Öykü

Adada Kısa Bir Yürüyüş

O sabah, faytonlarıyla ünlü adada heyecanlı bir bekleyiş vardı. Ada halkı, tarihinde ilk kez bir Başbakan’ı ağırlayacaktı. Program Bakan Bey tarafından yapılmış, faytonla gezinti, doğada kısa bir yürüyüş ve öğle yemeği planlanmıştı. Sadece hükümet yetkileri ve onların eşleri, öğretmenler, öğrenciler, esnaf, yerli halk değil, dükkânlar, yollar, ağaçlar, atlar, faytonlar, dağ, taş, her yer özenle hazırlanmıştı büyük buluşma için.

Başbakan’ı taşıyan donanma gemisi adanın tek limanına biraz zor da olsa yanaştı. İskeleye serilen kırmızı halının iki yanında ileri gelenler ve eşleri prova edildiği gibi ayakkabılarının uçlarını halının kenarına değdirecek şekilde inci gibi dizildiler, hazır ola geçtiler. Halının bittiği yerde de tüm ada halkı… Bando takımı hareketlendi. Şefin komutuyla coşkuyla çalmaya başladı. Bir parça iki, üç, sekize geldiklerinde artık yorulmuşlardı.

Başbakan nihayet halıya ayak bastığında saatlerdir bekleyenler işaret almış gibi alkışlamaya, hızını kaybetmiş bando şevkle çalmaya, bayraklar çılgınlar gibi sallanmaya başladı. Son zamanlarda iyice kilo alan, enine boyuna bir adam olan Başbakan, iri cüssesiyle zorlukla yürüyor, elinden hiç düşürmediği mendiliyle sıkça alnını, boynunu siliyordu.

Sıcak bir yandan, insanların sıktığı eli bırakmamaya çalışması diğer yandan, bitmeyecekmiş gibi görünen el sıkma kuyruğunun yarısında içi daraldı Başbakan’ın. Bakan Bey durumu anlayıp hemen müdahale ederek faytonun getirilmesini istedi. Elleri sıkılma şerefine ulaşanlar mutlu ve gururlu, elleri sıkılmayanlarsa hayal kırıklığıyla yanlara açıldı. Her yanı bayraklarla donatılmış, tertemiz yeni boyanmış göz alıcı fayton, gelirken ada “Ooo!” nidasıyla inledi. Faytoncu, siyah pantolon, kat yerleri açılmamış yeni alındığı her halinden belli bembeyaz gömleği ile gururla dimdik oturuyor, sinekkaydı tıraşı, briyantinli saçları çok uzaklardan bile fark ediliyordu. Bu çok önemli misafirin ağırlığını atlarından önce yüklenmiş ve günlerdir heyecandan uyuyamamış olmasına rağmen seçilmiş olmanın her insanda yaratabileceği hazla Başbakan’ın tam önünde arabasını durdurup faytondan atladı ve asker selamı verdi.

Ada halkı hep birlikte coşkuyla alkışladı. Başbakan kendi ağırlığını kaldıramadığından bakanın ve yetkililerin kibarca(!) yardımlarıyla binebildi faytona. Önde fayton, arkasında yaya olarak tüm adalılar tura başladılar. Atları her fırsatta sevdiğini söyleyen başbakanın sağdan, soldan, önden durmadan fotoğraflarını alıyordu gazeteci ordusu.

Ünalbey o sabah karın ağrısıyla uyandı. Yediğim şeyler dokunmuş olmalı diye geçirdi içinden. Dünden beri Abdullah etrafında pervane dönüp duruyor, durmadan önüne yem koyuyor, onu tımar ediyor, yelelerini fırçalıyordu. Bu kadar özene alışık olmayan Ünalbey tuhaf bir şeyler olduğunu hissetti. Her gün sabahtan akşama, yaz demeden kış demeden defalarca adayı bir baştan bir başa dolaşıp yorgunluktan ölmesine rağmen Abdullah hiç böyle yedirmez, böyle temizlemezdi onu. Hatta aç biilaç dolaştığı çok olmuştu. Eh işte Ünalbey! Bu kadar yemenin sonu budur, alışmamış midede yemek durmaz diye geçirdi içinden.

Abdullah’ın hareketlerinden iyice işkillenen Ünalbey’in aklına yine Ayşe geldi. Bu adam durduk yere beni beslemez, beni temizlemez diye düşündü. Ulan şimdi de ben mi gideceğim sucuk cennetine? diye endişelendi. Abdullah, en son Ayşe’yi götürdüğü zaman böyle davranmış, götürmeden önce Ayşe’yi de bir güzel doyurup temizlemişti. Karnı daha çok ağrımaya başladı.

Bu arada “Sucuk Cenneti” atlar arasında bir deyim. Çok eskiden atların kulağına biri fısıldamış ve yıllar boyu attan ata anlatılmış bir hikâyeden çıkmış. Hikâyeye göre etobur insanlar, hayvanları farklı şekillerde yermiş. Bazılarını ateşte pişirir, bazılarını sıcak suda haşlar, bazılarını -at gibi, eşek gibi etini pek yavan bulduklarını- da sucuğa çevirirmiş. Ünalbey faytonun önünde iskeleye giderken görürdü kasap dükkânındaki asılı sucukları. Abdullah ona kızdığında sucukları gösterip “bak geleceğine!” der, sonra da bir kahkaha patlatırdı. Ünalbey, bembeyaz, son derece güçlü kuvvetli bir attı. Güçten düşmedikten sonra sucuk cenneti uzak görünüyordu ama yine de Abdullah’ın bu telaşı pek hayra alamet gözükmedi gözüne.

Tur tamamlanınca yanına koşup el uzatan yetkililere yaslanarak faytondan indi Başbakan. Abdullah yine atik bir hareketle aşağı atlayıp selam verdi. Başbakan bu kez, belki de ilk kez, tebessüm edip başını hafifçe öne eğdi. Çılgınlar gibi alkış tufanı koptu. Bu, ada halkı için büyük onurdu.

Şimdi ağaçlıklı yolda kısa bir yürüyüşle adanın temiz çam havasını koklayacak, doğayı ne kadar sevdiğini söyleyecek, yirmi adım attıktan sonra da şölen çadırına gidecekti ki… Olan oldu. Başbakan iki adım attı ve at pisliğine basıverdi. Oysa tüm önlemler alınmış, atların altına bez bağlanmıştı ama nasıl olduysa bezden kaçıvermiş bir öbek, Başbakan’ın tüm ağırlığıyla ezilip yolla aynı seviyeye… Gazeteciler durmadan fotoğraf alıyor, şoku atlatan başta Bakan Bey olmak üzere tüm yetkililer, Başbakan’ın paçalarını temizlemeye çalışıyor, ancak her yanına daha çok bulaştırıyorlardı. Adada sesler bıçakla kesilmiş gibi bir anda kesildi. Başbakan kıpkırmızı suratı, temizleme çabaları sonunda pantolonuna iyice bulaşan at pisliğiyle adalılara dikti gözlerini. Böyle ne kadar durdular belli değil; kimine göre bir dakika, kimine göre yirmi… Sonunda sessizlik yerini mırıltılara bıraktı. Ne olduğunu göremeyen, merakla yanındakine soruyor, bilen bilmeyen, gören görmeyen herkesin bir ağızdan konuşmasıyla ortalık çalkalanıyordu. Bayrak tutan eller güçlerini kaybedip aşağıya sarktı, gülen yüzler asıldı, gelecek günlerin kâbusu ada halkının üzerine çöktü.

Bakan Bey, bundan sonra başına ne geleceğini tahmin edebiliyordu. Başbakan’ın kindarlığı herkes tarafından bilindiğinden bundan sonraki seçimlerde değil bakan olmayı düşünmek, belki de istifasını vermek zorunda kalacaktı. Keşke hiç ısrar etmese, buraya gelmesi için yalvar yakar olmasaydı. Donanmaya bindirilen Başbakan’ın ardından iskelede bir süre kalakaldı, sonra hırsla Hükümet Konağı’na gidip yetkiliyi çağırdı. Onun odasında, onun koltuğuna oturmuş, karşısında ne yapacağını bilmeden süklüm püklüm duran yetkiliyi azarlamaya başladı.

“Görüyor musunuz yaptığınız kepazeliği? Bir çuval inciri berbat ettiniz. Bu ihmalkârlığınızın yüzünden başımıza neler gelecek kim bilir? Doğma büyüme adalıyım diye, ada çocuğuyum diye, bu ada için, sizler için, günlerdir Başbakan’ın kapısında yatıp kalkıyorum haberiniz var mı? Rezil, rüsva ettiniz beni. Bunun cezasını size ödeteceğim! Sizi sürüm sürüm süründüreceğim!” Bir sürü tehdit ve fırça.

Aynı fırçalar silsileler halinde devam etti. Yetkili bir alt yetkiliye, alt yetkili müdüre… Müdür de faytoncuya söylemediğini bırakmadı. Dışarıdan duyulduğu kadarıyla şöyle bağırıyordu;

“Bir atın kıçına sahip çıkamadın… Yaptığına bak. Tüm atları öldürecekler, hepimizin anasını… Atının boku yüzünden hepimiz… İşsiz kaldık lan… Senin o atın yüzünden…”

Müdür’ün sesi bir süre sonra kesildi, şangur şungur eşya kırılma sesleri gelmeye başladı.

Abdullah bembeyaz gömleği gibi bembeyaz yüzüyle odadan sessizce çıktı. Ahıra gidip Ünalbey’in karşısına geçti;

“Hepsi senin yüzünden, yıllardır yedirdim içirdim, temizledim seni, neyini eksik ettim ha neyini eksik ettim? Bana bunu mu yapacaktın? Tüm ada kan ağlıyor. Ekmeğimizden ettin bizi. Rezil olduk tüm ülkeye. Yazıklar olsun sana verdiğim tüm emeklere…”

Abdullah bir yandan bağırıyor, bir yandan ata vuruyordu. Ünalbey neler olduğunu bir türlü anlayamadı. Biraz önce içindekini boşaltınca rahatlamış, keyfi yerine gelmişti hâlbuki. İçinden, şuna bir tekme atmalı diye düşündü ama yapmadı. Böyle durumda tüm atlar sıra dayağından geçirilirdi. Kaç kere gelmişti başlarına.

Abdullah vurdukça vurdu. Tatmin olmamış, hırsı geçmemiş olacak ki bu kez kırbaçla vurmaya başladı. Çok kırbaç yediği olmuştu Ünalbey’in. Faytona sürülen tüm atların kaderinde vardır kırbaçlanmak. Fakat bu kez hepsinden farklıydı. Sonu gelmiyordu darbelerin. Dayanmaya çalıştı, şimdi durur dedi, durmadı, kırbaç şaklamaya devam etti. Ünalbey’in gücü tükendi, önce dizlerinin üzerine çöktü sonra yan yattı, titremeye başladı. Son bir gayret kalkmaya çalıştı, kalkamadı. Gövdesi kan içindeydi. Zor nefes alıyordu. Abdullah başına çöküp ağlamaya başladı. Ünalbey bembeyaz bir yol gördü gözlerini kapattığında. “Sucuk Cenneti” yazıyordu o yolun sonunda.

Nurdan Atay

Endüstri mühendisiyim. Mesleğimi çok uzun süre yaptıktan sonra rotamı edebiyat çalışmalarına çevirmeye karar verdim. O tarihten beri de yazıyorum. İkinci üniversite Edebiyat okuyorum. Bir grup yazan/yazar arkadaşımla birlikte her ay Kil-Tablet adında öykü fanzini çıkarıyoruz. Ağırlıklı olarak öykü ve tiyatro oyun metinleri yazıyorum. Okumayı, seyahat etmeyi, film izlemeyi, yogayı, el sanatlarından becerebildiklerimi yapmayı, doğayı, öğrenmeyi, araştırmayı seviyorum.

Adada Kısa Bir Yürüyüş” için 13 Yorum Var

  1. Merhaba, keyifli bir öyküydü. Adalar ve atlar… Maalesef böyle de bir gerçek var. Siz yine başarılı bir kurguyla ve esprili bir dille temanın hakkını vermişsiniz. Anlatım akıcıydı, sahneler gerçekçiydi.
    Kaleminize kuvvet 🙂

  2. Hoş bir öykü olmuş. Atın gözünden bakarak öyküyü yansıtma fikrini de sevdiğimi söylemeliyim. Elinize sağlık.

  3. Çok beğendim. Üsluba o kadar hakimsiniz ki, usta bir yazarın kısa öykülerinden birini okuyormuşum gibi hissettim.

    Hikayenin gidişatı sizin arzunuz sonucu böyle gelişti tabii ama ben farklı bir son beklerdim. Nasıl desem, azıcık daha dramatik…
    Tabii bu benim görüşüm, hikayenize kusur bulmak haddime değildir.

    Elinize sağlık. İyi günler.

    1. Teşekkür ederim güzel sözleriniz için. “Sucuk Cenneti” ile bitirme nedenim aslında trajikomik bir öyküyü trajediyle boğmamak içindi. Yine de gidişat onu bekletiyor da olabilir tabii. Ayrıca görüşünüzü kusur olarak görmek mümkün değil. Sonuçta farklı gözlerin değerlendirmesi hep söylediğim gibi ufuk açıcı oluyor.

  4. Gayet hoş bir öyküydü. İnsanların hep suçlayacağı birileri oluyor maalesef. Atımıza yazık oldu. Ellerine sağlık. ?

  5. Karakterler arasında gidip gelmeniz güzel olmuş. İki farklı noktadan başlayıp ortada buluşmak gibi. Başbakanın tepkisini vermemeniz de gerginliğin dozunu artırmış. Bazen savunmak için üzerimize geçirdiğimiz zırh bizi yorup daha fazla hasara yol açabiliyor.

    Kaleminize sağlık.

  6. Gayet hoş bir öyküydü. İnsanların hep suçlayacağı birileri oluyor maalesef. Atımıza yazık oldu. Ellerine sağlık. 😀

    1. Teşekkür ederim Ahmet Can. Suçlama konusunda haklısınız, hele bürokratik hiyerarşi varsa eyvah eyvah…

  7. Güzel ve etkileyiciydi. Atın gözünden olayı anlatmanız ayrı bir tat katmış. Elinize sağlık 🙂

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *