Öykü

Mahşerin Dört İntikamı

O gece her zamanki gibiydi, geçirdiği diğer tüm gecelerden hiçbir farkı olmamakla beraber içindeki korkunç duygular bir nebze olsa bile azalmamıştı. İçinde bulunduğu bu tüyler ürpertici durum onu hiç olmadığı kadar sıkıştırıyor ve yaşama olan inancını saniye saniye kaybediyordu. Sanki kanı damarlarından çekilircesine beyazlaşıyordu yüzü geçmişini düşününce. Toplum tarafından zorla itildiği ve içinde bulunmak zorunda bırakıldığı bu yalnızlığa bakıyordu aynasında. Hafifçe titreyen elinde üzerinden dumanı tüten kahvesi ile aynada sanki ruhunun bembeyaz olan yüzünden çıkıp gidişini görüyordu. Nasıl bu kadar kaybetmiş olabilirdi? Yağan yağmurun çatıya vururkenki sesi benzin gibi düşüyordu sanki yanan kalbinin üzerine.

Tüm suçlu kendisi miydi sanki? Ya onu bu duruma iten toplum hakkında ne demeliydi? Balkona çıktı. Tek eli ile korkulukları kavrayıp, kahvesinden bir yudum alarak gözlerini gökyüzüne diktikten sonra toplumun değer yargılarındaydı sıra. Elinde olsaydı hepsinden intikamını almak istemez miydi? Kendi varoluşunun, kişiliğinin ve yaptığı hiçbir şeyin aslında hiçbir değeri olmadığını düşündü yine. Keza hem insanlar arasında hiç fark edilmiyor hem de kötü biriydi insanların geneline göre. Sertti. Kuralları vardı. Rahatça silebilirdi yalan söyleyen herkesi, annesini bile. Onu bu hale getiren de toplum değil miydi yine? Yüzüne karşı söylenen yalanları sindirmemiş miydi? Haklı çıkmamış mıydı hep? Yine de var olmak için dikkat çekmek gerekiyordu. Yoksa dünyanın en iyi insanı bile olsan yalnız olmak kaçınılmazdı. Maddi şeylere sahip olup, onları insanların gözüne sokmak, iyi görünmek şarttı. İyi olmak ise bir gereklilik olmaktan çıkmıştı çoğu zaman. Keza çoğu insan iyi de olsanız, kötü de olsanız sahip olduklarınızı önemsiyordu zaten, ya da kimse tanımaya bile çalışmıyordu onu dikkat çekmediği için.

“Toplum… Seni bir oyuncak gibi bozuyorlar ve bir kenara tükürüyorlar. Sonra kötü olduğun için seni suçluyor, ardından itiyorlar da itiyorlar… Adalet bunun neresinde?!” diye geçirdi içinden yıldızları izlerken yumruğunu sıkarak sertçe. Ona kabuslar veren bu toplumdan uzaklaştıkça daha da kötü hissediyordu kendi içinde. Onlar gibi olmalıydı ya da yok olmalıydı. Yok… Kafasında kinayeli bir şekilde çalan “Happy to Hang Around – Travis” şarkısını bir türlü susturamıyordu diğer yandan. Yok olmak derken kastettiği oradan oraya zıplamakken eskiden, şimdi var olamıyordu kimse için.

Var olmak… Birinin ya da birilerinin size ihtiyaç duyması kadar basit aslında. Çoğu insanın çocuk yapmasının sebebi de bu sanırım. Yumruğunu daha fazla sıkarken onun hiçbir zaman bir çocuğu olamayacağını geçirdi aklından. Uzayan tırnakları batarken, kanayan avuç içi ona yaşadığını hatırlattı. Hala ölebileceğini bilmek güzeldi, nefes almak kadar. Çünkü seçim hala kendisinindi. En azından bu konuda özgürdü. O çok güzel sevmişti hep. Sevmek… Kime göre, neye göre güzel? Ama buna oldukça emindi diğer yandan. Güzel sevmişti o. Sanırım insanların düşen gözyaşlarında kendilerini öldürdüklerini düşündüğünden ve sanırım saç tellerini saydığı için böyle düşünmüştü. Tam on iki bin üç yüz yirmi iki saç teli saymıştı şimdiye dek. Unutamazdı.

İnsanların evcil hayvanlar gibi olduğunu düşünüyordu hep, kim olduğumuzu yaşadığımız toplum belirliyordu. Bizi yaratıyorlardı deyim yerindeyse. Bizi bir hamur gibi yoğuruyor iyi ya da kötü bir bireye dönüştürüp, kötü olanları ise çöp bidonlarına koyup yakıyorlardı. Güçlü olanlar tutunabiliyordu, bazıları intihar ediyor; bazıları ise hapse düşüyordu. Peki gerçekten suç tamamen bizim miydi? Sürekli aldatılan ve ailesi tarafından bile yalan söylenen biri gerçekten suçlu muydu? Bize böyle olmayı gerçekten kim öğretmişti? Acıyı kim öğretmişti bize? Hiç bir şey bilmeyen bir bebeğe bile… Konuşmayı öğretir gibi…

Peki neden? Neden kirletmek bu kadar kolayken kimse kurtarmak için çaba göstermiyordu? Bir insanın gözlerine bakmak, dinlemek, anlamak ve gülümsemek zor muydu bu kadar? Fakat başkalarının acılarını paylaşmak yerine zevklerini paylaşan bir toplumun içinde anlaşılmak zordu. Acılarının anlaşılması için bile bir şeylere sahip olmak zorunda olduğunu hissetti. Bu onun için ruhunu satmaktan farksızdı. Anlaşılmanın bile bir fiyatı mı vardı? Ya da fark edilmenin, doğum gününün kutlanmasının? Bir fiyatı mı vardı duygularımızın? Tüm hediyeler karşılığında bir hediye beklenerek mi veriliyordu?

Bir an için duraksayıp onu saat başı uyandıran kabuslarını düşünmeye başladı. Şiddet içeren rüyalarında mutlu olabiliyordu bir nebze de olsa. Çünkü intikam alabiliyordu onu yok eden insanlardan. Rüyalarında mahşerin dört atlısına dönüşüyordu. Dördü birden oluyordu, sanki Allah tarafından verilen bir hediyeydi bu ona. Lanetli bir hediye. Onu hem bağırarak uyandıran, hem de öfke ile alev alev yanan kalbine biraz olsun su serpen bir hediye. Her ne kadar gerçek olduğuna inanmasa bile gördüğü aşırı gerçekçi rüyalar onu her geçen dakika intikamına yaklaştırıyordu.

Kahvesinin yarısı duruyordu. Kafasına aniden dikerek bitirdi ve balkon kapısını kitleyerek yatağına doğru ilerlemeye başladı. Artık kahveler bile onu ayık tutamıyordu. Zaten çoğu zaman günde sadece iki saat ancak uyuyabiliyordu. Acıları uykusunda bile onu rahat bırakmıyordu. Üzerini hiç toplamadığı yatağına uzanıp eline sevdiği kitaplardan birini aldı. -Androidler elektrikli koyun düşler mi?- Kapağını açarken “Düşler…” diye düşündü yine. Kendisini fiilen atıldığı toplumdan kurtarmanın en iyi yoluydu kitap okumak. Başka dünyaları ziyaret etmek tek çareydi uyumadan önce. Yapabildiği kadar…

Yaklaşık elli sayfa okuduktan sonra tüm ışıkları kapayarak odasındaki bilgisayarda belgesel açtı. Aksi takdirde iki saat bile uyuyamıyordu. Birinin sürekli onunla konuşması ya da bir şeyler anlatması lazımdı uyurken. Gerçi en büyük hayali hep birine sarılıp uyumak, yanında uyanmaktı ama bu onun gerçekleşmeyen tek hayali sayılabilirdi. Muhtemelen gerçekleşmeyecekti de. Bu dünyada onu sevebilecek en fazla bir kişi bulunabilirdi keza, o da kim bilir neredeydi? Bu düşünceler onu çok fazla yoruyordu geceleri. Geçmişin tüm acıları vücudunu ayak parmaklarından itibaren doldururken, rüyalarında kendisini aldatan kadınlardan kaçamıyordu. Yok olmak isterdi. Yok olmak… İşte hep o anda uykuya dalıyordu ansızın ve yeni bir maceraya uyanıyordu. Bir insanın yanında huzurla açmak yerine gözlerini kötü bir kabusa uyanıyordu her gece.

Bugünkü kabusu da her zamanki gibiydi. Kendisine baktığında kızıl renkteki atı ve büyük kılıcı ile buldu kendisini. Bu onun için sıradan bir başlangıçtı. Her zamanki gibi hükmetti bir savaşa, bu dünyanın güçsüzü ezeceğini biliyordu, bu yüzden güçlüleri güçsüz bırakmak istedi. Bu yüzden de tüm silahları kaldırdı ortadan, herkesin birbirini boğazlamasını istiyordu. Çünkü böylece herkes eşit olabilirdi.

Tüm bu karmaşada siyah atına ve elindeki teraziye bakarak iyi olan herkesi ayırdı. Bu hayli zordu ama onlara asla zarar gelmemeliydi. Hep dışlanmış olanın bağışlayan olmasını dilemişti çünkü. Her şey bittiğinde dışlayanların dışlananlara sığınmasını istemişti. Peki bu kadar acı çeken insanlar neyi bağışlayabilirdi?

Sonra soluk renkli ama onun için dünyanın en güzel atına binerek ölüm oldu yine, kıtlık saçtı tüm gezegenlere; tüm insanların kalplerine. O güne kadar kurulmuş her şeyi yok etmek istiyor, sadece onu anlayabilen insanların gerçek ilacı bulmalarını istiyordu. Onları iyi edebilecek tek ilacı. Sevgiyi.

Yok etti. Her şeyi. Bir kez daha duydu kulaklarını dolduran çığlıkları. Çünkü dışlanan da nefretle doluydu, en az dışlayan kadar. Bir kez taş atılan, taşı eline aldığında geri atıyordu keza. Hiç bitmeyen bir acının tasviriydi bu kanlı bir tabloda. Kendisinin yaptığı da buydu.

Sonra yine uyandı, rüyası içindeki bir rüyadan başında bir taçla. Kazandığı tüm zaferler onun arkasında. Ölen bir imparatorun oğlu olarak beyaz bir atın sırtında. Bir uçurumun kıyısında, geriye doğru saran zamanın karşısında. Elini kaldırdı. Arkasındaki herkes için. Herkes durdu. Gördüğü her şeyden sonra tüm dünyayı fetih ederek onlara gerçek insanlığı öğretmesi gerekiyordu. Aç gözlülüğü bitirmek istemişti. Nefreti ve acıyı biliyordu çünkü. Tam bunu söylemek için atının eyerini tutarak geriye döndüğü sırada bir ok saplandı kalbine. İki eliyle kalbini tutarak ağzını açtı, sanki bir şey söyleyecekmiş gibi; fakat bir şey diyemeden yığıldı bembeyaz atının üzerine. Gülen bir yakını oldu son gördüğü surat. Beyaz atı kanla kaplandı, bir rüyadan daha uyandı diğerine. Sonsuzluğa.

Halil Oğulcan Karamağara

Bir sürpriz yumurtanın içinde, 1994 yılında, İstanbul'da düşmüşüm annemin karnına. Mesela ağlamamışım doğduktan sonra. Tabii sonradan arayı kapattım. Şu anda Tekirdağ, Namık Kemal Üniversitesinde İngiliz Dili ve Edebiyatı okuyor, kendimi geliştirmeye çalışıyorum. Anime, dizi ve film izlemeyi çok severim. Okumayı da. Arada kendimi oyun oynamaya kaptırdığım da olmuyor değil. En çok da büyünce yazar olmak istiyorum.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *