyoloji kitaplarını hatmettim; bilim ve teknoloji kitaplarını, dergilerini, belgesellerini, kıraat ettim, hezârfen oldum, ilgilenmediğim yakın tarihi, siyaseti ve interneti keşfettim. Sibernetin lağımları, sümsük hayatın özünün cesur yansımasıydı, en çok da ondan öğrendim, odamda kaçırdığım ne varsa hepsini sindirdim özümsedim benliğimde. Odamda kaç bin yıl yaşamıştım acaba ya da bu yaşıma kadar nefes alıp veriyordum ama yaşıyor muydum?

Boşluk dolmuş şimdi taşıyor. Suçu üstlenemiyorum, kinimi biliyorum bıçak gibi, birileri bundan sorumlu olmalı, ondan intikam almalıyım, nefretimi birilerine kusmalıyım; düşmanımı, dostumu, o kadını; “hani benim senin, Ömer Haybo’nun ve her erkeğin, doğumundan ölümüne bir deprem önseziyle beklediği” , henüz vakit varken Trablus, Şam ve ” Paris yanıp yıkılmadan”, Notre Dame’ın duvarına dayayıp öpeceğim, yalnız bırakılmış kadını, ve kendimi bulacağım bir yolculuğa çıkacağım

Hazırım. Gönüllü olarak yaşadığım manastır hapishaneye dönüştü, bulantı ve bunalımla boğuşuyorum mamafih doğum sancıları başladı, kürek kemiklerimde kaşıntılar var, artık tek ihtiyacım bir bahane kani olmama yetecek, kedimi dışarı atabilmeme yardım edecek ya da yola çıkmama inandıracak ve yolu karanlıktan arındırıp aydınlatacak bir ışık, belki de üçüncü bir kanat.

Tetiğin çekilmesini bekleyen colt mermisiyim. Menzilimin sınırı yok. Sabbah’ın emrini bekleyen haşhaşi fedaisiyim. Zamanım kalmamış gibi hissediyorum, şimdi de bu dert var başımda, acele etmeliyim. Nerede kaldı bu işaret bu alamet? Her gece aynı kâbusu görüyorum: güneş tutulmasının olduğu bir vakitte, mezarlıkta, uzakta bir ağaçta bir ip asılı, kum saatleriyle çevrili bir çemberde kara köpekler ölümüne koşturuyor kara bir panteri. Her şeyi panterin gözlerinden izliyorum, son kum tanesi düşmeden uyanıyorum, sanırım bu son kum tanesi benim yaşamak için son şansım.

Sibernetin kanalizasyon borularında Aramice bir ilan ile karşılaştım. Bartolomeo Dias’ın pusulası müzeden çalınmış ve Casablanca’da bir antika dükkânında gizlenmiş yeni sahibini bekliyormuş. İşaret bu olmalı, yolu bulmak için pusulaya ihtiyacım vardı ve çölü geçmem gerekecekti. Çölün mahiyetini ustalarımdan öğrenmiştim. Bir ustam şöyle demişti ”çok yerler gördüm. Dağlar, ovalar, yaylalar, denizler, kentler, başkentler… Ama bugüne değin çölü görmüş değilim. Çölü görmediğim halde, biliyorum ki, çölü görmeyen hiçbir şeyi görmüş sayılmaz” .Muhteşem bir ilk görev. Tetiği çektim. çoktan hazır eşyalarımı yanıma aldım. Bu günü bekliyordum, oturup yol planı yapmamın lüzumu yoktu, çünkü her ihtimali değerlendirmiş ve binlerce planı kafamda hazırlamıştım, orta doğu ve kuzey Afrika’yı hiç görmemiş olmama rağmen avcumun içi gibi biliyordum.

