Öykü

En Korkunç Dileklerimle

eğer senin canın acırsa
benim çocukluğuma kötü adamlar üşüşür
ve battaniyeye girince ayaklarımın açık kalması gibi
kanat çırpmaya çalışır usanır ve bırakırım
beni yemeleri için canavarlara
ve sana bir vasiyetname bırakırım”
A. Orçun Can

Mesela kendimi tanıtarak başlayabilirim. Giriş bölümünü öyle yaparım, hem daha sonra zorlanmam. Karakteri tanıtmak önemli demişti öğretmen. Bir karakteri nasıl tanıtırım? Birini nasıl tanırsak öyle. Adını sorarım. Adımı yazayım; Emrah Büyükkürek. Sonra yaş; on. Onuncu Yıl İlköğretim Okulu’nda okuyorum. Bu sene altıncı sınıfa geçtim, Türkçe öğretmenim Özge Selvin.

Bunları ilk paragrafa sığdırmam lazım. Çünkü giriş, gelişme, sonuç, kompozisyon ödevinde en önemli şeyler. Geçen gün, tek paragraf yazdığı için Muhsin dayak yemişti. Bakın dostlarım, yanlış anlamanızı istemem; dayak yemekten korktuğum için falan yazmıyorum. Gerçekten, on yaşında olmam iki cümleyi art arda getiremeyeceğim anlamına gelmez. Ben yazmayı seviyorum. Tamam mı? Üç yaşında falan başlamışım bu işe. Hatırlamıyorum tabii, kim hatırlıyorum diyorsa yalan söylüyordur. O zamanlar çok korkakmışım, geceleri odam karanlık kalmasın diye, resim çiziyor, yazı yazıyor ayağına yatar, odamın ışıklarını kapattırmazmışım. Sonra dünyanın en kötü yazılarını yazar, dünyanın en kötü resimleriyle süsleyip, dünyanın en güzel rüyalarına uyanırmışım. Rüyaları hatırlıyorum. O da önemli bir nokta bakın, kim rüyasını hatırlamadığını söylüyorsa, bir şeyleri eksiktir. Annesi babası sevişirken duyguyu eksik koymuşlar. Anne yatmış, başını sağa çevirmiş, baba inlemiş. Öyle iş yaparsanız, sonucu da rüyalarını hatırlamaz tabii.

Benim asıl mevzum, korkmak. Korku ve etkileri üzerine bir araştırma yapıyorum. Özge Hanım’ın tüm sınıfa verdiği ödev, bu. Korku üzerine kompozisyon yazacağız. Ne bileyim, yaşım küçük, rüyalarım büyük diye korkmayacak değilim. Durdum düşündüm ben de. Nelerden korkarım, önce onları mı yazsam? Bakalım giriş paragrafına sığacak şeyler mi?

Yanık Kadın’dan korkarım mesela. Bir dondurma bile yedirmez ağız tadıyla. Yaz geceleri çok düğün olur, bilirsiniz. Herkes nasıl da mutlu olduğunu göstermek için para saçar, birbirinden kalabalık düğünler yapmaya çalışır. Davetiyeler, okular yollanır. Havlular elden ele dolaşır. Dedikodular yayılır. Çekememezlikler, yemekler, mevlitler, oof, bir sürü iş. Say say bitmez. İşte sonra son gün gelir. Bu en mutlu günümüzde yanımızda yer aldığınız için bu kadar masraf yaptık diyemeyenler, düşük suratlarla dans edenleri izlerler. Bir ben mi kötü niyetliyim bilmiyorum da, biz de çıkar zıplarız pistin ortasında. Pis pis de bakar, kıs kıs da gülerim. Bilerek yaparım; çünkü anlamıyorlar bazen. Böyle zamanlarda, alacaksınız elinize megafonu, bağıracaksınız dostlarım.

“BAKIN ARKADAŞLAR, ANNEM BANA DONDURMA ALMIYOR. MUTSUZUM. SİZ NASIL EĞLENİP DANS EDİP GÜLERSİNİZ! ALLAHSIZLIK YAPMAYIN!”

Neyse ki sonradan fark ediyorum. Dans görevini başarıyla bitirmiş her birey, utanmazca arkadan konuşma dünyasına geri dönecektir. Yani, aslında kimse mutlu değil. Bu beni mutlu eder. Tek bir şey dışında…

Yanık Kadın.

Her düğünde, kalabalığın arkasında, başörtüsüyle suratsızca oturur. Yüzünün yarısı korkunç lekeler içindedir. Pastasını dilimler, limonatasını içer. Bakın, cidden yüzüne deri dikmek için çocukları kestiğine inanabilirim. Çünkü çok kötü bakar. Bir şeylerden nefret ettiği çok belli yani. Mutluluk mu emmeye çalışıyor, yalnızlık mı yaymak istiyor, orasını bilmem. Benim duyduğum, bir öykü. Sanki böyle, Pazar akşamüstü, haberlerden önce yayınlanan Amerikan filmleri gibi bir hikâye. Doğrusunu söylemek gerekirse, epey şen bir hayal gücüm olduğu söylenir. Bu yüzden yemeğe bol bol baharat koyarım. Durumu açıklayayım; bir anneyle iş arkadaşı gizli gizli konuşursa, o muhabbet çocuğun kulağına gidecektir. O muhabbet çocuğun kulağına gidecekse, şöyle olacaktır:

Yanık Kadın, daha kızken –ne demek olduğu konusunda en ufak bir fikrim bile yok- bir felâkete maruz kalmış. Ailesi, onu zorla zengin bir imamın deli oğluna satmış. Kızcağız günlerce ağzını açamamış, mutsuzluklardan mutsuzluk beğenmek zorunda kalmış, hangisini giyse şaşırmış. Öyle bir gün gelmiş ki delilik bulaşıcı hastalık sayılmış, kadın bir kıvılcımla evi yakmış. Deli kocası dumandan boğulup ölürken, kendisi de vücudunun bir yarısını kaybetmiş. Velhasıl, hayatı bunca korkunçluk içinde akıp giderken, amaçsız bir yaşam olmaz diye tak etmiş. Tüm mutlulukları dumana boğmaya, her gülen çiftin arkasında bir yalnız olduğunu hatırlatmaya ant içmiş. Bu yüzden, o günden sonra tüm düğünlerde, o ağacın altında ya da o çeşmenin yanında, tek bir yüz ifadesi değiştirmeden saatlerce oturmuş. Onun bu dehşet verici havasından korunmanın tek yoluysa, çocukların neşesini kullanmakmış. Böylece düğünler gittikçe çocuk dolmaya başlamış. Ne yazık ki, herkes yanlış biliyormuş. Yanık Kadın’ın asıl nefret ettiği şey, çocuksu mutlulukmuş. Onlardan ne kadar çok görürse, o kadar hiddetleniyor, yaydığı umutsuzluk o kadar büyüyormuş.

Çocuklar bu yüzden ondan uzak durmalılarmış.

Bana pek inandırıcı gelmese de onu her gördüğümde, yeni koyulduğu sanılan çayın, bir yanık kokusuyla fark edilmesi hissini yaşarım. Bu ani çarpmanın şiddetiyle, neredeyse çığlık atacak olur, sonra kendime gelirim. Çünkü orada ‘O’ da olur. Beni böyle korkak görmesini istemem. O yüzden ‘O’na gidip de aslında Eski Okul’dan delicesine korktuğumu söyleyemem. O da beni okul çıkışı oraya sürüklemekten rahatsız olmaz.

Eski Okul, çok eski zamanda, ben doğmadan tam iki sene önce olan depremde yıkılmış, artık her yerini ot ve yosun bürüyen bir canavar yuvası olmuş. Diğerleri burada ne buluyor, hiçbir fikrim yok. Tamam, ben de macerayı severim, benim de Mortal Kombat karakteri arkadaşlarım var; fakat Eski Okul çok farklı bir yer. Bir kere, girmek için tünel gibi bir şeyden geçiyorsun ve geçen gün altıncı sınıflardan Hakkı orada yılan bulmuş. Hem de iki tane! Nasıl kaçtığını bilememiş. Sadece bu yüzden mi korkuyorum? Hayır tabii, zaten bundan kompozisyon çıkmaz. Eski Okulla ilgili asıl tehlike, orada yaşayan yaşlı hademe Hesna Yenge, ya da bizim çağırdığımız ismiyle Cadı Hesna.

Buradaki Cadı, kötü bir sıfat olarak kalmaktan ziyade, kimsenin bilmediği muazzam güçte yaratıkların, olağanüstü büyülerle, şahane kafeslere hapsedildiği o dünyalardaki cadılardan birini ifade ediyor. Hesna Yenge, üç yüz yıldır buraya yaşıyor. Kasabadaki en yaşlı en yaşlıdan bile yaşlı. Kimse hayat hikayesini bilmiyor ve en kötüsü, tam gece vakti, evi süpürmeye ve çamaşırları yıkamaya karar veriyor. Biz komşuları da dünyadaki ilk elektrikli süpürge ve çamaşır makinesinin gürültüsüne maruz kalıyoruz. Kulakları duymadığı için, televizyonu son sesin bile üstünde izliyor –ki bunu ancak büyüyle yapabilir. Tuvaleti iki katlı evinin avlu kısmında, yaklaşık otuz beş dakika süren işlem sırasında kapıyı kapatmayı unutuyor. Eğer Eski Okul’da top oynuyorsak, her şeyi görüyor, duyuyoruz. Bazen aşağı inip bize büyülü şekerlerinden kakalamaya çalışıyor; ancak o yüz ifadesiyle, kurdeleler içinde Melda’yı bile sunsa almam.

Anneme sorsam, Hesna Yenge hakkında üç saat konuşabilir, herhangi birine sorsan ortalama iki saat konuşulur. Bu yüzden, çocuklar Cadı Hesna’dan asla bahsetmezler. Çünkü onun konusunu açmak demek, akşam ezanına iki saat daha yaklaşmak, böylece beşte yarı olsa bile, onda bitmesi gereken maçın yedi gibi bitmesi demektir. E yani, itiraz edemezsiniz, Çoban Remzi tüm hiddetiyle balkondan bağırıp havaya çiftesiyle iki mermi attığında asıl kimden korktuğunuzu görürsünüz.

Bazen gölgelerden korkarım. Örümcek ağı gibi gelirler bana, sanki görmediğiniz; ama orada olduğunu bildiğiniz bir şeyin size hatırlatılması gibi olur. Böyle evinizin salonunda tek başınızayken, yalnızca kardeşinizin okuyacağı bir kitabı okursunuz da kimse görmez sanırsınız ya. Gölgeniz orda onu izler. Öyle bir rezil olursunuz ki, utancınızdan yorganın içine atlar, iki büklüm olur ve gölgenin yok olmasını beklersiniz. Sanki o gitse, sizi takip eden o karaltı kaybolsa, tüm o kötü anılarınızı unutacaksınız. Artık yalnız başınıza saçma danslar yaparak Kral TV izleyebileceksiniz. Aptal kelimeleri art arda dizip, çocuksu şarkılar söyleyebileceksiniz gibi gelir. Evet dostlarım, gölge en büyük korkum olabilir. Bunun üzerine neredeyse iki paragraf yazabilirim. Mesela gölgeye basma oyunu oynardık bir ara. O da olurdu, Melda yani. O benim gölgeme hiç basmadı; ama ben her seferin onunki üstünde zıpladım durdum.

Neredeyse fark etmedi. Her gece aklımı kurcaladı bu. Yarın ne yapsam? Ne yapsam da kendimi ona fark ettirsem? Dostlarım, sanırım en korkuğum şeyi buldum. Hatta belki bu kompozisyondan sonra, O’na bir mektup yazarım, ‘En Korkunç Dileklerimle’ diye bitiririm. İçeriği yapacağımız şeylerin bir listesinden oluşur. Böylece neler kaçırdığının pişmanlığını yaşar.

Bir doğum gününe gitmiş olabiliriz mesela o mektupta. Ne yapacağımızı tartışırken ben ortaya oyun oynama fikrini atarım, “Kim Kiminle Nerede Ne Yapıyor” şahane bir seçim olur. Böylece, isim yazma şansına her eriştiğimde, onun adı dökülür parmaklarımdan. Belki bir şekilde ikimiz aynı kağıda sığarız. Mesela bir gardırobun aralığında öpüşüyor oluruz. Göl kenarında sarılır, okul bahçesinde elele tutuşuruz. Müdür koridorunda dans ederiz, üstüne okul korosunda, şarkı yerine seni seviyorum diye bağırırız. Cami minaresinden adımızı söyler, düğün salonunda evleniriz.

Sonra o mektupta Melda için neler yapacağımı yazarım. Mesela öğretmenler zili çaldığı hâlde sınıfa girmeyeceğimi söylerim. Silgi savaşında son silgiyi atacağımı, öğretmenin beni yakalayacağını, uzun teneffüsü kızlar tuvaletinde geçireceğimi ve herkes bana “Kız oldu! Kız oldu!” diye bağırırken ona öyle uzun bakacağımı ki teneffüs bile edemeyeceğimi ifade eder, neredeyse bütün beden dersini öylece oturup onu izleyerek geçireceğimi anlatırım. İstiklâl Marşı’ndan sonra yerimden bir milimetre bile oynamayacağımı da söylerim belki. Oynamayıp orada öylece, hani o kitaplardaki hafif gülümsemeyle, onun uzaklaşmasını seyredeceğimi, saçlarının dalgalanışını kalp ritmim yapacağımı söylerim. Evet dostlarım, ona anlatmasam da tüm bunları yapardım.

Onun için takım kaptanı olurdum, “Oğlum aslında kızlar daha iyi oynuyormuş, biz bilmiyormuşuz.” der, takıma aldırırdım. Yeni aldığı pembe eşofmanıyla topu iki iki santimetre ötesine vurmaya çalışırken izler, farklı yenilgimize gülerek karşılık verdiğim nadir anlara sahne ederdim. Yakartopta çok çabalar, başarır ve son kişi kalırdım. Artık bir yanda çaresizliğim, diğer yanda dikkat çekme hevesimin tavan noktaları, bir o yana bir bu yana koştururdum. Beni hayranlıkla izleyebilsin diye, oyunun başlarında onu vurur, kenara geçmesini sağlardım. Belki bir kızgınlık güder, “Bu çocuk bana taktı” derdi. Öyle bile olsa sevinirdim. Beni tanımıyor olmasından iyiydi, defterini kırmızı kalemle boyadım diye öğretmene şikayet etseydi, bundan gerçekten memnun olurdum; ama çok da korkardım. Belki de boyayanları tahmin etmeye çalışacaktı, tek tek isimler söyleyecekti ve ben listenin ilk yarısında bile olamayacaktım. Çok korkunçtu.

Bundan korkardım. Ben, tüm sabah küfürlerimi ekmek arası yapmış, “Andımız”ı gururla söylemeye çıkacaktım da o oradakinin kim olduğunu bile fark etmeyecekti. Sınıfta bir soruya doğru cevap verirken, arkadaşıyla kaynaşıyor olacaktı. Bazen avuçiçlerimin 16 ile 18 santimetre arasında kabartmalarla dolmasına göz yumacaktım ki yeterince uzun süre tahtada kalayım. Kalemim bitmeden, derste üç kere açacaktım, kapının yanında durup onu gözleyecektim. Öğretmeni pür dikkat dinliyor olmasa, belki bir kez orada gözgöze gelsek, gülümsesem, nasıl da sipsivri açmayı başardığımı göstersem, hayran kalsa bir şeyler değişirdi. O zaman, ‘korkularının üzerine gitmelisin’ muhabbetlerine de maruz kalmazdım. Çünkü bütün bunlardan korkardım. Yaptıklarımın, söylediklerimin boşa gidecek olmasından, neredeyse boşa yanıyor olmaktan korkardım.

Dostlarım, belki bunları yazarım. Sonuçta onlarca paragraf daha çıkarabilirim bundan. Yalnızca her gece kabuslar yaratan hayalleri düşünsem yeter. Korktuğum şey olarak kabul eder mi öğretmen bilmiyorum; ama ben korkuyorum. Birileri bir şeyler umsa da benden, varlığım boşa akmasa diyorum.

Özgürcan Uzunyaşa

İstanbul'da yaşıyorum. Film yapıyorum. Üç arkadaşımla birlikte Marşandiz Fanzin'i çıkarıyorum.

En Korkunç Dileklerimle” için 6 Yorum Var

  1. Selam Özgür,
    Yazının başlığını görür görmez linke tıklayıp sayfaya yöneldim. Beklentilerimi karşılayan bir yazı oldu. Çoğu yerde tahlillerin ve tasvirlerin epey hoşuma gitti. “Mutluluk emmek veya yalnızlık yaymak” gerçekten çok güzel bir durum analizi. Sadece anlattığın kadın için değil, günümüzde pek çok durum ve insan için kullanılabilecek kalitede bir tabir olmuş.

    Ellerine sağlık diyorum ve bu harika yazı için seni kutluyorum.

  2. Hikayenizi beğendim. Cedric Türk olsaydı sanırım bunları yazardı. :)) Yalnız seçki teması gardırop değil miydi? Sizin temanız korku olmuş bence. Başarılı ama seçki için uygun bir hikaye değil diye düşünüyorum. Tebrikler..

  3. Anlatım olarak güzel ama on yaşındaki çocuğa göre büyük lafları var anlatımın. Eğer çok akıllı, bilgili bir çocuk ise, yer yer ben “on yaşındayım pek birşey bilmem” demesi olmamış. Anne babanın sevişmesine o denli değinirken veya kullandığı birçok kelimenin ne demek olduğunu gayet iyi biliyorken, “kız” kelimesinin ne demek olduğu hakkında hiçbir fikri olmaması, okurken “bu nasıl bir çocuk” dedirtti bana.

    betimlemeler ve cümleler gayet güzel ama yine dediğim gibi keşke büyük birinin dilinden çıksalarmış. Çocukluğunu anlatsaymış mesela. Çok absürd durmuş çünkü böyle olunca.

    Konusu olmayan, bir günlük veya anı defteri gibi bir hikaye olması, içinde fantastik ya da bilimkurgu öğleri bulundurmaması (söylentiler var sadece), hepsinden öte “gardırop” temasıyla alakalı sadece Melda ile öpüşmesinden başka hiçbir şey bulundurmamsı bence çok büyük eksikler.

    Ancak kaleminiz çok kuvvetli onu söyleyebilirim. Ama temaya uygun kurgular yapsanız çok çok daha güzel olacağına inanıyorum. Ellerinize sağlık.

  4. Teşekkürler hepinize güzel dilekleriniz için. Tema mevzusu içinse en başından beri tek kelime geçmesi bile yeterli demiştik. Ondan.

  5. Merhabalar Özgür,

    Tam girişi zorlamaymış dedim ki bir baktım en sonuna gelmişim. Sonra bir kez daha okudum ve hiç de zorlama bir giriş olmadığını farkettim. Sonra bir kez daha okudum ve çok beğendim.

    Olay hikayelerinden çok bu tarz hikayeleri seven (ama yazamayan) biri olarak apayrı bir tat aldım sanırım. Birinci tekil olayına girmiyorum, artık bunun buna gideceğini söylemek benim haddime bile değil. Sadece parmak ucunla dokunup hemen çekildiğin noktalar öyle güzeldi ki sanırım “vurucu” ya da “çarpıcı” diyebilirim ancak. 10 yaşında olması ve cümlelerin bu yaşa göre büyük gelmesi nedense beni rahatsız etmedi (normalde ederdi), ama sanırım ben bu yazıda tutarlılık aramadım.

    Hiçbir şey değil de o final öyle, öyle güzeldi ki. Sonu böyle olmasaydı ben de en başa dönüp tekrar okumayacaktım, sonra tekrar beğenmeyecektim ve sonra Orçun’a selamlarımı göndermeyecektim. Sonra o dizelerin bu yazının hangi noktasına, ya da tamamına mı ilham kaynağı olduğunu merak etmeyecektim.

    Ellerine sağlık, yine yaz.

    1. Mutlu ettin beni Esra, senin beğenilerin çok önemli benim için. Bu öykü başlangıçta bir yerde teklemişti, Orçun’un dizelerine o sırada rast geldim ve onlar olmasaydı öykü olmazdı evet. Teşekkür ederim.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *