Öykü

Rüya Prensesi Amca’nın On Ölüm Şarkısı

Ruhu bedenden kaçırmak zor iş. Zaman alıyor. Geceleri uyandığımda sonsuza kadar vaktim varmış gibi hissediyorum. Yaptıklarımın diyetini ödemeden gidemem. Klişe batağındaki kasabanın huysuz palyaçosuyum. Dişlerim eskisi kadar keskin değil. Patronum, hayatını mahvettiğim için benden nefret ediyor.

Çocuklar kâbuslarının tek sorumlusuyla karşılaşınca gülüyor. Kadınlar yüzlerini buruşturup bakışlarını kaçırıyor. Erkekler, kadın mı yoksa erkek mi olduğumu anlamaya çalışıyor. İlk ihtimal için çüklerini sıvazlıyor. İki ihtimalin de tam ortasındayım. Bir günüm diğerini tutmuyor.

Eskiden böyle sorgulamalara girecek kadar uzun yaşamazlardı.

Ben. Rüya Prensesi Amca. Şanımı anılar mezarlığına gömdüm. Posta kutum ağzına kadar dolu. Kurtulmak istediğiniz çocukları yediğim, onlara işkence ettiğim hizmetlerim günler geride kaldı.

Artık dişlerimi fırçalıyorum.

* * *

Bir hikâyenin içinde yaşadığımı bilmiyordum. Bilmemem gerekiyordu. Orospu çocuğu biraz becerikli olsaydı, gerçeği asla öğrenemezdim. Yaşanan onca eğlence, kırılan sayısız boyun, köşe bucak kovaladığım kadınlar… Birkaç Fransız şair okuyup yazar olduğunu zanneden gösteriş meraklısı bir itin oyunuymuş.

İt iti ısırmaz derler.

Boş zamanlarımda Türkçe öğreniyorum. Bu konuya daha sonra geleceğim. Çünkü kervan, yolda düzülür.

Bir gece kapımı çaldı.

“Artık yapamıyorum. Tıkandım,” dedi. Hangi piçin babası bu acaba, diye düşünürken gerçekleri tek tek saydı.

“Beni bu bok çukurundan kurtarman lazım,” derken yüzündeki mide bulandırıcı umudu gördüm. Gerçekleri idrak etme aşamasındaydım. Umudu kahvaltıda ekmeğe sürüp yiyen, kaba, katil ve çirkin bir insandım.

Kariyerime, kanını içtiğim çocuklara, evlerini yaktığım masum insanlara uyduruk birer hayal olduğumuzu söylüyordu.

“Keşke bunu yapmasaydın,” dedim. “Keşke evime hiç gelmeseydin.”

“Burada değilim ki. Masamdayım.”

Kapıyı suratına çarptım. Aramızdaki kapıya güvenerek bağırdım: “Bi daha buraya gelirsen o kalemi götüne sokarım!”

* * *

Cenap Şahabettin çok ilgimi çekiyor. Kendisiyle evini kundakladığım bir adamın duvarında tanıştım. Tabloyu yangından kaçırırken ev sahibiyle çarpıştık.

Resimdekinin kim olduğunu sordum, söyledi. Evi sen mi yaktın, diye sordu. Söyledim. Birkaç mısra okur mu, merakımı küfrederek karşıladı.

Türk şiiri böyle bir şey miydi? Polisi arayacağını hatırlatınca keskin dişlerim devreye girdi. Sanat, sanat içindi. Yırtıcı pençeler narin boyunlar için.

Türkçe öğrenen Fransız bir seri katil düşüncesi kulağa eğlenceli geldi. Eve gidip tablonun isini sildim.

Türk şairleri gerçekten de çirkindi.

Postanedeki adres defterinden kasabada yaşayan Türk vatandaşlarının adreslerini aldım. Şimdi hepsiyle mektup arkadaşıyız. Öyle kelimeler öğretiyorlar ki… Kendimi zengin hissediyorum.

Özellikle bir hanım, bağlaç olan de’leri ayırabildiğimi fark edince gösterdiği coşkuyla incinmiş ruhumu hayata bağladı.

Ona cinsiyetler hakkında ne düşündüğünü sordum. Bu konuları konuşmak için yanlış çağda yaşadığımızı söyledi. Mektupla birlikte bir de fotoğrafını göndermişti. Çirkindi. Benim hiç fotoğrafım olmamıştı. Çirkindim. Kadına cevap olarak günü gelince bu fotoğrafları elektronik ortamda birbirimize iletebileceğimizi söyledim. Postama yanıt vermedi.

Hangi çağda yaşadığımızı düşündüm. Üstünde yaşayanların bile adını unuttuğu bu kasabada, zaman bir çemberdi. Dün, bugün ve yarın zaten yaşanmıştı. Sadece sırası gelmiyor – Geliyor – Geçiyor. İşte tüm kum taneleri burada duruyor. Akan, sırasını bekleyen, rüzgârda uçuşan. Hepsi işte burada duruyor. Dağların, tepelerin ardında. Kasabada, şöminede yanan ateşte. An’lar iyi ya da kötü demeden ısı ve ışık saçıyor. An’lar sonsuz gecemin meşaleleri.

Türkçede dil devrimi çoktan yapılmış gibi hissediyorum. Mektuplaştığım hanımlar Arap harfleriyle yazmıyor. Hepsi de bağlaçlar hususunda en az prenses amcaları kadar hassas. 1900’lerin başı.

Tüm bunları fark edebiliyor olmama şaşıyorum.

Patronum işleri iyice berbat ediyor. Çok açık. Günler, haftalar birbirine giriyor.

* * *

Şöminenin başında, sallanan sandalyedeyim. Karnım aç ama yerimden kalkamayacağım. Zemin sarsılıyor. Canını aldığım çocuklar, turistik gezi için toplanıp kapıma mı geldiler acaba, diye düşünüyorum.

Hayaletler katillerinin yüzünü hatırlar.

Hepsi için üzülüyorum. Ölürken kendi yüzümü görmek istemezdim.

Hepsi için öfkeleniyorum. Onları kendi isteğimle öldüremedim. İpler hiç benim elimde olmadı. İpleri çekip koparttığımı hissediyorum.

Emekliler lokalinden cevap bekliyorum. Katiller sendikasında gruplaşmalar var. Cinayet için sadece diş ve pençenin yeterli olmadığını öne sürüyorlar. Meselenin kadın mı yoksa erkek mi olduğuma dair yayılan dedikodulardan kaynaklandığını biliyorum. Belki son bir büyük görev için tırnaklarımı törpüleyip hepsini ortadan kaldırmalıyım. Ama onlara ihtiyacım var.

Artık dişlerimi fırçalıyorum. Sosyal bir emekli olmak istiyorum.

Sarsıntılar gittikçe artıp aniden sonlanıyor. Şömineden kararmış bir kâğıt parçası düşüyor.

Üzerinde hem Türkçe hem de Fransızca lütfen yazıyor. S’il vous plaît. Kâğıdı buruşturup atıyorum. Duvardaki tabloda hareketlilik var. Yerlerde kum taneleri uçuşuyor. Rüzgârın kaynağı belli değil. Göz çapakları duvarlara yapışmış. Oysa yeni sildirmiştim.

Tabloda avının üstüne çullanan bir kurt sürüsü var. İri kurtlar. Vahşi. Hareket avın kendisinden geliyor. Çelimsiz bir adam kurtların şaşkınlığından yararlanıp ayağa kalkıyor. Kan ter içinde, gözlerini bana çeviriyor.

Sesi duyulmuyor ama yalvardığı her halinden belli.

Tamam, diyorum. Hadi gel. Sana yardım edeceğim. Senden nefret ediyorum. Gözlerini oymak yerine gerçek bir final bölümü yazacağız. Beraber. Senin bilmediğin kuralları biliyorum. Senin var olamayacağın bir dünyaya aidim. Her şeyin farkındayım. Artık oyuna devam edemem.

Elime çalı süpürgesini alıp tozları süpürmeye başlıyorum. Kapı çalıyor.

“Sofrayı donattım, tam senin sevdiğin gibi.”

Hiç hoş gelmediğini biliyorum. Sofranın donanmasına diyecek lafım yok. Masanın tek eksiği közde çocuk kalbi. Hemen tamamlanıyor. Her medeni insan gibi ciddi konuşmaları yemek esnasında yapıyoruz.

Seni öldürmem gerek, diyor. Ağzına attığı küçük bir çocuğun parmağı.

Tatlı niyetine beklettiğim masadaki son parmak.

Hatasını o da fark ediyor. Kâğıt kalem çıkartıp kâseler dolusu ballı çocuk parmağını masaya ışınlıyor.

“Öldür o zaman, madem senin için burada her şey o kadar kolay.”

“Seni öldürmek değil. Sen benim başyapıtımsın. O kadar iyi yazıldın ki seni ortadan kaldırmak imkânsıza yakın.”

Gururum okşanıyor. Hemen sonra kendini beğenmiş tavrı midemi bulandırıyor. Başarımı paylaşmak istemiyorum.

Sofradan kalkana dek bütün planı enine boyuna tartışıyoruz. Ona yapması gerekenleri anlatıyorum. Ama önce tek gecelik müsaade istiyorum. Ziyaret etmem gereken bir hanım var.

* * *

Beni görünce o kadar korkuyor ki kendisine gelsin diye ona ezberden biraz Cenap Şahabettin okumam gerekiyor:

“Nâ’şın üstünde şimdi ey mürde
Başladı parça parça pervâze
karlar
Ki semâdan düşer düşer ağlar!” [*]

Birkaç mısrayla cevap verir, romantik bir ilk buluşma yaşarız diye bekliyorum. “Sen delisin,” diyor.

Nereden anladığını sormak lüks geliyor. Cebimden bir cihaz çıkartıyorum.

“Bak, bunun adı cep telefonu. Tuş kilidini 1928 koydum. Tuşlara basıp kilidi açacaksın. Zamanı gelince sana ulaşacağım.”

Kadını orada bırakıp eve dönüyorum. Hazırlıklarımı tamamlamam gerekiyor. Dünyaya geleceğim.

 * * *

Eski patronumun açtığı geçitten geçip karanlığa ulaşmak günlerimi aldı. Islak boyaların arasında bata çıka yürüdüm. Karnım acıkmadı. Susamadım. Dişlerimi fırçalamaya kalktığımda tüpten macun yerine boya döküldü. Bu zararlı maddeyi ağzıma götürmeyi reddettim.

Geçit bir tablonun indeydi. Herifin dediğine göre içinde yürüdüğüm bu çirkin dünya benim portreme aitti. Orada kendimi bulmalı ve dışarı çıkmalıydım.

Ardımda asla kurumayan ayak izleri bıraktım. Nedense daha sonra bu bilgiyi hatırlayıp neşeleneceğimi hissediyorum.

Dünyanıza geldiğimde beni keyiflendiren tek şey bıraktığım ayak izleriydi.

Portrede kendimi buldum. Taburede oturan, mutsuz ve çirkin bir insan. Elimi uzattım. Elini uzattı.

Sonra fırlatıp attı beni. Bizi. Bir tiyatro oyununun tam ortasına düştüm. Seyirciler bu boyalı, darmaduman canlının sahneye ani girişiyle devasa bir alkış tufanı kopardı. Oyunun başrolü final perdesi için sahnedeydi.

O ana kadar şahsımı canlandıran aktör perdenin kenarından bana el sallıyordu. Hayalleri gerçek olmuştu.

Buraya gelebilmem için aynı anda birilerinin maceralarımı okuması, portreme bakması ve Rüya Prensesi Amca’yı sahnede canlandırması gerekmişti. Hatta yaşlı bir kadının adıma bestelenen şarkıyı ıslıkla mırıldanması dahi söz konusuydu. Şimdi sahnedeydim. Rolümü hatırlamaya çalıştım.

Gözümdeki çapakları silerken o geldi. Patron.

Daha güçlü gözüküyordu. Yüzüne kan gelmiş. Evladını görünce gülümsedi. Benim biraz moralim bozuldu. İlk canlı performansımdı. Motivasyonumu yüksek tutmaya çalıştım.

Sahnenin kalanına göz gezdirdim. Ufak bir çocuk yurdu dekoru. Yataklardaki çocuklar dehşet içinde en büyük kâbuslarına bakıyor. Korkuları gerçek. Bu oyunda rol yapan kimse yok. Seyirciler ve yazar dışında kimse memnun değil.

Paçalarımdan boya damlıyor. Hazırda bekleyen benzin bidonunu alıp yerlere dökmeye başlıyorum. Çocuklar çığlık atıyor. Onlar bağırınca ben de bağırıyorum. İçimdeki emekli ayağa kalkıyor. Rüya Prensesi Amca’dan son kez korkuyorlar. Emekliler lokalindeki ırz düşmanlarının dev kapanışı görmesini diliyorum.

Boyalı ellerimle kibriti tutuşturmaya çalışıyorum. Seyircilerin arasında bazı kadınlar öğürüyor. Benzin kokusu genizlerini yakmış. Elimdeki kibrit o zaman anlam kazanıyor. Tekrar deniyorum.

Yanıyor. Omzumun üstünde birisi ateşe üflüyor.

Sönüyor.

Sırtımdan böğrüme doğru giren bıçak nefesimi kesiyor. Dünyanızda aldığım yüz yirmi dördüncü nefes yarım kalıyor. Arkamı döndüğümde patronumla karşı karşıya geliyoruz. Bana sarılıyor.

Neden, diyorum. Neden sırtımdan bıçakladın. Böyle konuşmamıştık. Gözümün içine bakacaktın. Anlayacaktın. Rüya Prensesi Amca olmak ne demek, öğrenecektin.

Kuru dudaklarını kulağıma iyice yapıştırıyor.

“Yalan söyledim.”

Kibrit kutusu gürültüyle yere düştü. Saçılan kibritlerin sesi kulaklarımdaydı. Diğer elimi hatırladım. Cep telefonunu çıkarıp havaya kaldırdım. Cevdet Kudret olmasaydı bu açmazdan çıkamayacağımı biliyordum.

An’ın fotoğrafını çekip taslaklarda kayıtlı olan bir parçayla birlikte sahibine gönderdim:

“Toprak, kemiğimden etimi soyan
Hırsız, kanlı katil, kefen soyucu!
Bütün uzuvlarım bana darılmış
Kulağım unutmuş artık sesimi;
Hepsi ayrı ayrı hayale dalmış
Bu omuz, bu ayak bu el benim mi?” [**]

Dünyaya gelmem için resimler çizilmeli, oyunlar oynanmalı, hikâyeler okunmalıydı. Dünyadan gitmem için dahası gerekti. On Ölüm Şarkısı zamanı ve mekânı kırdı.

Şüphe. Artık mesajı gönderdiğim kadının yüreğinde büyüyecek bir zehir. Yazar eğer kasabama geri dönmeye kalkarsa hoş karşılanmayacak.

Dizlerimin üstüne çökerken ayakta alkışlanıyorum. Şahitlerin huzurunda hayatıma veda edeceğim. Amcalarından son kez korkan çocukların huzurunda.

Telefon boya ve kan birikintisinin ortasında ışıldayıp duruyor. Ölürken cihazın ekranında kendi yüzümü görüyorum. Çok çirkinim.

Şarkılar kesiliyor. Portrem hafifçe titreyip duvardan düşüyor.

Ayak izlerim orada. Biliyorum. Yazarım, bıçağı sırtımdan çıkartıp vahşice havaya kaldırıyor. Seyirciler zevkten kafayı yemek üzere. Dünyanın en kültürlü gladyatör arenasındayım. İt ite kahkahalarla gülüyor.

Akan kanın ne kadarı boya, ne kadarı kendi canım merak ediyorum.

Telefona mesaj geliyor:

“Gittiniz, gittiniz ey mürgan,
Şimdi boş kaldı ser-te-ser yuvalar,
Yuvalarda -yetîm-i bî-efgan:-
Son kalan mâi tüyler kovalar
karlar
Ki havâda uçar uçar ağlar.” [*]

Ayak izlerim orada.


[*]: Elhân-ı Şitâ, Cenap Şahabettin
[**]: On Ölüm Şarkısı, Cevdet Kudret

Onur Selamet

1993 İstanbul. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema ve Televizyon Bölümü mezunu. Çeşitli kısa ve orta metraj film projelerinde yer aldı. Öyküleri kimi dergi ve fanzinlerde yayımlandı. 2013'ten beri üç arkadaşıyla birlikte Marşandiz Fanzin'in makinistliğini yapmaya devam ediyor. İlk öykü kitabı "Ölü Dalgıcın Sonbaharı" ise Eylül 2018'de yayımlandı.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Avatar for ozbabur ozbabur says:

    :clap::clap::clap:

    merhaba,
    çok keyifli bir öyküydü. Onur Selamet imzalı öyküleri -bulabildiğim kadarını- çok büyük bir keyfile, zevkle, neşeyle okuyorum. aslında tüm öykülerinizi bir kitap altında okumayı çok istiyorum. hani kitaplığımda dursun, arada açıp bir öykü okuyayım. eğleneyim hatta öğreneyim. zira sizin öykülerinizi keşfedişimden bu yana kendi kalemimde epey değişiklik oldu iyi anlamda. sınırları nasıl zorlayabilirim, dille ve kelimelerle nasıl oynayabilirim, vurucu etkiyi nasıl ve nerede verebilirim… gibi pek çok noktada yol gösterici oldu öyküleriniz.
    bu öyküden alıntı yapmak istiyorum en sevdiğim yerleri ama öyle çok ki “işte bu” dediğim yerler, o sebeple beğenimi ifade etmekle yetineyim.
    kaleminize kuvvet.

  2. Merhabalar,

    Öykünüzü iki kere okudum. Aslında ilk okuduğumda da bir tat bırakmıştı zihnimde. Fakat ikinci okuyuşta asıl lezzete daha fazla yaklaştığımı inanıyorum. Anlaşılmazlık ya da başka bir sebep değil bu okumadan keyif alma işi. Biraz daha okuduğum zamanın koşullarındaki halimle alakalı.

    Kurguya geçersek her okumada yakalayacağım yeni detaylar olduğunu seziyorum. Bu içeriğin yoğunluğuyla alakalı ki bunu boğmadan yapmış olduğunuz için okurda kopma da olmuyor. Zaman algısıyla oynama şeklinizi bir hayli sevdim. Ve “Hangi çağda yaşadığımızı düşündüm.” cümlesiyle başlayan paragraf yıldızlı kısımlardan oldu diyebilirim.

    Rüya Prensesi Amca’nın kabalık seviyesinin en iyi verildiği öykü olabilir. Gördüğüm kadarıyla daha çok korku unsuruna yönelmiştik seçkide. Nüktedanlaşabilen bir küfürbazlık da karaktere oturmuştu. Dönem esintilerinin kapsamı da genişletilmişti.

    Genel olarak bu yorumun gecikmesine sebebiyet veren detaya da gelmek isterim. “Geçit bir tablonun içindeydi.” Cümleyi birkaç kere yineledim. Portal olarak kullanma fikri beni gereğinden fazla etkiledi çünkü bunu birebir de kullanmıştım ( başka bir evrende ters yansımasını, dış dünyadan fantazyaya basamak olarak kurgulamıştım). Çok şaşılacak bir detay değildi belki de bilemiyorum ama beni tepkisizliğe itti. Sonra düşününce belirtmenin bir sakıncası olmaz diye düşündüm. Başlangıçta kendi kendime alınmak komikti aksine; kendince büyük finalinin o kadar da devasa olamadığını gören yazan egosunun yıpranışı ve kapanış :smiley:

    Tüm şizofrenik tartışmalarımı tükettikten sonra tekrar kaleminize sağlık diyorum! İlhamınız bol olsun.

  3. Merhaba Öznur Hanım,

    Güzel yorumunuz için teşekkür ediyorum. Bu kadar sıkı bir okuru hak edecek kadar şanslı olmamam gerekiyor, o yüzden biraz tuhaf hissediyorum.

    Kitap için, belki bir gün diyelim. Şimdilik. :slight_smile:

    Eksik olmayın.

  4. Merhaba Ezgi Hanım,

    Keyif alabilmenize çok sevindim. Rüya Prensesi Amca’yı ilk hayal ettiğim andan beri, aklımdaki bütün konuşma balonları argo ya da kaba sözcüklerle doluydu. Karaktere oturmasa, benim için çok acı olurdu. :slight_smile:

    Ortak bilinç çok yaygın bir konu. Sonuçta hepimiz portalların her türlüsüne hazır olmamız gerektiğini öğrenerek büyüdük. :stuck_out_tongue:

    Detaylı yorumunuz için teşekkür ediyorum. Selamlar.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for darlyopus Avatar for ozbabur Avatar for zencefilos