Gözkapaklarımı yakan kirli ağustos günü, son bir kahve daha içip, evin dışarıya açılan kapısının önüne geldim ve durdum. Odamda zamandan ve mekandan soyutlanmıştım. Daha önceki hayatım bana ait değildi sanki, hatta yemin ederim ben yapmadım onları, bunca yıldır odasında, o altı duvar arasındaki hayatı yaşayan ben miydim? Belleğimi kurcalamışlar ve bana farklı bir geçmiş vermişler gibi hissediyordum. Hayatım çok eskiden okuduğum bir öykünün silik ve bulanık anıları gibi, sanırım gerçeklik duygumu kaybediyorum, belki de gerçeklik duygum hiç olmamıştı, şimdi ilk defa gerçekle yüz yüzeyim. Kapının önündeki düşüncelerime biri daha bulaştı, hayalet konuştu ‘gidiyorsun, kabuğunu, kozanı, burada bırakıyorsun, burası sıcak ve güvenli, gitme, gidersen beni kaybedersin, seninle gelmeyeceğim’ o konuşmaya devam ederken kapıyı açtım, bahçede zincirli Tyson ve Frazer isimli iki pitbull ilk defa gördükleri adama, bana, salyalarını saçarak havlamaya başladılar. Duymazlıktan geldim hepsini. Siktiri çekip bir dal murattiyi dudaklarıma götürdüm. İlk küfrümü edip ilk sigaramı yaktım ve ufka doğru ilk adımımı attım panter edasıyla. Rüyadaki panter bendim ve şimdi kafesimden kaçmış hayvanat bahçesine dehşet saçacaktım.

Gideceğim coğrafyaya hakim lisan Arapça, zır ateist geçmişinin bir armağanıydı. Lisan konusunda sıkıntı çekmeyeceğimi biliyorum. Altı yaşından beri tanrısızdım ve teist yazarlarla girdiğim her farazi tartışmada biraz daha hırsla derinleştirmiştim bilgilerimi. Sümerce, Akatça, Süryanice, Aramice İbranice, Arapça, Yunanca, Latince, Osmanlıca; kadim lisanları öğrenip, elime geçen ne kadar kutsal kitap, eski efsane söylence varsa okumuştum. Tanrı kavramını çoktan aşmıştım, şimdi dost gibiyiz, hayali arkadaşım gibi biraz hatta, ama bu başka bir hikâye…

Constantinapolden Orient ekspressin hayalet kalıntısına binip Jerusalem’e geldim. Bir karavan satın alıp tüm Kuzey Afrika’yı kat ettim. Casablanka’dayım. Boktan, bitli pireli otellerin birinde kalıyorum, yarın dükkânın yerini arayacağım. Durup etrafıma bakmaya bile zamanım olmadı yolda, oysa arayacağım; ölümsüzler kenti, Ziusudra’nın adası Tilmun’a gidecek yolun haritası, kör kâhin, büyük kütüphane yangınından arta kalan son kitap, hepsi, bu önünden geçip gittiğim çöle gömülü ama yerlerini pusuladan başka bilen yok, bunun için ve her şey için ona muhtacım, kadim kitapların birinde okumuştum; Davy Jones, gemisi Uçan Hollandalı Ümit Burnu’nda battıktan sonra, ne pahasına olursa olsun ümit burnu geçeceğine ant içer, bunu herkes bilir, zaman ile unutulan ise, yeminin devamı, bir lanetlemedir, kendi ölümünün ve bundan sonra bu denizlerde ölecek bütün gemicilerin ve korsanların kayıp ruhlarının ağulu lanetinin burayı keşfedenin başına gelmesini ister. Bartolomeo Dias öleli ise çok olmuştur ve tüm lanet, en kişisel eşyası ve keşiflerinin yardımcısı yoldaşı, pusulasına sirayet etmiştir. Bartolomeo’nun pusulası, kâinatın en lanetli nesnesidir ve katlanarak artmaktadır ilenci. Ve efsaneye göre, pusula ne arzularsan, nereye gitmek istersen orayı gösterir, bunun bedelini ise kimse bilmez. Ben ise korkmuyorum çünkü ödeyeceğim bir bedel, satacak bir ruh ya da kaybedeceğim herhangi bir şeyim yok.

Dükkânı buldum, şehrin kuytusunda, varoş mahallelerinin birinde konuşlanmıştı. İsmi ‘KYBELE Antique’. Nasıl bir tesadüftür ki binlerce kilometre uzaktaki bu diyarda kendi doğduğum toprakların kültürüne ait bir mit bir dükkân tabelasında burada hala yaşıyordu. Dükkânda kimse yoktu, seslenmeme rağmen kimse yanıt vermedi. Arka bölümü kapatan perdelerin arkasından heybetli bıyığı ve fellah giysileri içinde yaşlı bir adam çıkageldi, önümde durdu. Konuşmayı ben başlattım

-Es-selamu aleyküm.

-Ve aleykümü’s-selam ve rahmetullah.

-Uzatmayayım, pusulayı almaya geldim.

-Bir çok pusula var hangisi?

-Bartolomeo Dias’ın pusulası.

-Üç çeyrek asır boyunca hep bu dükkânda durdum ama hiç öyle bir şey duymadım.

Pusuladan kimsenin haberi yoktur, müzeden bile çalınmamıştır, hatta hiçbir zaman ortaya çıkmamıştır. Bunu bildiğimi hatırladım. Kendimi bahaneye o kadar inandırmıştım ki ilk tepkime ben bile inanamadım. İntikam yemini edip hasmını öldürmeye kilitlemiş bir katil gibi beynimi bulandırmıştım. Asılı kalan boşlukta ne diyeceğimi bilemedim, o anda dükkânın arkasında bir eşya gözüme çarptı. Büyülendim. Daha önce böyle bir şey görmemiştim. Bir halı. Desenleri, motifleri eşsiz ve benzersizdi. Renklerinin canlılığı karşısında nutkum tutulmuştu. Yepyeni ve epeskiydi. Sanki daha ilk iplik yapılmadan önce vardı, her şeyden eskiydi, insanoğlundan bile. İlk simyacıların yaptığı yeryüzündeki en eski cisim, geçmiş dünyaların yadigârı… Şaşkınlığımı üstümden atıp silkindim. Çölde çay içmeye gelmedim, diye mırıldandım. Halı dedim, ne kadar? Arkasına dönüp baktı ve ‘satılık değil’ dedi. Ona koleksiyonculuğun ilk kuralını hatırlattım. “Elindeki bir malı uzun süre tutamazsın, her zaman isteyene satmak zorundasın”. Ne kadar? , deyip sorumu yineledim.

“Fiyatı olan şeyin değeri yoktur” diye mukabele etti bıyığının altından sırıtarak. Satıcının Nietzsche okumuş olmasına ihtimal vermedim ama bu söz çok sıkı bir pazarlığın habercisiydi.

Bölüm Üç: finish it / hayalet

Saatler süren pazarlığın sonunda üvey babanın sana bıraktığı tüm miras, (şeytanın ruhunu satın alacak miktarda para), karşılığında, halıyı sırtına vurarak kendini sokaklara attın. Şimdi zihnin bomboş, pusula olmadan nereye gideceğini bilmiyorsun, kim olduğunu bilmiyorsun, bildiğin her şeye küfrettin sadece yoldasın, rotan yok, halıyı saatlerce inceledin, saatlerce hipnoz olmuş gibi baktın ve halıya nakşedilmiş Akadça bilmeceyi okudun defalarca, sebepsiz yere ben aklına geldim, beni terk ettiğini sanıyordun, bir hayalet gibi peşine takıldım, hala yırtık ve hasarlı belleğinin derinlerinde yaşamaya devam ediyorum. Yapay belleğinden anılar hücum etti zihnine, gülümseyerek düşündün bunları, bana anlattığın şu saçma öyküyü anımsadın

