Öykü

7 Kat – Naoh

Sokakta yatan evsiz birinden hiçbir farkı yoktu Naoh’un. Niye olacaktı ki, kaldırımda yarı çıplak oturmuş, güneşten yanmış teni, yarı çekik gözüyle sabahtan akşama kadar binaya bakıp arada bir alnı yere değecek kadar eğilerek anlamsız kelimelerle selam vermekten başka yaptığı bir şey yoktu. Bina ve binadakiler için dua ettiğini düşünenler olsa da, kesin olarak diyemezdiniz. Bir de mırıldanarak çıkarttığı otantik bir ezgi vardı, merkezinde kendisinin olup, etrafa dalga dalga yayılan. Kızılderiliydi Naoh, ailesini kaybetmiş, yaşamaya çalışan, bir şeylere inanmaya çalışan yersiz/yurtsuz bir Kızılderili. Tüm işi bu muydu?

Evet.

Acıkmıyor muydu?

Acıkıyordu tabii ki. Arada sırada bulunduğu yerden ayrılıyor, zor bela bulduğu yemeği/içeceği bile gelip hep durduğu yerde yiyip içiyordu. Binadan yardımda bulunanların paylaştıklarının yetmesi gerekse de sanki spor olsun diye yapıyor diyebilirdiniz ya da Dünyanın geriye kalanında neler olduğunu/kaçırdığını görmek te diyebilirdiniz.

Olduğu mahalle pek bir yardımsever değildi, geçen zamanda kendini kabul ettirmiş görünüyordu. Gene de neredeyse binadaki yaşayanlar dışında bir şeyler paylaşan pek olmazdı. Hatta binadakilerin çoğu da alışkanlıktan olsa gerek, selam vermeden çıkmaz olmuşlardı önünden. Bazı, çevredeki esnafın son kullanma tarihi gelmiş/geçmiş zehirleriyle, hayata inat yaşıyordu.

Binaya ve binadakilere Naoh’un gözünden bakınca; Her katta tek dairenin olduğu, dairelerin de tek odadan oluştuğu ince, uzun, yedi katlı, bekar apartmanıydı. Binada hepsi birbirinden tamamen farklı yedi koruyucusu vardı Naoh’un. Binadaki ahali bazı yiyecek, bazı eski giysilerini verir; ölmese de yaşamasını bir şekilde sağlarlardı.

Bir koruyucudan ne bekleyebilirsin ki?

Hayat mı?

Bunu zaten ölmeden bilemeyecekti.

Çok özel bir planı olmasa da, ölmek gibi bir amacı da yoktu; şimdilik.

Binanın giriş katında, hayatınızda görebileceğiniz en miskin, en uyuşuk adam yaşıyordu. Fakat o da diğer herkes gibi sabah erkenden yola çıkardı. Yürüme hızına baksanız, yapacağı işe yetişemeden dönüş yoluna geçeceğini sanırdınız. Tabii ki kilolu biriydi, ona Bay Kaplumbağa derdi Naoh, kendince hepsinin bir ismi vardı; birer hayvan ismi verse de severdi onları.

Bay Kaplumbağanın ne iş yaptığını bilmiyordu. Sigortacı olabilirdi mesela, hoş sigortacının tam olarak ne yaptığını da bilmiyordu, hiçbir zaman da anlamayacaktı. Neyin riskini güvenceye alabilirdi ki insan? Ölümün mü? Sakat kalmanın mı? Yangının mı? Selin mi? Başına gelebilecek kötü şeyler için yapılacak tek şey yaşayan canlılarla iyi geçinmek, onu kabul edip ona uyumlu yaşamak olmalıydı.

Bay Kaplumbağa sabah erkenden kalkardı; sürekli terlediği için yapışan saçının hemen altında, iri kemik gözlükleri ilk bakışta dikkat çekerdi. Sabah olmasa da genellikle akşam dönüşte hep aklına geliyor olsa gerek, kapının önünde günde bir kez olsa gerek silerdi kravatıyla gözlük camlarını.

Çok değişen bir mevsimi yoktu bulundukları yerin, bu nedenle üstünde sürekli bej montu bulunurdu Bay Kaplumbağanın. Mendili her zaman cebinde olsa da onu sadece yüzündeki terleri silmek için kullanırdı. Ondan daha çok gazlı içecekler, hamburger ve sandviç gibi hediyeler alabilirdi.

Bir üst katında ise Bay Ayı oturmaktaydı. Ona klasik bir motor kullanıcısı diyebilirdiniz. Öyle dost canlısı ve konuşkan görünmese de çok fazla misafiri olurdu, hem de tek odalı evi için. Kafasında bandanası, Ray Ban damla gözlükleri, deri yeleği, kirli beyaz, dikkat etmediği zamanlarda göbek deliği ortaya çıkan tişörtüne kadar tam bir klasik motorcuydu Bay Ayı. Bay Ayı’nın farkı, bazı bazı içkisini de paylaşmasıydı. Tabii bu çok keyifli olduğu zamanlarda karşılaştığı bir şeydi ya da gecenin uzun olması gereken misafiri olduğu zamanlara rastlardı genelde.

Üst katlara çıkınca sırada Kaplan vardı. Kaplan bir kadındı. Hafta sonu dahil her zaman takım elbise giyer, tatillerinde bile işyerine gider gibi, şık bir elbise giyip, topuk ayakkabılı çıkardı dışarı. Ondan gelenler de kendince farklıydı; Çin yemeği, ıslak mendil, iyi bir şişe şarap gibi fark yaratan armağanlar olurdu. Hatta yılbaşı gibi bir zaman olmalıydı, herkesin sokaklarda eğlendiği bir zamandı galiba, gazlı bir şarap vermişti Bayan Kaplan. Pek hoşlanmasa da ne verilirse verilsin büyük bir şükranla alırdı Naoh.

Onun üstünde Yönetici olsa gerek Bayan Goril otururdu. Öğretmendi Goril, arada öğrencileri gelirdi, ders almak için. Onları aşağıya inerek karşılar, yukarda dersi bitince de dışarı çıkıp gözden kaybolana kadar bekler sonra girerdi evine. Yöneticiliği tahmin etmesi, diğer sakinlerden bir şeyler istemesi –genelde para– ve her ne olursa olsun onu alması ile gözlemlediği bir teşhisti. Bay Goril daha çok, evine gelen öğrencilerin ailelerinin yapıp çocuğuyla gönderdiği ikramlıkları paylaşırdı; bu tip ikramları kesinlikle yemezdi. Gelen, özenle yapılmış mükemmel yiyecekleri, neredeyse tiksintiyle ucundan tutarak verirdi; sevmezdi kendisine hediye verilmesini. Bu bazen yiyecek olsa da bazen giyecekler de oluyordu hem de iyi giyecekler. Tabii ki kadın kıyafetleri ne yazık ki. Fakat en azından onları başka şeylerle takas edebiliyordu, çoğunlukla yiyecekle.

Bir üst katında ise Bay Kurt vardı. Onun ne iş yaptığını tam bilemiyordu, sandığı kadarıyla iyi şeyler olmadığıydı. Öğlene doğru, bazen de akşam çıkar sabaha doğru gelirdi, yaralı geldiği zamanlar dahi oluyordu ama en bonkörleri de oydu. Gülerek ve yavaş yürüyerek geldiği zamanlarda genelde para verirdi hem de az para değil. Bilirdi bir gün gidecek ve hiç gelmeyecekti.

Kurt’un üstündeki de kadındı. Pek dışarı çıkmasa da tüm komşuların ne yaptığı, ne ettiği, kimle olduğu hakkında hem de detaylı bilgisi olan tek kişiydi. Dedikoduların çıkış kaynağı bu daire idi. Binada olan her tartışmada lider rol oynar, işler kızışmaya başlayınca da ilk kaybolan kişi o olurdu. Binadakiler adını koyamasalar da pek sevmezlerdi onu. Evinde çöreklenmiş oturan bir yılan gibiydi.

En üst katta Bay Kartal vardı. Bina bölgenin yükseklerinden biri olmasa da, sürekli teleskop/dürbünle çevreyi gözetler; kimsenin ne olduğunu bilmediği notlar alırdı. Gizli servis mi, Casus mu, Dedektif mi bilinmez; bu nedenle herkes biraz çekinirdi ondan. Öyle komşularla pek görüştüğü de yoktu. Sadece alışveriş için dışarı çıkar, Naoh’a hiç selam vermez ama gözünün ucuyla da olsa, kaçamak bakışlarını hissederdi.

Senelerce böyle giden hayat, bir gün aniden değişti. Daha güneş ışımamış olmalıydı, kafasında bir bez parçasıyla bir aracın içine atılırken. Bağıracak, etrafa bakacak, sesleri duyacak kadar uyanamamıştı bile.

Evinden/Kaldırımından uzak olsa gerek bir yere götürülüyordu. Kendine geldiğinde daha önce zamanı olmadığı için dikkat etmediği her şeyi yaptı. Dinledi, görmeye çalıştı, ne kadar kımıldayabildiğini bulmaya da, konuşamıyordu ki bile, ağzı bile bantlanmıştı.

Sadece araba sesi vardı, sabahın körü olduğu için dışardan da ses gelmiyordu, ne bir reklam cıngılı, ne pazar bağrışmaları, ne de konuşuyorlardı.

İnsan beklemeyi öğreniyor ama bunu çok sıkıntılı bir yoldan öğreniyor; zamanın nasıl geçtiğini bilmeden öğreniyor. Bir dakika, iki dakika, üç, on, kırk, iki yüz, bin dakika?

Arabadan karga tulumba indirildi ve bir sandalyeye oturtuldu. İkinci bekleyiş başlıyordu, araçtan sonraki ikinci ömrünü de burada verecekti demek ki. Çünkü hâlâ ne konuşma ne bir ses, ne bir koku.

Koku?

Evet, koku vardı. Ağır bir demir kokusu ve tabii ki bir de maden yağı, peşinden gelen. Fabrika ya da depo olmalıydı bulunduğu yer; herkesten uzak bir yer, bağırsa duyulmayacak bir yer, yalvarsa vicdana kadar ulaşılmayacak bir yer, işkence yapılabilecek bir yer, ne istiyorlarsa alacakları bir yer.

Şimdilik;

Sadece korkuyordu, acıkmamış, susamamış, tuvalet ihtiyacı gelmemişti, canının yandığı bir durumda yoktu, soğuktu.

Akşamına;

Hâlâ kimse bir şey dememişti, korkusu devam ediyordu, acıkmış ve susamamıştı ama dayanabilirdi, tuvalet ihtiyacı sıkıştırıyordu, canının yandığı bir durumda hâlâ yoktu, keşke ne istediklerini söyleselerdi en azından, soğuk azalmıştı ama devam ediyordu.

Uyandığında;

Konuşma yoktu, daha çok korkuyordu, acıkmıştı ama dayanabilirdi, susamamıştı, küçük tuvaletini çok ta düşünmeden üstüne yapmıştı -onlar düşünsündü-, hareket edememesi biraz canını yakmıştı uykuya dalarken ama artık hissetmiyordu, kımıldamayan çoğu yerini, artık soğuğu hissetmiyor dese yeriydi.

Organını/Organlarını alacaklarsa ona iyi bakmalılar ya da çabucak almalılardı, böylece bu seçenek elendi. Tecavüz edecek olsalar yaparlardı, öldüreceklerse de yaparlardı, bunları geçiyordu tek tek fakat bir şey isteyecek olsalar sorarlardı her seçeneği bozuyordu; ne yapacaklardı kendisiyle?

Tekrar uykusu gelecek kadar zaman geçtiğinde;

Korku azalmıştı, kendini ölümsüz sandığın zamanlardan birindeydi, artık acıkmıyordu, susamamıştı, dudakları kuruyup çatlamaya başlamıştı, tuvalet ihtiyacı geldikçe bırakıyordu, canının yandığı bir durum ise yoktu. Kendisini yanlışlıkla kaçırdıkları daha mantıklı geliyordu, ne yapacaklarına karar verememişlerdi muhakkak, asıl almaları gerekeni kaçırsalar kendisini bırakmayacaklardı ama en azından öldüreceklerdi ve her şey bitecekti herhalde.

Susuzluktan bayılma aşamasına geldiğinde;

Kurtuluş gibi gelmeye başlamıştı bayılmak hatta ölmek, olmayan tükürüğünü yutarken bile canı acıyordu.

Bayıldı…

Gözünü hayal meyal açtığında, görüntü hâlâ karanlıktı, demek ki ya bandı çıkarmamışlardı ya da gözlerini almışlardı. Bir acı aradı göz çevresinde, hissedemedi bir acı, demek hâlâ bağlıydı gözü.

İlk konuşma sesini tam da o anda duydu;

“Tatilin sona erdi. Binadakiler hakkında ne biliyorsan anlat bakalım”

“Kimler? İsimleri ne? Kimlerle görüşüyorlar? Ne gördü, ne duyduysan anlat” iki farklı kişinin konuşmasıydı. Soruş tarzları çok netti. Öyle ki hepsini gözden geçirmeye bile çalıştı, neleri var, kimler diye. Artık kusurlarını arıyordu, kıymık batmıştı bir kez zihnine. Çok kısa süre geçmişti ama gene de bir şey gelmedi aklına. En fazla birinin suçu kilolu olmaktı, biri dedikoducu, biri pimpirikli, biri alkollü araç kullanan gibi saçma sapan şeyler geliyordu aklına. Bunların da olmayacağını bildiği için bir şey diyemedi.

Hiç ses gelmediğinden cevap çıkmayacağını anlamış olmalılardı, sorular kolaylaşmaya başladı. O kadar yorgundu ki; bilse, saklamayacaktı. Sadece şurada rahat bıraksalar, varsın ölsün ama bıraksınlar. Tabii ki bırakmayacaklardı, bu halinin gelmesini beklemiş olmalılardı;

“Giriş katında oturan adamın ismi ne?” sorarken ağzındaki bandı açmayı da akıl edebilmişlerdi. Bandı açan üçüncü biri olmalıydı, arkasından gelmişti ayak sesi, konuşanlar gibi, karşıdan gelmemişti kulağına. Gözünü de açtı ama bir süre daha neredeyse pek bir şey göremedi ışıktan başka. Ayağa kaldırıldı, sanki bir vinç kaldırmıştı, kendisinin ayakta duracak dermanı yoktu. Üstündeki giysiler makasla sanırım kesilerek üstünden alındı ve sıcak bir su başından aşağı tazyikle akmaya başladı. Bir fırça olsa gerek vücudunda gezerek çizikler bırakıyor ama sanki masaj yapıyor gibi rahatlatıyordu. Temizlenmiş olmalıydı sanırım, kağıdımsı bir ambalaj geçirildi üstüne ve arkası açık bir şekilde üstünkörü tutturularak, kaldıran vincin kolları yardımıyla onu bir sandalye üstüne bıraktı.

Görüntü netleşmeye başladıkça şaşkınlığı artıyordu. Son derece teknolojik her tarafı ayna olan bir odanın içindelerdi. Her taraf tertemiz, parlak ve ışık doluydu. Kendi oturduğu sandalye dışında başka hiçbir eşya yoktu içerde, aydınlatma bile tavana gömülmüş olmalıydı. Sandalyesinin altındaki mazgala akıyordu üstündeki tüm pislik. Zeminde farklı bir şey olmalıydı, sıçrayan sular bile mazgala doğru yönelmekteydi, etraf tamamen kuruydu. Aynaların ardında başkalarının olduğunu tahmin ediyordu, vitrinlerden seyrettiği televizyonlarda görmüştü bunları. Kötü bir şey yapmış olmalıydı Bay Kaplumbağa ama ne yapmıştı bu kadar kötü?

Arkadan gelen kişi gözüne bir kalemle ışık tuttu, ağzını açarak boğazına, kulağına baktı, sorgucularına onay verip, arkasında kayboldu.

Karşısındaki sorgucuları mavi gömlek ve lacivert takım elbiseleri, neredeyse takımla aynı renk kravatları ile istihbarattan gibilerdi. Elleri/Yüzleri temiz, konuşmaları düzgün, tırnakları/ayakkabıları bile bakımlıydı; kesin devlete bağlı çalışıyor olmalılardı. Böyle boş boş çevresine bakarken, soru tekrarlandı;

“Giriş katında oturan adamın ismi ne?”

Yüzünde kalan damlaları diliyle, dünyanın en lezzetli tadını alır gibi yaladı. Konuşmaya çalıştı, gerçekten de denedi ama sesi çıkmıyordu. Bu halini anlamış/biliyor olmalılardı. Zeminde karelerden oluşan bloklardan biri yükselerek göğüs hizasına kadar geldi, üstünde ışıklar belirince klavye olduğunu gördü. Alt tarafı ise kendi kadar açılarak yukarı geldi, monitörü oluşturdu. Ekranda aynı soru vardı, demek bu da hazırlanmış bir soruydu.

Elini kaldırmayı denedi, kaldırabiliyordu gerçekten de ama tam bir kontrol söz konusu değildi. Bölük pörçük yazabildi, “laplumbaa” ve sonrasında “bay” diye bitirdi.

Sorgucular gülmedi, kızmadı da; soru ve cevap ekranda kayboldu, yeni bir soru belirdi;

“Diğerlerinin ismi ne?”

Başlamadan yorulmuştu, çok uzun geldi bu sorunun cevabı. Dalga geçmek gibi bir niyeti yoktu, ne biliyorsa verecekti onlara, “kurty, kaplam, yılan, ayı, gor” yazarken soru/cevap kayboldu. Yeni bir soru belirdi;

“Binadakiler birbirleriyle nereden tanışıyorlar?”

Bunu okuyunca, sorguculara baktı, bir umut ışığı göremedi yüzlerinde, bilmiyordu çünkü. Klavyeye az daha kontrollü cevabını yazdı, “bilniyoruym”.

Yeni soru belirdi ekranda;

“Seni neden koruyorlar?”

Okuyunca, her türlü sıkıntısına rağmen tutamadı kendini ve gülmeye başladı. Sorgucular gülmüyordu tabii ki, birbirlerine baktılar bir süre sonra, elleri kulaklarına gitti; kulaklıkları olmalıydı orada, bir şey duymuş olmalılardı. Ne duydularsa, az önceki sakinlikleri gitmiş, telaşlı bir şekilde ayağa kalktılar ve sırt sırta vererek bellerindeki silahlarını çıkartıp aynalı duvarlara nişan alarak yerlerinde dönerek bakmaya başladılar.

Hiçbir şey anlamıyordu, hiçbir ses duymuyordu.

Az sonra önündeki monitör ve klavye zemindeki yerini aldı. Her bir yer karesinin kenarından bembeyaz sis gibi duman yükselmeye başladı. Kısa sürede bellerine kadar yükselmişti ve altı görünmüyordu. Bunlara anlam vermeye çalışırken, sorgucuların ardındaki kapı büyük bir hızla üstlerine fırladı. Çarpışmanın etkisiyle ikisi de sisin içinde kayboldu.

Kapının olduğu yerdeki duman dalga dalga merkeze doğru dalgalandı, tam ortada durdu. Sorgucuların ayağa kalkmaya çalıştıklarını görüyordu ama bir şeyle mücadele ediyor gibilerdi, güçlü bir şeyle. Birinin tek eli sisin üstündeydi ama elin altından hızla büyüyen bir sarmaşık gibi yeşil renkli bir yılanın havadaki kolu sarışını görebildi; kısa sürede kolu eline kadar sararak sisin altına çekti. Ne bağırış vardı ne debelenme sesi, sadece sisteki dalgalanmalar. Dalga arkasına doğru ilerledi ve kemik kırılma sesine emin olduğu ses kulaklarında yankılandı.

Ses ve sisteki dalgalanma sona erdiğinde hareket etmeyi denedi ama olduğu gibi yığıldı sisin içine. Heyecandan ya da güçsüzlükten olsa gerek bayılmıştı. Gözlerini açtığında, sürükleniyordu, kendisini sürükleyeni göremedi ama güçlü olmalıydı, o kadar hızlı ve sürtünmesiz ilerliyordu ki.

Yerde ilerlerken çevresindeki vahşeti görebiliyordu. Her taraf ceset doluydu; boynu kesilenler, göğsü boydan boya pençe olanlar, neredeyse ikiye katlananlar, mengenede sıkılmış gibi kalakalmış olanlar, boynu kırılanlar, el/kol/bacak parçaları. Bu görüntüler tekrar bayılmasını sağladı. Uyandığında binanın önündeydi ve yanına her bir daire sakinine özgü hediyeler yer almaktaydı.

Hepsi hayal miydi?

Rüya mı görmüştü?

Hiçbir zaman emin olamayacak mıydı?

Hayat tam da bıraktığı gibi devam etmekte görünüyordu.

Ne olduysa, geçti artık nefes verişiyle önünde karınca gibi kaldığı binaya baktı. Gördüğü manzarayla da nutku tutuldu; binadaki tüm sakinler camdan kendisine bakmaktaydı.

Bina, Kaplumbağa’nın, Ayı’nın, Kaplan, Goril, Kurt, Yılan ve Kartal’ın üst üste olduğu totemi oluşturmuştu. Gözünden yaşlar akarken, çevresine bakındı; gülmeye başladı. Tüm sokağı dolduran mırıldanması ve ezgisine başladı.

Totem’ine dua ediyordu.