Öykü

Dört Duvar Arasındaki Düşünceler

Soğuk bir kış gece yarısında ağaçların yaprakları birer birer dökülüyor, bir kedi soğuktan üşümüş yavrusunu ısıtmaya çalışıyor fakat bu sebepten kendisi üşüyor, sahipsiz bir bisiklet sokağın ortasında bekliyor ve Turgut ise evinin küçük salonundaki, sokağı ve lapa lapa yağan karları gösteren penceresinin hemen yanındaki koltuğuna oturmuş, loş bir sarı ışık eşliğinde elindeki kalemiyle defterine bir hikâye yazmaya çalışıyordu. Belli başlı sebepler yüzünden bu hikâyeyi çok geç bir zamanda yazıyordu. Sanki unutulmaya yüz tutmuş bir defter ve kalem, uzun yıllar sonra ilk defa baş başa sohbet ediyordu. Turgut, bu düşüncesi sebebiyle bir kere daha hikâyesini geciktirmeyi başarmıştı.

Ay ışığı altında ve sağanak yağmurda tek başına kaldığı gece geldi aklına. Kendi kendine “Acaba hikâye olarak o geceyi mi yazsam” diye düşünmeye başladı. Gecenin çok geç bir saatinde sağanak yağmur olduğundan bütün yollar sel gibi olmuştu ve evine gidebilmesi de bu yüzden pek mümkün değildi. Aslında bir evi de yoktu. Patronu onu iki ay önce işten atmıştı ve zaten yıkık dökük olan evinin pahalı kirasını da bu yüzden ödeyemediğinden ev sahibi onu dışarı atmıştı. Sağanak yağmura dayanamayıp Ay ışığının gölgesinde kalan bir ara sokaktaki içinde yalnızca görevli kişilerin olduğu küçük bir restorana girmişti.

Restoran biraz karanlıktı. Led ışıklar aydınlatıyordu orayı. Bakımsız bir yerdi. Sandalyeler kırık döküktü. Masalar nispeten daha iyiydi. Eski evinden pek bir farkı yoktu buranın.

Bir sandalyeye oturdu. Üzerindeki kıyafetlerin yırtık ve ıslak olması ve günlerdir yıkanmamış olması yüzünden görevliler onu gördüğünde ona acımışlardı.

Turgut cebinde olan paranın bir kısmını görevli garsona verdi. Garson, ona o parayla yiyebileceği bir yemek ikram etmişti. Turgut bir gündür açtı ve ona o cebindeki paraya hiç kimse bir yemek vermiyordu. Bu ikram karşısında Turgut çok mutlu olmuştu.

Birkaç dakika sonra yemeğini bitirmişti. Fakat bir şey fark etti. Görevlilerin hiçbirisi içeride değildi. Restoranın başka odalarına gitmiş olabileceklerini düşündü fakat tek odalı bir yerdi burası. Aslında bir odası bile yoktu.

Etrafı incelemeye başladı Turgut. Pencereler kapalıydı. Kapı sabaha kadar açılmayabilirdi. Dört duvarın arasında kalıvermişti öylece. Daha çok küçük bir çocukken arkadaşlarıyla saklambaç oynadığında bir odaya saklanıp saatlerce çıkamaması geldi aklına. Kapalı alan fobisi vardı. Bazı bilim insanları buna “Klostrofobi” diyorlardı. Turgut düşünmeye devam etti.

Bazen durup dururken aklına anlık hikâye senaryoları geliyordu Turgut’un. Fakat hiçbir zaman bunları uzun uzun düşünmemişti. Nihayet eskisi gibi coşkulu ve mutlu bir hayatı olmadığı şu günlerde tek başına kaldığından buna uzun uzun vakit ayırması kendisini iyi hissettiriyordu. “Dört Duvarın Arasındaki Düşünceler” dedi kendi kendine şu anki hikâyesine. Karışık bir hikâyeye benziyordu. Sanki restorandan hiçbir zaman çıkamayacakmış ve burada tek başına kalacakmış gibi geldi. Klostrofobisi olduğu için korkmuştu bu düşüncelerinden. Daha sonra uyuyacak bir yer bulmaya çalıştı içeride. Sarılmasını anlayabilecek bir varlık aradı, ama bulamadı. İçeride yalnızca kırık dökük sandalyeler, masalar, iki tane kapı ve sipariş yeri vardı. Birden sağanak yağmurdan ıslanmış montunun içerisinde hareket eden bir şey hissetti. Hemen elini cebine attı ve onu dışarıya çıkardı. Bir mektup zarfıydı bu. Oldukça ıslanmış bir zarftı. Bu zarfın nereden gelmiş olabileceğini düşündü ama bir cevap bulamamıştı. Zarfı masanın üzerine hafif dokunuşlarla koydu. En ufak hareketinde yırtılabilecek bir zarftı bu. İçerisinde bir mektup var mı diye baktı. Bir mektubun da içinde olduğunu gördüğünde sakin bir şekilde mektubu aldı ve masanın üzerine koydu. Loş ışıkta zor okunabilen bir yazısı vardı mektubun. Gözlerini kısarak okumaya başladı mektubu:

“Saygıdeğer efendim,

Kim olduğumu belirtmekte pek de bir neden hissetmemekteyim. Nitekim yazdıklarımdan ve yaşanmışlıklarımdan siz benim az çok kim olduğumu anlayacaksınızdır. Bu mektubu çok karışık ve dengesiz duygular içerisinde yazdığımı baştan belirteyim. Çünkü olası bir durumda, “Ne anlatıyor bu?” veya “Bu mektubu bana hangi deli gönderdi?” diyebilme ihtimaliniz vardır. Varsın olsun. Ne de olsa her birimiz biraz da olsa bu tükenmişliğin içerisindeki sefiller değil miyizdir efendim? Her birimiz kendi Araf’ımızı yazıp da daha sonra buna karşı kendi içimizde bir nefret beslemiyor muyuz? Ya siz efendim? Anlattığınız kadar erdemli misiniz?

Hatırlıyor musunuz bilmiyorum, bir keresinde insanlara bir şeyler anlatmaya çalıştığınızda toplumunuz sizin onları güldürdüğünüzü düşünmeye başlayıp size kahkahalarla bir alkış tutmuştu. Hatta onları güldürdüğünüz için bir teşekkür göstergesi olması adına size bir ödül bile vermek istemişlerdi. Fakat siz de buna karşılık olarak kendi fikirlerinizi anlatmaya kalkışıp bunun bir sahne oyunu olmadığını söylemeye çalıştığınızda da sizi anlamamışlardı da, siz buna karşılık yalnızca kendi evinize çekilip bana bir mektup yazmaya kalkışmıştınız. O kadar ağlamıştınız, o kadar üzülmüştünüz ki artık insanlıktan bir umudun kalmadığını, herkesin yalnızca kendisini düşündüğünü ve onların herkesi kendi düşündükleri şekilde “normal” yapmaya çalıştıklarını düşünmüştünüz. Ben de size bunun yüzyıllardır böyle işlediğini söyleyip sizi avutmaya çalıştığımda daha da üzülmüş ve kendinizi odanıza kapatmış, orada, bu “arada kalmışlığınızı” düşünmüştünüz. İşte sevgili efendim, insanlık şu günlerde son derece kötü bir hâle gelmiş durumdadır.

Aldığımız son duyumlara göre insan gibi görünen canavarlar son günlerde kendisini mutlu hissedenlere karşı çok büyük bir nefret içerisindeler. Bir yerlerden işittiğim habere göre Karmakarışık Duygular Diyarı’ndan gelen “kıskançlık” diye bir duygu varmış. Bu duygu öyle bir duyguymuş ki kardeşi kardeşe düşman edermiş. Bu duygu öyle bir duyguymuş ki geldiği yerdeki bütün kötülükleri insanlara karşı kullanıp onların birbirlerini sevmelerini engellermiş. Muhtemeldir ki insanlığın sonu gerçekten geliyor efendim.

Ben görüyorum efendim. Siz her ne kadar kendinizi bu düzene uygun hissetseniz de ben insanların ne kadar kötü canlılara dönüştüklerini hem görüyor, hem işitiyorum. Dayanamıyorum artık bu düzene. Ah diyorum keşke… Keşke uçup süzülsem bu en kötü duyguların yoğun olduğu Dünyamızdan da başka gezegenlerde, parlak yıldızlarda veya asteroidlerde yaşayabilsem. Ama maalesef iyi yerlerde okumuş, en iyi eğitimi almış astronomi uzmanlarının söylediklerine göre oralarda yaşam yokmuş. Galiba Dünya’dan çıktığınızda eğer vücudunuzda astronot giysileri yoksa hemen nefessizlikten ölüyormuşsunuz orada. Dünya’dan ayrılmak hayattayken pek de mümkün görünmüyor açıkçası. Fakat bazı bilim adamları da var ki, başka gezegenlerde de hayatın olduğunu söylüyorlar. Gelecek yıllarda o gezegenlerde hayat kurma düşünceleri varmış. Ama ben biliyorum ki onlar o gezegenleri de berbat hâle getirecekler ve bu koca evreni hepimize dar edecekler.

Aslında Dünya adlı bu gezegende yaptıkları hataları o diğer gezegenlerde silebileceklerine inandıkları ve bu Dünya gezegeninde o hataları ile yüzleşmek zorunda kaldıkları için başka gezegenlere gitmek istiyorlar. İşte ben buna karşıyım efendim. Bir kişi, her ne kadar Araf’ta da kalsa, her ne kadar çok kötü şeyler yapsa da bunlarla yüzleşmeli. Kötü şeyler yapanlar cezalarını çekmeli ve onların Dünya’dan ayrılıp evrenin başka bir yerinde mutlu olmaya hakları olmamalı. Hele ki İkiyüzlü, kıskanç ve arabozucu insanların. Onları hiç sevmiyorum.

İşte bir gün gelecek ve o gün bütün ezilenler, bütün toplum denen düzenden dışlananlar huzura erecekler. İnsanların halinden anlamayan o canavarlar, İnsanlara yaşattıkları bütün o arada kalmışlığı, bütün üzüntünün hesabını en sonunda vereceklerdir. O gün geldiğinde tutsak kalmış duygularımız artık özgür olacaklardır. Hiçbir kimse diğer bir kimseyi haksız yere yargılayamayacaktır o gün. İşte o gün geldiğinde beni küçükken delidir diye korkuttukları ama her birimizden pek akıllı olan, oyuncaklarla konuştuğu için herkesin onunla dalga geçtiği Bakkal Cengiz bey, o gün kurtuluşa erecektir. Ve onunla birlikte daha ilkokul yıllarında bir kere bile sevilmemiş, herkesle hep rekabet içerisinde olmuş ve en sonunda bu verdiği rekabete kendini çok kaptırmış ve gecenin bir yarısı artık dayanamayacağını düşünen, şuanda sokaklarda kendi başına gezinen ve sokak kedileriyle yaşayan Rıza bey, onu bir zamanlar alaya alanlardan hesap soracaktır. İşte o gün geldiğinde sevgili efendim, bütün Araf’ta kalmış olan varlıklar huzur bulacaklardır.

Mektubumu burada sonlandırmak istiyorum sevgili efendim. Muhtemeldir ki, benim kim olduğumu anlayabilmişsinizdir. Sakın umudunuzu yitirmeyin. O günü bekleyin.”

Turgut, okudukları karşısında pek bir heyecanlanmıştı. Kapkaranlık bir kış akşamında bu öyküyü yazarken aslında kendi içinde kaybettiği bu mektubunu da bulabilmişti.

Turgut yavaşça koltuğundan kalktı. Üstten açık olan ve içeriye kar tanelerinin girmesine sebep olan camı kapattı. Gözünü dakikalardır yormakta olan sarı loş ışığı söndürdü. Uyumaya gitti. Uyurken pek düşünceliydi. Zaten en iyi yaptığı şeylerden biriydi düşünmek. Hayal ederdi bazen. Rüyaya dalardı daha sonrasında. Uyanıverirdi güneş açınca. Uyanınca hep “O Günü” bekledi. Hiç yorulmadan beklemeye devam etti. Öyle diyordu iç sesi.