Pasaport dairesi 08.00’de açılıyor, işimi çabucak halledebilirsem, yirmi dakika da yol desek 09.00 olmadan işe varırım. Evraklarımı koyduğum dosyayı ve el çantamı alarak arabadan iniyorum. Kötü bir yere kötü bir şekilde park ettim ama daha iyi bir yer bulup daha iyi park etmeye çalışmak bana zaman kaybettirecek. Risk alıyorum. Kilitle.
Aslında emniyet müdürlüğü yeni binasına çoktan taşındı, buna rağmen pasaport dairesini bu eski binada bıraktılar. Şehrin en kalabalık caddelerinden birisi burası, park da sorun oluyor bu yüzden. İçeriye iki üniformalı memurla birlikte giriyorum. Bizi karşılayan güvenlik görevlisi onlara günaydın derken bana da koltukların olduğu yeri işaret ediyor. İçeride benden başka herkesin üniformalı oluşu, otomatik olarak söylenenlere itaat etmeme ve soru sormamama neden oluyor. Otur ve bekle. Kendimi sebepsiz yere suçlu gibi hissediyorum.
Benimle birlikte gelen memurların yerlerine oturmalarını, bilgisayarlarını açmalarını, günaydınlaşmalarını seyrediyorum. Masalara bırakılan ilk çayların çiğ kokusu içeriye yayılıyor. Çay kaşıklarından çıkan senkronize şıngırtıyı dinliyorum. Herhalde bir devlet dairesi ofisinde asla değişmeyecek, modernleşmeye uğramayacak yegâne şey budur diye düşünüyorum; çay şıngırtısı. Bir de bu daktilo sesi… Bu son düşüncemi çürüten kısa bir şaşkınlık yaşıyorum. Bir süre mürekkepli şeride çarpan harflerin çıkardığı tık tıkları hayret ederek dinliyorum. Allah Allah… Bu devirde…
08.10. Benden sonra giriş kapısı mozaik zemine sürterek çıkardığı gıcık eden sesle iki kez daha açıldı. Koltuklarda dört kişi olduk şimdi. Dördümüz de, olası bir teması ya da iletişimi engellemek istermiş gibi koltuklarımızın bitişiklerini de evraklarla, ceketlerimizle işgal ederek alanlarımızı belirlemiş durumdayız. Bir beşinciye yer kalmamış koca salonda. Neyse ki ilk sıradayım diye düşünüyorum. Neyse ki beraber geldiğimiz memurlardan biri eliyle beni hemen çağırıyor. Birkaç adımda masasına yaklaşıyorum. Üniforması beni önündeki sandalyeye öylece oturmaktan alıkoysa da bir baş işaretiyle bu da çözülüyor. Dosyamdan evraklarımı çıkarıp uzatıyorum, o da uzun uzun incelemeye koyuluyor. Ara sıra önündeki bilgisayardan bir şeyler kontrol ediyor. Bunu öyle bir sessizlikle yapıyor ki kendimi konunun dışında hissediyorum. İki kişi arasında anlamını çözemediğim şifreli bir mesajı iletmişim ve yeni bir talimat bekliyormuşum gibi sessizce oturuyorum. Daktilonun sesi aklıma takılıyor, beklerken nereden geldiğini bulmaya çalışıyorum. Bu çağ dışı makinayı ve onu hâlâ kullanılır kılan o özel şeyin ne olduğunu çok merak ediyorum doğrusu.
08.21. Önünde oturduğum memur, eski pasaportumu orasını burasını delmek suretiyle imhâ edip beni yan masaya gönderiyor. Bir fabrikanın üretim bandında ilerliyor gibiyim, her durakta aşama kaydediyorum. 08.25. Daktilo sesi daha yakından geliyor şimdi. Köşedeki kapıyı gözüme kestiriyorum, çünkü diğerinin mutfak olduğunu, bir hizmetlinin çay tepsisiyle girip çıkmasından anlamıştım.
Ara sıra arkama bakıyorum. Koltukların orada ayakta da dikilenler var artık. Erkenden gelmeyi başaran kendimi tebrik ediyorum. Daktilonun sustuğunu fark ediyorum. Ardından köşedeki odanın kapısı açılıyor. İçeriden bej rengi bir takım giymiş, kısa boylu ama oldukça gür siyah saçları olan biri çıkıp hızlı adımlarla mutfak kapısından geçiyor. Yaprak kıpırdatmayan bu geçişten dolayı onun pek de yetkili biri olmadığını düşünüyorum. Ben gözlerimle onu takip ettiğim sırada polis memuru bana bir şey soruyor. Muhtemelen bir iki kelimeyle cevaplayabileceğim çok basit bir şey ama soruyu tekrarlatmak zorunda kalıyorum, “Şey, ne dediniz duyamadım?”. “Yeni pasaportunuz,” diyor, “hangi adrese gelsin?”. Ben iş adresimi verirken köşedeki kapının kapandığını duyuyorum ve bir iki dakika içinde daktilo sesi yeniden başlıyor. Bir ara merakıma yenilip karşımdaki memura sormaya yelteniyorum ama üniforması beni vazgeçiriyor.
08.33. İşe vaktinde yetişme planım suya düşmek üzere. Biraz sonra arayıp gecikeceğimi haber versem iyi olacak. Bir de önüne biçimsizce park ettiğim araba mevzusu var tabii. Sahibi eğer gelmiş ve şu an beni bekliyorsa tam pazartesi sabahının şanına yakışacak terslikler zinciri tamamlanmış olacak. Beni kaygılarımda boğulmaktan yine masasında beklediğim memur kurtarıyor. Parmak izi vermem gerekiyormuş, bana köşedeki odayı gösteriyor.
Daktilo sesine yaklaşırken saçma sapan bir heyecan duyuyorum. İçeri girip “Bir kere dokunabilir miyim?” bile diyebilirim hiç belli olmaz. Kendine gel. Çalan telefonumun sesiyle irkiliyorum, çantama elimi attığım sırada çay dağıtan hizmetliyle burun buruna geliyorum. Kendimi çay tepsisinden son anda kurtarıp telefona yetişiyorum. 08.47. Nerede miyim? Ben de arayacaktım zaten. Müşterimle ayarlanmış görüşmemi kaçırmayacağıma söz verip telefonu kapatıyorum. Daktilonun sesi artık gelmiyor. Kapıyı hafifçe tıklatıp bekliyorum. Ben davet beklerken arkamdan bir kadın memur izin isteyerek yaklaşıyor ve bana kapıyı açıyor. Ardı sıra içeri giriyorum. Küçücük odada tek bir masa ve üzerinde bir bilgisayara bağlı cihazı görüyorum. Önünde bir sandalye ve başka hiçbir şey. Afallayışıma anlam vermeyen memur bana oturmamı iki kez söylemek zorunda kalıyor. Bense burada bir daktilo olduğuna o kadar eminim ki odaya açılan başka bir kapı var mı diye etrafa bakıyorum. Bej rengi takımlı adamdan da eser yok. Sandalyeye oturup kadın memurun parmaklarımı tek tek cihazın üzerine bastırmasını, klavyeden bir şeyler girmesini, işlemleri tekrar etmesini bekliyorum. Belkide bu oda değildir diye düşünerek dışarı çıkıyorum.
İşimin bitmesine rağmen gitmek için acele etmeyip, koltukların oraya kadar oyalanarak ilerliyorum. Şimdi daha kalabalık olan salonda bütün kapıları tekrar gözden geçiriyorum. Mutfağın mutfak ve köşedeki odanın da içeri açılan tek oda olduğuna emin olana kadar kalıyorum. Sessiz araştırmamın sonuç vermeyeceğini kesin olarak anladıktan sonra gitmeye karar veriyorum. Kapının önüne geldiğim sırada, sabah giriş holünde karşılayan güvenlik görevlisi bana iyi günler diliyor. Ona cevap vermek için dönüyorum ve arkasındaki duvarı o zaman fark ediyorum. Duvarda bir portreler geçidi var. Çoğu siyah beyaz, altlarında isim ve tarihlerin yer aldığı eski resimler. En kenarda gür saçlı takım elbiseli bir adamın fotoğrafı asılı. Sandalyesinde geriye dönmüş gülümsüyor. Önündeki masada bir daktilo var ve duvardaki saat 09.00’u gösteriyor.
Merhaba Şehnaz,
Öyküdeki ilk hikayen olduğunu görüyorum. Öncelikle aramıza hoşgeldin. Burası küçük bir yazım atölyesi gibi olduğunu düşünmüşümdür hep. İlk öyküden başlayarak yazarların nasıl geliştiklerini, nerelere doğru evrildiklerini ve bu yolculukta önemli olanın sonuç değil de sürecin kendisi olduğunu fikrini edindiğimi söylemeliyim. Umarım bu öyküyle beraber uzun ve güzel bir macera olur senin için.
Öykünün geneli anlatım bakımından tutarlı, birinci ağızdan ve öznel; aynı zamanda çok içimizden -yani günlük hayatta karşılaşılabilecek-, bildiğimiz bir dünyadan ancak doğaüstü.
Üstelik doğaüstülüğü elementi de öykünün geneli öyle normal bir şekilde yedirilmişki sanki gerçekten böyle bir tecrübeye sahip biri çıksa hiç şaşırmam.
Bununla beraber, bir hikayede öyküyü anlatırken kullanılan araçların bir anlamı olmasını beklerim. Hep veriyorum bu örneği; hikayede duvarda asılı bir tüfek var ise hükayenin başında-ortasında-sonunda bir şekilde patlamalı.
Senin, öykün 1 saatlik bir zamanda geçiyor ve bu sıkı sıkıya takip ediliyor. Bu yüzden saat 09.00 olarak geçip hikaye bittiği için biraz şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Bu saatin sayımını bir nedene bağlanacağını bekliyordum sanırım. Okuyucu olarak, yazar neye önem vermemizi istiyorsa ona önem veririz. Çünkü bir yerde yazar o konuyu önümüze koyacağını düşünürüz.
Bende de böyle bir beklenti oldu. Bilmeni istedim.
Tekrar hoşgeldin
Eline ve düşgücüne sağlık
Sevgiler
Dipsiz
Merhaba,
Değerli yorumunuz için çok teşekkür ederim. Öykü Seçkisinin uzun süredir takipçisiyim. Yayınlanan öyküleri keyifle okuyorum. Burada güzel bir iş ortaya çıkarıldığını düşünüyorum. Bu yüzden ben de içinde yer almak istedim. Umarım sizin de değiniz gibi, benim için de güzel bir yolculuk olur. Öykümü okumaya değer bulduğunuz ve görüşünüzü paylaştığınız için ayrıca teşekkür ederim.
Sevgiler
Şehnaz