“ Tanrı günlük işlerden bunaldı, insanlarla uğraşmaktan keyif almaz oldu. Bir gün tam sıkıntıdan ölecekken, aklına ilginç bir fikir geldi; delilleri ve olay mahallini özenle hazırladı, Nietzsche’yi yeryüzüne gönderdi, tanrının öldüğünü söyleterek herkese bunu inandırdı, en büyük katiline Nietzsche ve onun fikirlerine devretti tüm müesseseyi. Tanrı, şu an Tilmun adasında ayaklarını deniz suyuna sokup nargilesinden fırt çekerken emekliliğin keyfini çıkartıyor. Hiçbir vakit kıyamet kopmayacak, cennet ya da cehennem sözleşmesi feshedildi, insanlar bu hapishanede tutsak kaldı, tanrı insanları yalnız bıraktı ebediyen, dünyanın şu anki boktan durumunun sebebi bu”. Deyip” Nietzsche’nin migren sancıları da ilahi veri nakli ile ilintili “diye de eklemiştin. Nietzsche’yi çok severdin hatta tapardın. Kadere inanmazdın, mutlak özgürlüğe de, herkes kendi yazdığı öykünün tutsağıdır, derdin. Senden başka hiçbir şey seni ilgilendirmiyor, kudret istencinin köpeği oldun. Bunları paranteze alıp bir kenara bıraktın ve bilmeceye yoğunlaştın tekrar, bilmeceyi zihninde sayısız kez tekrarladın;

‘yeryuvarın, arkasında ve önünde, ötesinde ve berisindedir, körler geceleri bile göremez onu, aptallar ise ışıkta yok olmuş sanır. Binlerce atın gidebileceğinden daha uzaktadır, kor alevlerden daha sıcak, binlerce mumdan daha aydınlık, hâlbuki ölüler ve ölümsüzler hep oradadır.’

Şüphelisin, Gilgameş destanını okuyalı yıllar oldu ve Akatçan ne kadar iyi, bilmeceyi ne kadar doğru tercüme ettin, bunları düşünüyorsun. Bilmiyorsun cevabı. Prens Arvânthéme, biliyor olmalıydı çünkü bir zamanlar o halının sahibiydi. İyice yazıklandın. Senin yanıt verecek bir cinin yok. Yalnızsın. Ben de yardım etmeyeceğim sana. Hiç bir vakit ustan olmadı, kendini kandırdın. Hep bir başınaydın şimdi de öylesin. Karavanının gaz pedalına basıp kendini yolun insafına bıraktın, planları boş verdin, düşünmeden hareket etmek hoşuna gitmişti, Fas-Cezayir sınırına yakınsın, günbatımında, yolda Tuaregler, Atlantis uygarlığının çapulcu kalıntısı topluluk, önünü kesti. Kırk bir kişilik acımasız uğrulardan oluşan bir çete tarafından kaçırıldın. Burnuna kadar boka battın ve bu boktan nasıl kurtulacağını düşünüyorsun harıl harıl. Gece, elin kolun bağlı, devenin sırtında ilerliyorsun, nereye götürüldüğünü ve sana ne olacağını bilmiyorsun, göğe baktın, mavi kadifeye ve birden ağzından kelimeler döküldü, “yıldızlar” dedin. Evet, yıldız. Bilmecenin yanıtı yıldız olmalıydı. Ama neden hiçbir şey olmadı? Tabi ki anadilinde değil bilmecenin dilinde, Akatça olmalıydı yanıtın. Cevabını bilmediğin tüm soruları çözmüş gibi, tekmil soruların yanıtını verir gibi haykırdın, aradığın hep aradığın kadının adını; İştar ! İştar ! İştar!

Halının tılsımı yeni efendisinin sözlerini duyar duymaz geceyi altuni sarı ışıkla bir anlık aydınlattı ve kendini halının üstünde yıldızlara uçarken buldun.

Bölüm Dört: Geleceğe,2047 yılına, dönen trende yaşayan kör kâhinin notlarından / kâhin

Bu bölüm zamirin sandığında mahfuzdur. Sandığın nerede olduğu bilinmemektedir.

Zamir” için 1 Yorum Var

  1. büyülendim! şiir gibi. hatta öyle ki bir “çağrılmayan yakup”luk sezdim. diğer yandan oğuz atay’ın selim’i. çok beğendim. keşke sandık bir antikacının eline düşse ve süryanice bir kitap karşılığında kahin’in trenine ulaşılsa. at sırtında ya da roket. her halükarda neden bir dördüncü bölüm olmasın. ölü doğan bir bölüm de bölümdür ama y7ine de diğerine yeğ midir ki?! tebrik ederim. gerçekten çok güzeldi.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *