“Evrende, insanın her arzusunun karşılığı vardır.”
Şehrin henüz pek dönüşmemiş eski apartmanlarla dolu bir semtinde, ara sokaklardan birinde bulunan, alüminyum doğrama vitrinli ufacık bir dükkandaki yaşlı emlakçıya nasıl bir ev aradığımı anlattığımda, adamın bana söylediği ilk cümle bu olmuştu. O anda hayatım değişmişti, ama ben bunu henüz bilmiyordum.
Plaza katlarındaki kübiklere mahkum yaşayan her beyaz yakalının, günün birinde gerçekleştireceğine gönülden inandığı bir hayali vardır. Bunların büyük bir bölümü bir güney kasabasında yaşamakla ilgilidir. Bir kısmında otel ya da bar açmak gibi çeşniler bulunur. Son dönemde, kendi sebze ve meyvelerini yetiştirmeyi, hatta bu organik ürünleri henüz hayallerini gerçekleştirememiş diğer beyaz yakalılara satmayı düşünenler de çoğaldı. Şehirde kalıp çeşitli şeylerle uğraşmayı isteyenler de var. Mesai sonrası tiyatro kariyerini bir topluluk kurarak tam zamanlıya çevirmek, bağımsız kitapçılar birer birer kapanmıyormuş gibi küçük bir kitapçı açmak, hatta tutup bunu sadece bilimkurgu kitapları satan bir yer olarak kurgulamak, yıllardır biriktirdiği müthiş roman fikirlerini birer birer kitaplaştırmak gibi romantik hayalleri olanlar da var. Bu hayallerin çok büyük bir kısmı rakı masalarına meze olmaktan öteye gidemez. Bunu atlatan hayaller, beyaz yakalının kırkıncı doğum gününü takip eden girdaplı denizlerde boğulup gider. Geri kalan bir avuç hayal de “o zamanlar aklım neredeymiş” serzenişleriyle zihindeki çöplüğü boylar. Ara sıra hayalini bir süre için de olsa gerçekleştirenler çıkar tabii ki ama bunlar da bıraktıkları yerden çok daha geride pozisyonlarla kurumsal hayata dönmek zorunda kalır.
İşte ben de bu hayalperest beyaz yakalılardan biriydim. Ama iki yönden onlardan ayrılıyordum: birincisi; benim hayalim çocukluğumun geçtiği apartman dairesinin aynısını yaratıp, içine kapanmak ve 1990larda saplanıp kalmış şekilde, hiç kimseyle muhatap olmadan, iletişime dahi geçmeden, o evin eşiğinden adımımı dahi atmadan kalan hayatımı geçirmekti. İkincisi; bu hayalimi gerçekleştirdim, kendi küçük kıyametim olan ölümüme kadar zamanımı geçireceğim kişisel arafımı yarattım ve kendimi o arafa mahkum ettim. Bir plaza kübiğine mahkum kalmaktan kat be kat iyi bir yaşam.
O eve ikinci sınıftan üçüncü sınıfa geçtiğim yaz taşındık. Demek ki 1987’de. Sekiz yaşımdan, tüm ailemin bir kazada öldüğü on üç yaşıma kadar o evde yaşadım. Çocukluğuma ve dolayısıyla o eve dair unutulmaz muhteşem anılarım yok. Öyle her yere girip çıkan, mahalleyi altüst eden çocuklardan değildim. Yeteneksizliğim ve kilolarım sebebiyle mahalle maçlarında kaleci olurdum. Bisikletim BMX bile değildi, gerçi garip bir şekilde sadece arka tekeri BMX olan bir Pinokyom vardı ki bu övüneceğim tek şeydi. Hiçbir büyük macera yaşamadım, kan kardeşi olduğum bir arkadaşım yoktu. Silik, sıradan bir çocuktum. Beni çocukluğuma ve o eve bağlayan, geçmişte yaşadıklarım değil. Aileme ilişkin birçok anımın o evde yaşanmış olması da değil. Beni o eve bağlayan aslında o günlerin havası, o günleri, masumiyetin son yılları olan doksanları yaşamaya devam etme isteği. Bir tür kronikleşmiş nostalji hastalığı. Zihnimde, tıpkı terminal bir kanser gibi artık geri dönülmeyecek bir noktaya gelecek kadar büyümüş olan, o geçmişte kalma hasreti.
İşte bu sebeple son on yıldır içimde büyütüyordum bu hayali. Belki hep oradaydı, bilmiyorum. Belki teyzemlerle yaşamak üzere o evin kapısından son defa çıktığım gün, belki ben çok uzaklardayken o evin yıkılıp yerine bir otel inşa edileceğini öğrendiğimde başladı bu hayal. Olabilir… Ama ben bunun farkına bir doğum günümde, bundan on sene önce, yine yavan ve kesinlikle istemediğim bir ofis kutlamasında iş arkadaşlarımın otuzuncu yaşıma eşlik eden iyi ki doğdun şarkısını dinlerken vardım. O günden sonra da hep bu hayal için çalıştım.
Babam işleri fena olmayan bir kumaşçıydı. İyi zamanlarında eline geçen parayı biriktirir, sonra da milli yatırımımız olan emlaka yatırırdı. O yüzden, bana düzenli kira geliri sağlayan üç dairem var. Buna rağmen, her gencin yapması gerektiği gibi üniversite sınavına girmiş, dört yıl uyduruk bir mühendislik eğimi almış ve bütün bunları yapmış olduğum için de üniversiteden sonra bir işe girmiş bulundum. Sonrasında ise şanslıydım. Karşıma doğru fırsatlar çıktı, çalıştığım şirketler çeşitli atılımlara girişti, ben de buralarda önemli görevler aldım. Nispeten hızlı yükseldim, gelirim fena değildi. Kira geliri sayesinde tamamını biriktirebiliyordum. Özellikle son on yıl, yani içimde filizlenerek bana hissettirmeden büyümüş hayalimi fark etmemden sonra, para harcamamı gerektiren hemen hemen tüm aktiviteyi kestim. Ev ile iş arasında yaşadım, hayatta kalacak kadar yedim, çok az para harcadım. Sonunda, farklı iş arkadaşlarım aynı doğum günü şarkısını aynı sıkıcılıkta bu defa kırkıncı yaşım için söylediğinde, artık hayalimdeki gibi bir daireyi satın alacak ve içini istediğim gibi döşeyecek param vardı. Ertesi gün işten ayrıldım ve hayal oldurma projemi başlattım.
Bundan sonrası çok daha zordu. Geri dönmek istediğim o daire beş katlı bir apartmandaydı. Her katta dört daire vardı. Ortada geniş bir merdiven boşluğu, bunun iki ucunda birer asansör bulunuyordu. Bizim dairemiz dördüncü katta, ön cephede ve apartmanın solundaydı. Bina işlek bir caddedeydi ama karşısı yarım kalmış bir okul inşaatı sebebiyle boştu. Dairenin kapsından girince, buzdolabını da koyduğumuz genişçe bir antreye giriliyordu. Tam karşıda mutfak kapısı, sağda geniş salon vardı. Soldaki koridora girince sağda ilk kapı benim ufak odam, hemen karşısında küçük tuvalet, sağda ikinci kapı daha büyük oturma odası – doksanlarda hâlâ salonda oturulmaz, orası kırkta yılda bir gelen misafir için özenle saklanırdı – ve hemen karşısında banyo, koridorun sonunda ise yatak odası vardı. Bana taşındığımız andan itibaren çok ilginç gelen şey ise, birbirine eşit büyüklükte ve yan yana duran iki uzun dikdörtgen balkondu. Bunlardan birine hem yatak odasından, hem de oturma odasından giriliyordu; diğerine ise hem mutfaktan, hem de salondan. İşte benim ufak odamın küçük penceresi bu ikiz balkonların arasındaki boşluktan caddeye bakıyordu.
Dairenin planı çok sıra dışı olmasa da, bu balkonların aynısını bulmak neredeyse imkansızdı. İşten ayrılır ayrılmaz çeşitli semtlerdeki birçok emlakçıyla görüştüm. Hepsine aradığım dairenin özelliklerini detaylıca anlattım. Kendim de günler geceler boyunca internette ev ilanlarını taradım. Kimi zaman bu ilanlarda gördüğüm, çoğunlukla da emlakçıların “aradığının aynısı abi” demesiyle meraklandığım yüzlerce daireyi görmeye gittim. Hiçbiri çocukluğumun dairesine benzemiyordu. Çoğu yanından bile geçmiyordu. Kimisinden bir oda eksikti, bazılarında küçük tuvalet yoktu, hemen hemen hepsinde ben çocukken henüz kimsenin bilmediği ebeveyn banyolarından vardı. Bazılarında, üçüncü oda olduğunu iddia ettikleri ufacık yerlerde kollarımı iki yana açınca duvarlara değebiliyordum. Ama istisnasız hepsinde eksik olan bir şey vardı: birbirine eş iki balkon ve bunların arasındaki pencereden caddeyi gören küçük oda.
Yaklaşık bir sene arayışımı sürdürdüm. Artık yorulmuş, hayalimden vazgeçen raddesine gelmiştim. İşte ara sokaktaki o emlakçıyla böylesine umutsuz bir anımda karşılaştım.
— Aradığın o evi sana verebilirim. Peki karşılığında sen ne vereceksin?
— Evi kredisiz, peşin parayla alacak kadar birikimim var. Size de istediğiniz yüzdeyi veririm.
İhtiyarın gözleri parladı, portföyündeki evlerin detaylarını tek tek yazdığı kalın defteri karıştırmaya başladı. Kendi kendine fısıltıya, “Çok daha fazlasına mal olacak” dedi ya da bana öyle geldi.
Çıkıp adamın eski püskü Toros’un bindik. Birkaç sokağa girip çıktık, aynı cadde olduğunu sandığım caddeyi birkaç defa geçtik. Sonunda genişçe bir cadde üzerinde, karşısında boş bir arazi olan, beş katlı büyük dikdörtgen bir apartmanın önünde durduk. Açıkçası, umut vadediyordu. Binaya girip de merdiven boşluğunun sadece bir yanında asansör olduğunu görğnce bu umut biraz köreldi. Ama önemli olan dairenin kendisiydi, apartman kabaca benzese yeterliydi. Asansörle dördüncü kata çıktık. Emlakçı soldaki ilk kapıyı açıp geçmem için kenara çekildiğinde aradığımı bulduğumu biliyordum. Salon çocukluğumun geçtiği dairedekinden göre biraz ufaktı, bitişik mutfaktan salona bir servis penceresi açılmıştı, tıpkı annemin yıllarca isteyip de babama kabul ettiremediği gibi. Heyecanla mutfağa girdim, balkon kapısını açıp sola döndüm… orada bir balkon daha vardı. Üstelik iki balkonun arasında da küçük bir pencere. Yebniden içeri girip o pencerenin olduğu küçük odayı gördüğüm anda gözleri parlayarak beni izleyen emlakçıya, “Alıyorum,” dedim.
Satıcının vekaleti emlakçıdaymış, işlemleri hemen hallettik. Daireyi ilk görüşümün üzerinden henüz bir hafta geçmeden taşınmıştım. Üstelik, Kadıköy’deki ikinci el mobilyacıların altını üstüne getirip bulduğum çekyatlar, oturma odası için bir köşe koltuk takımı, salon için bir üçlü bir ikili iki tekli koltuktan oluşan eski moda ahşap bir set, sunta ve alüminyumdan yapılma üç raflı televizyon sehpası ve uzaktan kumandasız bir tüplü Nordmende televizyon dahil tüm eşyalarım sanki doksanlardan kalmış gibiydi. Evi ve eşyaları bulabilmiş olmanın şaşkınlığı, bir tesadüfle de perçinlendi: Eve, alt komşumuz Refik Amca’nın kapıyı çalıp, “gel evladım, bize gidelim” dediği, bana ailemle ilgili haberi binbir güçlükle verdiği ve teyzemler gelen kadarki birkaç saat içinde yanımda sessizce oturduğu günün yıl dönümünde taşınıyordum…
O günün akşamında, iki büyük bavula sığdırdığım tüm eşyamla birlikte evime gittim. Hemen yerleştim ve yıllardır ilk defa huzur içinde uyudum. Ertesi gün öğlene doğru kalktım. Kendime bir kahve yapıp televizyonun karşısına geçtim. Televizyonda Voltron vardı! Yıllar sonra bu çizgi filmi görmenin şaşkınlığıyla izlemeye başladım. O bitince taksi şoförleriyle ilgili eski bir komedi filmi başladı. A Takımı’ndaki fırça saçlı adam var diye izledim biraz ama sarmadı, köşe koltuğumun köşesinde yeniden uyuklamaya başladı. Bir süre sonra gözlerimi açtığımda ise bu defa karşımda Barış Manço vardı! 7’den 77’yenin bir bölümü yayınlanıyordu. Herhalde bir kanal doksanlar retrosundan ekmek yemeye karar verdi diye düşünürken ekranın köşesindeki eski TV1 logosuna gözüm takıldı. Kalkıp kanalı değiştirdim: TV2. Tekrar değiştirdim: TV3’de Andre Agassi Wimbledon şampiyonu oluyor! Kayıtlı son üç kanal ise gerçek birçok olmuştu: Show TV, İnterstar ve Teleon… Ya tüm kanallar anlamadığım bir sebepten doksanlara dönmüşlerdi ya da çok detayı bir eşek şakasına maruz kalıyordum. Biraz nefeslenmek için balkona çıktığımda ise şaka ihtimali ortadan kalkmış, deliriyor olmam gerekliliği kendini göstermişti. Çünkü caddeden önce eski bir yuvarlak farlı körüklü Man, ardından da yepyeni bir İkarus geçti. Bütün taksiler Doğan ya da Şahindi. Etrafta Broadwayler, Taunuslar, Skoda kamyonetler dolanıyordu…
Tekrar içeri girdiğimde haberler başlamıştı: “Sayın seyirciler, bugün 5 Temmuz 1992, Pazar. Haberleri sunuyoruz…” O anda, emlakçının sözleri kafamda yankılandı: “Evrende, insanın her arzusunun karşılığı vardır.” İşte, benim arzum da karşılanmıştı. Doksanlara, hem de hayatımın kökten değiştiği güne geri dönmüştüm. Ama o gün kapı çalmadı, Refik Amca gelmedi, kötü haber almadım. Akşam önce Tarık Tarcan’ın sunduğu Çarkıfelek’i, ardından Samanyolu dizisinin tekrarını, sonra da Cinayet Saati’ni izledim. Kırmızı noktalı Gece Keyfi sırasında uyuyakaldım. Sabah kalktığımda televizyonda yine Voltron vardı! Taksi şoförleri yine kaçırılan insanları kurtardı. Pazar Konseri’nde Beethoven çaldılar yine. Agassi bir kez daha şampiyon oldu ve aynı spiker aynı monotonlukta aynı haberleri sundu: “Sayın seyirciler, bugün 5 Temmuz 1992, Pazar…”
Öykünüzü çok beğendim. Tam da konusu zaman yolculuğu olan bir öykü üzerine düşünürken karşıma sizin öykünüzün çıkması mutluluk verici. Ne kadar çocukluğumu 90’larda yaşamamış biri olsam da öykünüzü dili ve özellikle “kurgusu” gayet akıcı. Başka öykülerde görüşmek dileğiyle!
Merhaba,
Uzun zamandır buralarda değildim. Sizin öykülerinizi beğenerek okuyorum. Özellikle "doksanları yaşamaya devam etme isteği"nin bende giderek artması üzerine böyle bir öyküye denk gelmek şifa gibi geldi.
Kaleminize sağlık, sevgiler…
Temayı ele alış biçiminizi çok beğendim. Karakterin arayışı ve bunun nedenlerini çok güzel anlatmışsınız. Kaleminize sağlık!
Sevgili Erdem güzel, temiz bir öykü. Mercan’ın da dediği gibi temayı ela alış şeklin değişik bir kere. Biraz Mahir Ünsal Eriş hikayeleri geldi aklıma. Benim de çocukluğumun geçtiği 80’li yıllar.
Öykünün devamını merak ettim. Burada bitmeyen bir hikaye anlatmışsın. Açılabilir gibi geldi. Ne dersin?
Sevgiler,
Dilek
Kurgusu, anlatış biçimi çok güzel. Güçlü bir hikaye. Emlakçıda bir şeytanlık var.
Sonunu da beğendim. Ben aile üyelerini de bekledim sonunda.