Üç gün olmuştu zindana düşeli. Zamanın geçmek bilmemesinden başka bir sıkıntısı yoktu şimdiyece. Günde bir öğün verilen bir somun kuru ekmek ve bir maşrapa sudan, üstüne samanların atıldığı tahta döşekten hoşnut değildi ama bey konağı da değildi elbet burası.
Pek de beklediği gibi değildi olan biten. Sabahları ekmeğiyle suyunu getirip hacet giderdiği kovayı değiştiren nöbetçi dışında ne bir gelen ne bir uğrayan olmuştu yanına. O ise çoktan işkenceye alınıp sorgulanması gerektiğini düşünüyor, olmamasına bir anlam veremiyordu.
Maşrapadaki küf kokan sudan bir yudum içtikten sonra yarısını yediği somunun kalan yarısını maşrapanın üstüne bırakıp ayağa kalktı. Hücresinde bir iki tur döndü. Birazdan duvarın tavanla birleştiği yerdeki ufacık pencereden içeri az da olsa güneş vuracaktı. Hücrenin ortasına yakın, ışığın vuracağı yerde durdu. Az sonra güneşin o huzur verici dokunuşunu hissetti suratında. Kapadı gözlerini, çayırlarda düşledi kendini. Güneşin hareket etmesiyle birlikte o da hareket etti, ta ki hücreyi terk edene dek.
Gitti oturdu kuru samanların çarşaf misali serildiği döşeğe. Güneşin canlandırdığı hayaller gönlünü bulandırmıştı. Bir daha çayırlarda dolanıp dolanamayacağını düşündü. Suratında güneşin sıcaklığını hissettiği gibi rüzgârın serinliğini de bir daha hissedip hissedemeyeceğini… Şöyle dörtnala koşan bir küheylanın sırtında yüzüne yüzüne vuran yele karşı gitmeyi nasıl da istedi canı bir anda. Atın böğrünü öyle bir topuklama ki uçururcasına. Hayvanın boynu ter içinde köpük köpük, yeleleri dalgalanmakta.
Açtı gözlerini, daldığı hayallerden döndü hücrenin dört duvar kuşatmasına. İçinin darlandığını, yüreğinin sıkıştığını hissetti. Nasıl olmuş da yakalatmıştı kendini? Bunca yılın adamı uykuda yakalanmıştı hemi de. Gaflet uykusu derler, bu olsa gerekti. Kaldığı han odasının kapısını iki iri yarı erin omuzlamayla kırmasına fırlayıp yerinden uyanmıştı. Hançerine uzanana değin erler yanına varmış, tepesinde dikilmişlerdi heyula misali. Kapıda eli belindeki kılıcın sapında iki kolcu daha görünce vazgeçmişti vuruşmaktan. İkisi girmiş koluna, kâh yürüte kâh sürükleye getirip atmışlardı buraya. Diğer iki erden bir tanesinin bohçasıyla ortalıktaki diğer eşyalarını aldığını görmüştü kapıdan çıkarken göz ucuyla. Sonrası üç günlük bekleyiş.
Bir yerden bir haber, bir emir bekliyor olabileceklerini düşündü. Belki kendisine sorulacak hiçbir sualleri yoktu da burada terk etmişlerdi çürümeye. O zaman niye beslesinlerdi kendisini? Gerçi verdikleri bey sofrası aşları değildi ama cellâdın palası daha kolay olmaz mıydı?
Abdest alamadığı için üç gündür namazını kılamıyor, en çok da ona üzülüyordu. İlk sabah kendisine ekmekle su getiren nöbetçiye abdest için de su istediğini söylemeye çalışmış ama karanlık bakışlı adam el kol hareketleriyle duyup konuşamadığını anlatmıştı. Artık doğru mu söyler yalan mı, günahı boynuna.
Bulunduğu zindanda başka hücreler de vardı, gelirken görmüştü. Ama hepsi de boş olsa gerek hiçbirinden çıt çıkmıyordu. Ekmekle su dağıtan nöbetçi, duyabildiği kadarıyla kendininkinden başka bir hücreye de uğramıyordu.
Tam bunları kafasında evirip çevirip bir mânâ bulmaya çalışırken koridorun taş tabanından yükselip duvarlarda yankılanan ayak sesleri duydu. Yemek verme vakti değildi, sabah gelirdi onun için nöbetçi. Bu sabah da gelip vermiş gitmişti. Üstünden çok vakit de geçmemişti. Ayağa kalkıp hücrenin parmaklıklı kapısına yöneldi. Kapının önüne her zamanki, karanlık bakışlı, bet suratlı nöbetçi geldi. Kemerindeki askıdan çıkarttığı halkaya takılı anahtarlardan birini kilide takıp kapıyı açtı ardınaca. Eliyle dışarı gelmesini işmar etti. Soru sormanın bir fayda getirmeyeceğini bildiğinden istenene uydu ve koridora çıktı. Kaçabileceği bir yer varmış gibi nöbetçinin koluna girmesinden sonra, kâh meşalelerle kâh kandillerle aydınlatılmış koridorlardan geçip merdivenden çıktılar. Genişçe ve koridorlardan daha aydınlıkça bir yere girdiler.
Salona benzer bu yerin ortasında tahtadan bir masa, masanın biri o yanında biri bu yanında iki de sandalye vardı. Karşıdaki sandalyede kalıplıca bir adam oturmaktaydı. Yüz hatlarından Moğol veya Tatar soyundan olduğu anlaşılıyordu. Arkasına iki nöbetçi dikilmekteydi. Masaya yaklaşmasıyla birlikte oturan adam ayağa kalkıp eliyle boş sandalyeyi gösterdi. “Gel bakalım, kardaş. Geç otur hele şöyle.”
Şaşırsa da ses etmedi, denileni yapıp oturdu. “Üç gündür zindandasın. Düşünecek bol vaktin olmuştur.”
Sesini çıkarmadı yine. Bakışlarını yere çevirdi. “Şimdi anlat bakalım hele,” dedi zindan çavuşu. “Kimsin, necisin, Semerkant’ta ne ararsın?”
Bakışlarını yerden kaldırdı, zindan çavuşunun gözlerinin içine içine baktı. “Adım Barak. Çerçiyim. Ondan geldim buraya da. Yasak mıdır?”
“Yok, yasak değildir. Ama doğru konuştuğuna inanmam.”
“Neden inanmazsın?”
“Madem çerçisin, hani satacak malın nerde? Bohçandan üst baş giysisiyle bir iki kap kacaktan başka bir şey çıkmadı. Ne diyeceksin?”
“Buranın pazarında satmalık elma armut getirirdim. Buraya üç günlük mesafede bir köyden aldıydım. Yolun yarısında bir kervanla karşılaştım. Kervancı almak istedi meyvenin tamamını. Benim de işime geldi. Küfeleriyle birlikte sattım. Semerkant pazarından köyde kasabada satılır cinsinden nesneler alıp yola koyulmaktı niyetim.”
“Sırtında mı taşıdın küfe küfe meyveyi?”
“Yok, katırım vardı yine köyden aldığım. Onun sırtına yüklediydim. Buraya gelince ilk onu sattım pazarda.”
“Bre demez misin pazardan öte beri alıp köyde kasabada satacağım diye? Ne demeye satarsın o vakit katırını?”
“Yolda ayağını sakatladıydı hayvan, topallıyordu yürürken. Gerçi sanmam kalıcı sakatlık olduğunu, üç beş güne geçer ama neme lazım, kurtulayım dedim hayvandan.”
Zindan çavuşu anlatılanları kafasında evirip çevirirken bir yandan da bıyıklarını çekiştirdi. Neden sonra “Yok, bu anlattıkların hiç yatmadı aklıma,” dedi.
“Niye yatmaz?”
“Bence sen çaşıtsın,” deyiverdi. “Şimdi işimi güçleştirme de anlat hele kimin adamısın, ne yapmak için Semerkant’tasın, senle birlik başka adam var mıdır?”
“Nerden çıkardın çaşıtlığı?! Çerçiyim diyorum sana, çerçi. Nasıl ispat edeyim?”
“Ağzın ‘çerçiyim’ der ama gözlerin bir başka bakar. Sıradan adam bakışı değil bunlar, bilirim. Hiç inanmadım anlattıklarına. Onun için gel etme eyleme, anlat yol yakınken, sonra çok pişman olursun.”
“Bre neyi anlatayım? Olmayan şeyin neyini anlatayım?”
“Bak son kez diyorum, hangi beyin adamısın, ne yapmaya buradasın, senden başka kimler var bu işte?”
“Anlamaz mısın laftan?! Değilim ben çaşıt falan. Salın beni gideyim yoluma gayrı. Girmeyin günahıma.”
“Benden günah gitti, kardaş,” dedi çavuş. Yanındaki adamlara işaret etti. “Alın götürün bunu, en aşağı atın. Orada belasını bulunca aklı başına gelir.”
Zindan çavuşunun yanındaki iki âdem ejderhası Barak’ı kollarından tuttukları gibi oturduğu sandalyeden kaldırdılar. Son bir umutla “Etmeyin, yanlış yaparsınız,” demeye çabaladıysa da kollarına yapışmış nöbetçilerin sürüklercesine çıkardıkları loş koridorun isli duvarlarının arasında kayboldu sözleri.
Kat kat merdivenlerden indiler. Eski hücresine konulmayı beklemiyordu ama bu kadar kat inmelerine de şaşmıştı. Hani “yerin yedi kat altı” derler ya masallarda, o misal. İşkence yapılacak yere götürüldüğünü adı gibi biliyordu. Zindan çavuşunun niye gelmediğine şaşırmıştı doğrusu. Belki de kan gördü mü içi kaldırmayan adamlardandı. Gerçi kan görmeye dayanamayan adamı da çavuş etmezler kolayına, hele de zindana.
Sonunda basamaklar bitti ve bir karanlık koridora girdiler. Koridor ne kelime, dehliz desen, mağara desen iyi. Gittiler, gittiler, gittiler, irice bir demir kapının önünde durdular. Eski hücresinin kapısı gibi parmaklıklı değildi bu, yekten demir bir kapıydı. Nöbetçilerden biri kolunu bırakıp belindeki halkaya takılı anahtarların biriyle açtı kapıyı. Kapının gıcırdayarak açılmasıyla bir küf kokusu doldu genzine. İçeriye şöylece bir göz attı. Duvarlar küf ve yosun kaplıydı. Hücrenin orta yerinde kuyu gibi bir şey vardı, kapaksız. Anlam veremedi. Yanında dikilen nöbetçinin iteklemesiyle içeri girdi. “Çavuşum getirilmeni buyurana dek iyice düşün,” dedi ardından. Yüzünü gayri ihtiyari konuşana çevirince, neredeyse kapının boşluğunu dolduran adamın gözlerinde korkulu bir ifadeyle kuyuya baktığını gördü. Kapı tekrar kapandı gıcırtılarda. İçerisi oldu zifirden de kara.
Ufak adımlar atarak kuyu dediği nesnenin olduğunu tahmin ettiği yere doğru ilerledi. Ayağı taşa çarpınca durdu. Diz üstü çökerek yoklamaya başladı. Kenarları dizden az daha yüksekçe, üstü açık bir şeydi bu. Acaba mahkûmlar su ihtiyacını gidersin diye mi yapılmıştı? Yoksa hacet gidermek için miydi? İçinde yılanlar çıyanlar da oynaşıyor olabilirdi. Gözünü karartıp soktu elini içeri, eli yere değmedi. Diğer eliyle kenara tutunup yarı beline dek sarktı içeri. Yine dokunamadı tabana. Çekti kendini, çıktı tekrar. Eğildi, seslendi içeri “Hey” diye. Sesi yankılandı, yankılandı, sonsuza gitti sanki. Elleriyle yerleri yokladı, kuyuya atacak bir nesne bulmak için. Yerler yosun kaplıydı, ıslak bir yumuşaklıkta süründüler eline. Üstünde başında giysilerinden başka bir şey bırakmamışlardı nöbetçiler zindana atarken. Aklına başkaca bir şey gelmediği için çizmesinin tekini çıkardı ayağından, kuyunun içine attı. Sonra kulak kesilip dinlemeye başladı. Bekledi, bekledi. Ama beklediği su sesini duyamadı bir türlü. Çizmesinin ne suya çarptığını duyabildi ne de yere. Kuyunun dipsizliğini düşünerek ürperdi.
Dizlerinin üzerinde ilerleye ilerleye duvara kadar gitti. Eliyle duvarı yoklayarak hücrenin dip köşesine vardı, çöktü kaldı.
Bir süre kıpırtısız durdu, sanırsın taş. Gözlerinin karanlığa alışmasını bekledi ama boşuna. İçerisi zifir karasındaydı. Kediyi koysan bir şey seçemez. Burada ne kadar tutulacağını düşündü. Kendisini getiren nöbetçi “Çavuşum çağırtıncaya dek,” demişti. Herifin keyfi kim bilir ne zaman gelirdi.
Evvelki hücresindeyken gözlerini kapatıp kırları bayırları düşünürdü gözlerini kapatıp. Burada gözleri kapamaya gerek yoktu. Ama ne kadar uğraşsa da gözleri ne açık ne de kapalı başaramadı bir türlü kafasında istediği hayalleri canlandırmayı. Karanlıkta olduğundan mı canlanmıyordu acaba güneş ışığında görülen nesneler?
Bir sürtünme sesi duyar gibi olup yerinden hafif doğruldu. Ona mı öyle gelmişti, essahtan mı duymuştu? Fare mi vardı hücrede? Onun sesi miydi? Kulak kesildi, nefes dahi almadan dinledi bir süre koyu karanlığı. Duyamadı bir daha.
Yakalanışı geldi aklına, hâlâ hazmedememişti. Eskiden olsa üstünden kuş uçsa fark ederdi en derin uykularda bile. Hele adam yaklaşacak yanına, ne mümkün. En az on beş adımdan hisseder sarılırdı hançerine. Handa bu askerler odasının kapısına gelinceye dek uçmadılarsa, adımları ne kadar hafif de olsa muhakkak duyar uyanırdı. Ayaklarına keçe de sarmadıklarına göre… İhtiyarlıyor muydu artık ne? Bu işler geçmiş miydi kendisinden?
Bir hışırtı duyar gibi oldu bu kez de. Yine kulak kabarttı, dinledi. Sanki yılanın otların arasında kayarken çıkardığı sese benzetmişti. Bu pis yerde yılan da çıyan da olması pek mümkündü. Ama ot yoktu. Acaba yosunlara sürtünmesinden mi çıkmıştı o hışırtı? Elini sürdü yerdeki yosunlara, deminkine benzer bir ses duyamadı. Kafasında kuruyordu herhal.
Burada ne kadar tutulacağını düşünmeye başladı tekrar. En azından bir gece tutulurdu, aç susuz. Çavuş “Aklı başına gelsin,” dediğine göre böyle olacaktı. Sabah vakti hücresinden alındığına göre daha öğlen bile olmamıştı. Oturduğu yerde kafasını duvara yasladı. Saçlarını ıslak ıslak okşayan yosunlardan huylanıp çekti tekrar, önüne eğdi. Bir şey fark etmeyeceğini bile bile kapadı gözlerini, biraz uykuya dalma umuduyla. Kırları bayırları düşünürken içi geçmeye başladı ağır ağır. Tam dalacağı esnada duyduğu sesle yerinden sıçradı. Sürtünme sesiydi bu, taşa sürtünen bir şeyin sesi. Yanılması mümkün değildi bu defa.
Ayağa kalkmış, gözlerini fal taşı misali açmıştı. Bu kez duymuştu. Taşa sürtünmüştü bir şey. Hücrede de üstü yosun kaplanmamış tek o kuyu vardı. Niye her yer yosun tutmuştu da orası öylece kalmıştı? Neden daha önce fark etmemişti? Hücrede bir şey vardı da yanından geçerken oraya mı sürtünmüştü? İçeri ilk girdiğinde görememişti odada hiçbir şey. Neydi o vakit bu sesi çıkartan? Sonra beyninde şimşek çaktı, öyle ki gözleri kamaştı şimşeğin parlamasından. Kuyunun içinden çıkmaktaydı dışarı bir şey. Kalbi güm güm atmaya başladı. Ensesinden aşağı soğuk bir ter aktığını hissetti yapış yapış. Dizleri titredi bir an. Çöktü tekrar oturduğu yere.
Göğsü hızlı hızlı kalkıp iniyordu. Neydi kuyudan çıkan? Nerdeydi şimdi? Niye çıkmıyordu sesi tekrar? Tek duyabildiği kalbinin gümbürtüsüydü. Asılıp tutunarak tırmanan bir varlık canlandırmaya çalıştı gözünün önünde, beceremedi. Becermeyince daha da telaşlandı. Neydi bu böyle? Nasıl bir hayvandı? Hayvan mıydı, insan mıydı? Yoksa karanlık zindanlarda kalmaktan aklını yitirerek hayvanlaşmış bir insan mıydı? Ne yapacaktı kendisine?
İçeri ilk girdiğinde kuyunun başında diz çöküp içine uzandığını hatırladı. Şimdi dışarı çıkan varlığın o esnada kendisini içeri çekmiş olma ihtimalini düşününce ürperdi, vücudundaki bütün kıllar diken diken oluverdi. Neydi bu gelen şey? Ne yapmak maksadındaydı kendisine?
Biraz önce huylandığı yosunlu duvara şimdi yapışmıştı, içine girmecesine. Acaba hücrenin içinde arıyor muydu kendisini? Biliyor muydu burada bir insanoğlu olduğunu? Görebiliyor muydu zifiri karanlıkta yoksa kendisi gibi kör mü oluyordu ışık olmayınca? Görmüyorsa etrafı yoklaya yoklaya bulacaktı kendisini. Soğuk, buz gibi ellerin suratına dokunduğunu düşündü. Ürperdi. Belki de kıllıydı elleri, parmakları. O tüylü parmaklarıyla avuçlayacaktı suratını. Hem elleri olduğunu nereden biliyordu? Dört ayak bir mahlûktu belki. Pençeleri vardı öyleyse. Suratını parça parça edecek pençeler.
Bir kez daha bir ses duyar gibi oldu. Yere mi sürünmüştü bir ayak, yoksa uzuvlarıyla duvarları mı yokluyordu? Duramazdı burada, yerini değiştirmeliydi. Kendine doğru geliyordu muhakkak. Ya kaçayım derken tam üstüne gider, mahlûkla kucaklaşırsa? Yerinde duramayacağını biliyordu. Dururken yakalanmaktansa kaçarken yakalanmayı yeğ tuttu. Solundaki duvara yapıştırdı bir elini. Yoklaya yoklaya ilerlemeye başladı ses çıkarmamaya gayret ederek. Emeklercesine ilerleyişinin her adımında kulakları sağır edecek gürültüler çıkardığını zannediyordu. Sonunda köşeye vardı, çöküp yapıştı yine duvara.
Gözünde canlandırmaya çalışıyordu. Yaratık şimdi, demincek durduğu köşede olmalıydı. Elleriyle, kollarıyla, pençeleriyle yokluyordu köşeyi, duvarları. Bekleseydi orada şimdi kendisini bulmuş olacaktı. Ne yapardı acaba? Elleriyle, pençeleriyle dokunacaktı herhal önce, ayırdına varmaya çalışacaktı ne menem bir şey olduğunun. Kendi gibi bir mahlûk olmadığını anladığı an da bitiriverecekti işini.
Ekşi ekşi ter koktuğunu fark etti. Yaratık kesin alacaktı bu kokuyu, bulacaktı yerini. Yer değiştirmenin de faydası olmayacaktı. Yine de yerinde duramadı. Solundaki duvarı yoklaya yoklaya, deminkinden daha evecen hareketlerde ilerledi köşeyece. Sindi kaldı sonra. Kalbi gümbür gümbür atıyordu kulaklarında. Göğsü demirci körüğü misali inip kalkmalarda. Düştüğü acınası hali düşünüp vahlandı. Nice dövüşlere girmiş çıkmış, nice canlar almış, nice savaşların akıncısının düştüğü hallere bak! Haçlının ordusuyla yapılan savaş geldi gözünün önüne. Yedi ülke üç iklimin keferesi bir olmuş, Rumeli’den geriye sürme derdindeydi Osmanlı’yı. Macarı, Frenki, Sırbı, daha bir nicesi kopmuş gelmişti sel misali. Savaşın iyice kızıştığı bir an düşman pek fena bastırmıştı, aman verdirmemecesine. Az ilerisinde vuruşmakta olan kan kardaşının dört bir yanının kefere askeriyle çevrilip şehitliğe varmak üzere olduğunu gördüğü vakit öyle bir nârâlanmıştı ki Haçlılar bir an dövüşmeyi bırakıp korkarak bakmışlardı kendisine. Ya şimdi düştüğü hâli görseler? Gülerler bre adama, gülerler.
Aklı tekrar zindana kaydı, mahlûğu düşündü. Ellerini kollarını duvarlara sürtüşünü, karanlıkta sağı solu yollayarak ağır ağır ilerleyişini. Belki de kolları bacakları yoktu bu yaratığın. Ahtapot gibi bir şeydi, uzun uzun kolları olan, yapış yapış bir şey. Aklını oynatacak gibi oldu bir an. O soğuk uzuvların üstüne başına, kaşına gözüne dokunuşu canlandı hayalinde. Kaçmak gerekmekteydi, kaçmak. Ama nereye?
Bu sefer yerde emekleye sürüne hücrenin ortasındaki kuyuya vardı, yasladı sırtını, oturdu. Midesi yanmaktaydı, fokur fokur kaynamalarda. Çaşıtlığa salındığında yakalanabileceğini de düşünmüştü elbet, yakalanırsa kendisine işkence yapılacağını. Böylesini getirmemişti ama hiç aklına. Etine şişler batırsınlar, gözlerine miller çeksinler, etinden et koparsınlar razıydı. Yeter ki alsınlar buradan.
Kuyuya atmayı düşündü kendini. Bütün işkence son bulacaktı böylece. Ya kuyunun dibinde yere çarparak ya da kuyunun duvarlarına çarpa çarpa can verecekti. Ölüp ölüp dirilmelerden evlâydı böylesi. Sonra aşağıda başka yaratıkların da olabileceği geldi aklına. Kurtulayım derken tam kucaklarına düşerdi. Hatta belki tırmanıyorlardı onlar da şu esnada. Öncü çıkan kardaşlarının peşinden gelen başkaları da olabilirdi. O zaman köşe bucak kaçması da yetmezdi. Her biri bir köşeyi tutar, yine yakalarlardı.
Bir tıslama sesi duyar gibi oldu. Elleri ayakları buz kesti, sessizce şahadet getirdi. Muhakkak çıkıyorlardı kuyudan. Nereye kaçacaktı? Ne yapacaktı? Yine köşeden köşeye kaçmaya devam mı edecekti? Nereye kadar? Gardiyan gelene kadar mı? Gardiyan ne zaman gelirdi ki? Hem vakit neydi? Öğlen olmuş muydu? Ne öğleni bre, kaç vakit geçti oradan oraya kaçmalarda? Akşam olmuştur akşam. Gardiyan anca sabah olunca varır gelir. Kaçacak mıydı yine sabahaca? Daha erken gelmez miydi gardiyan?
Gardiyan, evet, gardiyan. Kararını verdi. Oturduğu yerden doğrulmaya yeltendi, titreyen bacakları kaldırmadı gövdesini, yığıldı tekrar. Doğruladı hücre kapısını, sürüne sürüne vardı. Başladı kapıyı yumruklamaya. “Gardiyan, gel çıkar beni buradan! Ne istiyorsan anlatacağım. Gel al beni buradan. Ne istiyorsa çavuşun söyleyeceğim. Allah aşkına gel çıkar!”
Selamlar ve seçkiye hoş geldiniz;
Çöküş konusunu insan psikolojisi yönünden ele aldığınız oldukça hoş bir öykü sunmuşsunuz bizlere. Bizim kültürümüzü yansıtması hikayenizin en beğendiğim kısmı oldu. Hikayenin sonu ise biraz havada kaldı gibi. Hani son bir paragrafla içeride gerçekten bir yaratık olup olmadığı veyahut bunun gardiyanların bir oyunu olup olmadığı ufak bir paragrafla açıklansaymış daha güzel olabilirmiş. Tercih meselesi elbette… Bir de çaşıt, çerçi gibi eski kelimelerin parantez içinde yanlarına veya metnin sonuna dipnot şeklinde şimdi ki anlamlarını yazsaymışsınız okuyucu için kolaylık sağlamış olurdunuz.
Katıldığınız için teşekkürler…
Edgar Allen Poe’nun Kuyu ve Sarkaç hikayesi gibi olmuş. Onda da kuyuda ne var söylemiyordu.