Güzel bir Temmuz gününde, sahildeki koloni ticaret misafirhanenin balkonunda bir kız ile erkek oturuyorlardı. Kız bir süre balkondan denizi seyrettikten sonra, başını mektup okuyan adama çevirdi ve seslendi;
“Ronald”
“…”
“Ronald?”
Adam, gözlüklerini burnuna indirmiş, başını okuduğu mektuptan kaldırıp şaşkın bir şekilde kadına baktı.
“Efendim Tess?”
“Kimden o mektup?”
“Bu mu?” diye cevapladı Ronald hâlâ şaşkın “Bu, Frank Van De Zand’dan”
“Van De Zand?” dedi, tek kaşını kaldırarak Tess “Neden sadece kardeşim demiyorsun ki?” sonra da cevabı dinlemeden kocasının kafasını ütülemeye daldı “Baksana neden Devonport’ta indik ve neden sen beni hiç dinlemiyorsun? Hobart’ta çok daha rahat işçi bulurduk, hem orası madenlere buradan daha yakın.”
Kabahatini bilen Ronald susuyordu ki Tess tekrar sorduğu soruyla onun kafasını iyice karıştırdı “Ne yazmış peki Frank?”
Ronald birden ve beklenmedik şekilde başladığı kahkahasına eşlik eden bir hareketle, gözlüğünü çıkartıp, mektubu da katlayarak gömlek cebine koydu. Sonra da cevapladı karısını. Aslında bu da bir soruydu;
“Hangi soruna cevap vermemi istersin?”
Tess istifini bozmadı “Kafan çalışmaya başladığına göre hepsini cevaplayabilirsin.”
“Pekala. Van De Zand; çünkü görünüşe göre kardeşim ya bir şehit olacak ya da bu soyadıyla bir kahraman olarak anılacak.” Gözlüğünü silip tekrar gözüne taktıktan sonra devam etti “Hobart değil Devonport çünkü sana daha önce söylediğim gibi; yol sadece bir gün daha uzun olacak ama burada edineceğimiz iş gücü Hobart’takinden çok daha güvenilir. Oradakilerin yarıdan fazlası eski hükümlüler. Buraya gönderilmekle karakterleri değişmiş değil ve aynı zamanda cezalarını çekmeye devam ettikleri için de hâlâ hükümlü statüsündeler. Ve ben bir altın madeninde o adamlarla çalışmayı düşünmüyorum. Frank’ın ne yazdığına gelince; Bilirsin Frank Cape’de; Afrika’nın güney ucunda, Boer’e mensup çılgın ve kararlı bir adamdır. Ve Boer iki sene önceki İngiliz ilhakına savaş açmaya hazırlanıyor. İşte bu sebeple kardeşim ya bir şehit olacak ya da bir kahraman.”
Tess küçümser bir bakışa eşlik eden alaycı bir sesle Ronald’ı kışkırtmaya girişti “Kararlı adamları severim. İngilizler kararlı adamlar karşısında geri çekilebiliyorlar. Buranın adı boşuna bir vatandaşımızın adıyla yeniden adlandırılmadı.”
“Aslında Tasman ne kadar Flemenkse Van Diemend de o kadar Flemenkti. Burasının adı, Hobart’taki katiller sürüsünün artık buraya gönderilmesinin kesilmesinden sonra bir tür imaj değişikliği için değiştirildi.” Ronald burada sustu çünkü karısı keten gömleğini düzelttikten sonra kolonyal şapkasının ön kısmını sağ eliyle, arka kısmını da sol eliyle aynı anda düzeltti. Ronald bu hareketi de, o şapkanın altındaki kızıl kıvırcık saçları da, o saçların altındaki mavi gözleri de ve gözlerin etrafındaki çilleri de seviyordu. Kız ona anlamaz gözlerle bakınca devam etti. “Uluslararası destek olmadan büyük bir devleti yenemezsin, 1879’da olmaz.”
“Boer’lerin bu destekten neden mahrum kalacaklarını düşünüyorsun peki?”
“Çünkü Frank gibiler. Milliyetçiliklerinin ve vatanseverlerinin altında bir zaafları var”
Sözün nereye geleceğini anlayan Tess başını yeniden oturdukları balkonun deniz manzarasına çevirmişti ama Ronald susacak gibi değildi.
“Onlar ırkçılar Tess… Ve tekrar ediyorum 1879’da, Amerika’da bile köleliğin kaldırılmasından on beş sene sonra hiçbir İngiliz karşıtı batılı güç dahi onlara destek vermeyecektir.” Bunları söyledikten sonra Ronald muzaffer bir edayla bakışlarını Tess gibi denize çevirdi. Mutluydu. İşin ilginci Tess de mutluydu, kocasının vahşileşmeden o “Ronaldca” alim tavrı ile kendisine karşılık vermesi ve bu karşılığın akıl dolu olması onu mutlu etmişti. Yine de kafasında Frank’ın kararlığından bir şeyler kalmış olmalıydı ki kocasının benzer bir yönünü takdir ettiğini belirterek konuştu,
“Amsterdam’dan on beş bin kilometre uzağa altın bulmak için gelen bir adam nasıl oluyor da bu kadar çok şey bilebiliyor?”
Ama Ronald tatmin olmamıştı, işaret parmağını sallayarak “Kuş uçuşu on beş bin kilometre…” dedi “Denizden yirmi yedi bin kilometre ve altmış gün…”
Tess gülümseyerek doğruldu ve kocasının gözlüğünü seri bir hareketle gözünden çekerek “Biliyorum çok bilmiş” dedi. “Ben de yanındaydım…”
* * *
Balkondaki konuşmadan üç gün sonra; Tess ve Ronald’la birlikte; tüm malzeme, alet edevat, yiyecek maddeleri ve suyu taşıyan beş devenin yanında, on beş Aborjin, bir kolonyal komiser, beş beyaz işçiden müteşekkil kervan Devonport’tan sonraki ilk mola yerine varmıştı. Ronald ve Tess aynı devedeyken arkalarındaki deveye kolonyal komiser Bram ve bir işçi oturuyordu. Bram Ronald’a ters ters bakıyordu bunun sebebi de arkasındaki son devede iki Aborjinin oturuyor olmasıydı. Ronald bakışları fark etmesine rağmen istifini bozmadan devesinden indi ve Tess’i de indirerek konuştu; “Bu gece burada konaklayacağız. Kamp kurun”
Ronald’ın talimatını duyan beyaz işçiler ve Bram dönüp talimatı Aborjinlere iletince Aborjinler itaatkar bir tavırla, sıcak ve basık havada zorlanarak ama bunu belli etmeyerek kamp malzemelerini develerden boşaltmaya başladılar. Ronald bu hareketi gördü ama ilk seferde işçileri ile bir soğukluk yaşanmaması için; saklayamadığı şekilde yüzünü ekşitse de bir şey söylemedi. Tess’in pek umurunda sayılmazdı. Irkçı birisi değildi ama işi kendi yapmadığı sürece kimin yaptığıyla da ilgilenmezdi. Bu seferin kraliçesi oydu ve bunun keyfini herhangi bir şeyin bozmasına izin vermeyecekti. Ama Bram fark etmişti. Yatan beyaz ve çalışan Aborjin işçileri izleyen Ronald’ın yanına geldi ve; “Eğer onların çalışmasına izin vermezseniz onları kontrol edemezsiniz efendim” dedi.
Ronald da kimseyle yüz göz olmak niyetinde değildi ve tüm Avustralya ve Tazmanya’daki yerleşik düzeni bir hareketi ile bozamayacağını bilse de aptal bir adam olmadığını kanıtlarcasına cevapladı; “Beni Aborjinlerin çalışması değil, onların üç katı para ödediğim işçilerimin yatması düşündürüyor. Ben onlara yatmalarını söylemedim ve yarın madende de böyle olacağını düşünmelerini istemiyorum. Bu konuda sana güvenebilir miyim Bram?”
Bram, bu Avrupa’da doğmuş büyümüş hemşehrisinden duyduklarının tek kelimesine bile inanmasa da bu oyunu bozmamaya karar vermişti. “Burada bir kolonyal komiser düzeni nasıl sağlayacağını bilir. Merak etmeyin, madende beyazlar da çalışacak. Zaten onlar madenciler amele değil” dedi.
Ronald da başını olumlar şekilde sallayıp kolonyal komiserin yanından geçerek Tess’in yanına seğirtti. Adamın yanından geçerken sol eliyle adamın sol omzunu sıkarak “Sana güveniyorum Bram” demeyi de ihmal etmedi.
Tess, ağaçlık ve çimenliklerin arasına serdiği bir bez üzerinde beyaz bir inci gibi parlarken Ronald’dan habersiz gibiydi. Bacak bacak üstüne atmış, iki eli yerde olmak üzere yüzünü güneşe dönmüştü ve bu kraliçe duruşunu da bozacak değildi. Ne zamanki Ronald yanına oturdu. O zaman konuştu; “Bunu değiştiremezsin Ronald. Sen Frank gibi değilsin kabul. Ve Ronald…” Sıkıntılı görünen Ronald yüzünü ona çevirince de “Benim kabulüm senin için yeterli… Değil mi?”
Ronald elinin ayasını Tess’in yanağına koydu bunun üzerine ve iki gözünü birden yüzünde sıcak bir ifade ile kırptı. “O zaman” dedi “Bu kampın kral ve kraliçesini oynayalım. Şu da kötü vezir olsun” ve kolonyal komiseri gösterdi.
Kız kıkırdadı ve elinin dışını alnına sürerek gözlerini süzdü.
* * *
Gece; Aborjinlerin Ronald ve Tess için hazırladıkları çadırı Tess’in yorgun solukları doldururken, uyanık olan Ronald’ın kulağına başka bir ses geldi. Bir tür “Hımph” sesiydi bu ve belli aralıklarla tekrarlanıyordu. Ne zaman ki Bram’ın zevkle gurur karışık bir tür “Yaa” diye bağırışı duyuldu o zaman Ronald çadırdan kapıyı yırtarcasına çıktı. Bu seri hareket, dışarıda, ateş başındaki beyaz işçilerin dikkatini kısa bir süre için çekse de adamlar saygısız ve vurdumduymaz tavırlarına hemen geri döndüler.
Ronald da adamların saygısızlığını fark etmişti ama doğru soruyu sorunca adamlar tek seferde cevaplamak zorunda kaldılar.
“Bram nerede?”
“Şu ağaçların arkasında hırsız bir Aborjini terbiye ediyor. Bence…”
“Senin ne düşündüğün umurumda değil.” Adam bunu duyduğunda bir an yerinden kalkar gibi oldu fakat Ronald’ın geri çekilmeyen bakışları karşısında kafasını eğerek ateşe bir dal atmakla yetindi. Ronald ağaçların arkasına geçtiğinde yerdeki bir Aborjine bilmem kaçıncı kez vurmak için sopasını kaldıran Bram’ı gördü ve o daha elini indiremeden ona net bir talimat verdi.
“Kes şunu”
Bram bu yumuşak efendiden bıkmıştı ama iyi para kazandığı için açıklamaya girişti. “O bir hırsız”
“Bunu kanıtlayabilir misin?”
Bram adamı yerde bırakıp, açılmış bir örtünün altında, içinde kurutulmuş et bulunan yırtık bir file gösterdi. Gergin file bariz şekilde bollaşmıştı. Kolonyal komiser muzaffer bir edayla “O ete ihtiyacımız var değil mi efendim?” diye sordu.
“Evet var” diye cevapladı Ronald. “Gidebilirsin Bram, teşekkürler büyük iş başardın!”
“Ama efendim, o cezasını çekmeli.”
“Suçluysa çekecek. Ve bu kervanın patronu olarak bu cezayı ben vereceğim. Lütfen bunu aklından çıkarma.”
“Yanlış yapıyorsunuz efendim”
“İyi geceler Bram”
Bram söylenerek ateş başına döndüğünde, Ronald yerde kıvranan adama dikti gözlerini. Kararsızdı; bu adama sadece olması gerektiği için iyi mi davranıyordu? Ya Bram haklı idiyse? Ya adam gerçekten bir hırsızdıysa?” Tam bunları düşünürken ağaçların karanlık tarafından iki Aborjin ortaya çıktı ve yerdeki adamı kaldırdılar. Aborjinlerin bakışlarında öfke vardı. Yerdeki adama şefkat gösteriyorlardı göstermesine ama gözleri Ronald’a döndüğünde o haksızlığa uğramış insanların bakışları ile bakıyorlardı ona. Neden sonra adamı tamamen ayağa diktiler ve o da zar zor Ronald’a birşeyler anlatmaya başladı. Söylediklerinin sonunda da yeri gösterdi ve Ronald’ın gözünün içine bakarak “Purinina” dedi.
Sonra olanlar daha ilginçti, yaralı Aborjin kurumuş etleri göstererek onu kolundan tutan iki adama birşeyler söyledi ve anında onlardan aksi bir cevap aldı. Ronald ne konuşulduğunu anlamıyordu ama aynı gece içinde hem Aborjin, hem de beyaz işçilerini kaybetmeyi başardığını anlayabiliyordu. Adamlar gittikten sonra biraz daha kaldı örtülü yemek stoğunun başında ve sonra çadırına döndü. Çadıra girdiğinde Tess iç geçirerek diğer yanına dönmüştü. Genç kadın uykudayken bile Ronald’ı takip ediyor ve ümitsizce onu olgunlaştırmaya çalışıyor gibiydi.
* * *
Ertesi sabah kalktıklarında Ronald ve Tess kampın toplandığını ve tüm işçilerin hazır olduğunu gördüler. Genç çift bunun üzerine çadırdan uzaklaşarak develerin yanına gittiler ve çadırların toplanmasını istediler. Talimatı duyan iki Aborjinin çadırı söktüğü sırada Ronald, gece azarladığı beyaz işçinin kendisine baktığını fark etti ve bakışlarını ondan yana çevirdi. Adam bakışlarını çekmeyince de bağırdı.
“Bram!”
Beyaz işçi bu bağırış üzerine bakışlarını yere çevirdi. Bram Ronald’ın yanına geldiğinde konu kötü bakışlı maden işçisi değildi. “Punina ne demek biliyor musun?”
“Lanet dillerinde bir anlamı vardır herhalde efendim ama ben bilmiyorum.”
“Bana kızgın mısın?”
Tess burada seslice iç geçirdi. Gözleri bir ara ona kayan komiser tekrar Ronald’a dönüp “Kızgın değil ama kırgın diyebilirim efendim” dedi. “Burası Amsterdam değil. Benim tecrübeme güvenmezseniz, ileride sizinle çalışmamız zor olabilir.”
Tess birden lafa karışıp “Bu sizin kararınız komiser biz her duruma uyarız” deyince Ronald araya girdi ve; “Tess hayatım. Komiser tavsiye üzerine aramızda bulunuyor ve kendisinden memnunuz” demek zorunda kaldı.
Komiser eğer konuşma başladığında kırgınsa şimdi kızgındı ve ağzını birkaç kez açıp kapattıktan sonra “Hanımefendi, beyefendi” diyerek bir reverans yaptı ve çiftin yanından ayrıldı. Ronald Tess’e dönüp “Ne yaptın?” der gibi dudaklarını bükerken Tess de “Ne var?” diye sorar gibi gözlerini belertip kafasını hızla ve bir kez sağa sola salladı.
Kısa bir süre içinde Aborjinler çadırı topladı ve deveye yükledi. Beş deve, ikişer kişiden müteşekkil yolcularını üzerlerine alınca da yolculuk kaldığı yerden devam etti.
Tess bir an seslice gülümseyince Ronald omzunun arkasından ona döndü ve “Ne oldu Tess?” diye sordu.
“Develer” dedi Tess “Avustralya çöllerine çok uygunlar ama bu ormanlık bölgede biraz garip kaçmıyorlar mı?”
“Bembeyaz kolonyal kıyafetler içindeki iki Amsterdamlının garip kaçtığı kadar değil.”
Tess bu sefer de ellerini Ronald’ın omuzlarına koyarak yan çevirdiği kafasını onun sırtına koydu ve “Gece ne oldu Ronald?” diye sordu.
Ronald olanları saklamadı. “Birisi yiyecek çalmış.”
“Aborjinlerden biri mi?”
“Bram öyle düşünüyor.”
“O tecrübeli bir adam.”
“Evet, inanmak istemesem de öyle ama…”
“Ama?”
“Suçladığı adam bana bir şey anlatmaya çalışıyordu? Hatta yanına gelen diğer Aborjinler de öfkeliydi.”
“Bram adamı cezalandırırken onu kurtardın değil mi?”
“Dahası var.”
Tess dikelip, iki eliyle şapkasını düzelttikten sonra ellerini tekrar Ronald’ın omuzlarına koyarak konuştu. “Söyle bakalım.”
“İşçilerden birine de çenesini kapatmasını söyledim.”
“Yani, aynı gece içinde hem Bram’ın, hem işçilerin hem de Aborjinlerin öfkesini kazandın öyle mi?”
“Evet sanırım öyle.”
“Bram’ı kazan. Gerisi senden ancak bir patrondan nefret ettikleri kadar nefret ederler. Ama Bram önemli. Sonra hırsızlık sadece bu girişimi ilgilendiren bir şey değil. Bu bir suç ve Bram bir kolonyal komiser. Aborjinler için hissettiklerini anlıyorum ama hırsız bir Aborjin olması da son derece mümkün.” Tess bunları söyledikten sonra da başını tekrardan Ronald’ın omzuna, sırtına koydu.
Ronald da sağ eliyle sol omzundaki eli okşadı ve “Hırsız, Aborjin değildi. Adamların gözlerinden bunu anlayabiliyordun.” Dedi. Öğleden sonraya kadar bu konudan bir daha hiç bahsetmediler. Konuşmaları anavatanlarına döndüğünde ve içinde bulundukları ormanın ana vatanlarından ne kadar farklı olduğunu birbirlerine hatırlattıklarında Tess bağıra bağıra ünlü Flemenk halk türküsünü söylemeye başladı.
“Oranje boven, oranje boven!
Leve de koningin”
Ve tüm beyazlar ona eşlik etti.
“Oranje boven, oranje boven!
Leve de koningin”
Tess, bu türküye kraliçeyi övmek için mi yoksa kendisini övmek için mi başlamıştı? Bilinmez!..
Böyle böyle kamp yerine kadar oyalandıktan sonra güneş batmaya başladı ve grup ikinci kampını kurdu. Sırasıyla her türlü malzeme dinlendirilen develerden indirildi, çadırlar kuruldu, ateş yakıldı, yemek hazırlandı ve yendi, sonrasında da herkes kendi köşesinde çekildi. Bir kişi haricinde…
* * *
Ronald, Bram’ın ateş başında uyukladığını fark ettiğinde bunun büyük bir fırsat olduğunu düşünerek kendi ateşlerini yakan Aborjinlerin yanına seğirtti ve bir önceki gece hırsızlıkla suçlanan adamı buldu. Aborjinler, Ronald yanlarına geldiğinde hep birden ayağa kalkmaya yeltendiler ama Ronald bu durumun kendisini yakalatacağını anladığından adamları el hareketleriyle hemen oturttu.
“Ronald” dedi avucunun içi ile kendisini göstererek hırsızlık şüphelisi adama ve aynı elini adamın göğsüne koydu. Bunu bir kez daha tekrarladı. Adam kendini işaret etmeden ve Ronald’ın gözlerinin içine bakarak “Illuka” dedi. Ronald, kırk yaşlarındaki adamın kara gözlerindeki derinliği fark ettiğinde hiçbir şüphesi kalmamıştı. “Punina?” diye sordu, ellerini iki yana açıp omuzlarını silkerken “Punina?”
“Purinina” dedi adam.
“Purinina” diye tekrarladı Ronald ve yine merakla omuzlarını silkti.
Illuka bunun üzerine elinin ayasını yerden otuz, kırk santim yukarıda tuttu. Sonra da bu sefer iki elini aynı yükseklikte birbirinden yetmiş, seksen santim kadar arayla uzattı. En sonunda da ağzını esner gibi açıp dişilerini gösterdi.
“Bu bir hayvan mı?”
Illuka anlamaz gözlerle baktı.
Ronald elini yere doğru göstererek bir gece önce Illuka’nın yaptığını taklit ederek “Peki yeri neden gösterdin. İzler mi vardı?” diye sordu.
Illuka bu sefer anladı ve ayağa kalkarak ayağını sert sert toprağa vurarak izleri gösterdi.
Ronald güldü. Rahatlamıştı. Ama Illuka durmadı, eline ateşten bir köz alıp Ronald’ı kolundan tutarak çekiştirmeye başladı. İkili ağaçların arasına girdi, Illuka sürekli yere bakıyordu. Ne zamanki aradığını buldu, iyice dikelerek anlamlı kara gözlerini gecenin karanlığına, ormanın derinliklerine dikti.
İkili, izleri takip ederek karanlık gecede önlerini aydınlatan közle yarım saat kadar yürümüştü ki, Illuka Ronald’ı da peşi sıra aşağıya çekerek birden eğildi ve boştaki eliyle kulağını gösterdi. Ronald sessizce dinlerken kesik kesik, birkaç farklı ağızdan çıkan tiz çığlıklar duydu. Tam ne olduğuna bakmak için hareket ederken de saldırıya uğradı… Saldıran hayvan biraz önce Illuka’nın tarif ettiği boyutlarda, oldukça küçüktü ama dişleri Illuka’nın gösterdiğinden çok daha korkunçtu. Hayvan; içten, hırlamaya benzer dalgalı sesiyle daha da korkutucu oluyordu. Ronald kafasını kaldırıp Illuka’ya ne yapması gerektiğini sorar bakışlarla baktığında adamın koşarak kaçmaya başladığını gördü. Daha fazlasını görmeye ihtiyacı yoktu, kendi kahkahalarına kendi inanamaz halde kaçmaya koyuldu. Ne zaman ki artık nefes bile alamayacak kadar yorulduğunu fark etti, ancak o zaman artık takip edilmediğini anlayabildi. Hayvan yavrularını koruyordu ve tehlike uzaklaşınca takibi kesmişti.
Ronald oturup soluklanırken Illuka geri döndü ve Ronald’ı buldu. “Purinina” dedi. Adam çok daha uzaklara koşmasına rağmen solukları düzenliydi.
“Purinina” diye tekrar etti Ronald hâlâ gülümser bir suratla. Sonra elini Illuka’ya uzattı ve onun yardımıyla ayağa kalktı. Kampa döndüğünde ara ara bastıran gülme krizleri ve yorgunluktan iki büklümdü. Yine de kendi çadırına dönmek yerine Aborjinlerin ateşinin başına oturdu.
* * *
Sabah olduğunda Ronald ne kadar rahatlamışsa Bram o kadar gergindi. Ronald’ı görür görmez; “Bay Van De Zand sizinle görüşebilir miyiz?” diye sordu.
“Tabi”
“Dün gece Aborjinlerin ateşinin yanındaymışsınız.”
“Evet”
“Belki maden işçileri ile de oturmalısınız.”
“Belki”
“Bu şaka değil. İşçiler mutsuz. Aborjinlerle bir tutulduklarını düşünüyorlar.”
“Sonuçta herkes eşittir değil mi?”
“Tazmanya’da değil efendim. Benim görüşlerimi dikkate almazsanız size faydalı olamam. Acilen işçilerinizle konuşmanız gerekiyor. Belki bayan Van De Zand ile de bu fikri paylaşabilirsiniz. O işçilerin durumunu daha iyi anlıyor gibi.”
Ronald sert bir hareketle gözlüklerini çıkarttı ve “Baksana Bram” dedi “Bütün işi Aborjinler yaparken ve her türlü kötü muameleyi görürken nasıl oluyor da Aborjinler gayet mutlu, işçiler bu kadar mutsuz oluyor?”
“Aborjinlerle ilgileniyorsunuz. Belki hırsız olanlarıyla bile ama bir işçiyi azarlamışsınız.”
“Bu işe ciddi bir kaynak ayırdım Bram. Biraz saygıyı hak ediyorum, o işçi bunu öğrenmeli.”
Bram sesini kısarak “O tehlikeli bir adam efendim. Ve diğerleri de onun ağzına bakıyorlar. Sizi uyarıyorum.”
“Bu bir tehdit mi Bram?”
“Bu sadece sizi bir tehditten haberdar etmek efendim.”
Ronald konuşma bitip devesine bindiğinde geceki neşesinden geriye bir şey kalmamıştı. Tess’i önüne oturttu, böylece kendini ondan gizlemeyi umuyordu. Tess deveye binip, yolculuk başladıktan sonra çift, hiç konuşmadan bütün bir günü geçirdi. Tess’den bir şey saklamak zordu.
* * *
Ronald ve Bram’ın konuşmasından iki buçuk gün sonra; madenden önceki son kamp yerine ulaştıklarında grup rutin kamp çalışmasını yapmıştı. Yalnız bir farkla ki iki akşamdır Bram pek fark edilecek bir yer olmayan çadırın yanına, üstü bir örtüyle örtülmüş, bir metre yüksekliğinde demir ayakları olan bir şey koyuyor ve gece yarısı gibi ortadan kayboluyordu. Ronald ve Tess bunu fark etmişlerdi ancak Tess’in tavsiyesi ile Bram’a yetkinin kendisinde olduğunu hissettirmek için bunu sorgulamamışlardı.
O akşam yemeğinde Tess, kampı gezmek için ayaklanan Ronald’a “Gitme” dedi.
“Gitme, Ronald”
Genç kadın sakin kalmaya çalışarak ama kendinden beklenmeyen bir panikle söylemişti bu sözleri. Gözlerinde korku vardı. Ronald oturdu ve ne olduğunu sormaya bile cesaret edemedi.
Böylece gece yarısı oldu. Bram yine ortadan kaybolmuş, Tess ile Ronald boş bakışlarla çadırın önündeki ateşin alevlerini seyrediyordu. Çifti uyandıran, bir bağırtı oldu. “Hey Bay Van De Zand! Benim adım ne biliyor musun?” bağıran adam birkaç gece önce Ronald’ın azarladığı işçiydi, sağ elindeki tüfeğini, dipçiği Ronald’a bakar halde sağ omzuna dayamıştı.. Adam devam etti “Adım Johann, bunlar da Aron, Pierre, Clarence ve Edwin. Hiç merak ettin mi? Bahse girerim o kara yaratıklardan ismini bildiklerin vardır.”
Ronald adamlardan birinin daha silahlı olduğunu görmüş, kalbi ağzından çıkacak gibi atmasına rağmen ayağa kalkmış ve halinden beklenmeyecek bir şekilde konuşmuştu “Evet onlardan ismini bildiklerim var, çünkü onlar kara adamlar değil.” Ronald buraya gelmek için bir servet harcamış, altmış gününü denizlerde, bir haftasını şehirlerine hiç benzemeyen ormanlarda geçirmiş bir maceraperestti ve ölecekse de bunun bilinmesini sağlayarak ölecekti.
“Sen sanki paradan başka bir şey düşünüyorsun da… Bir de onlar kara adamlar değilmiş… Biz miyiz yani kara adamlar? Altın madeni işletmek için gelmedin mi buraya?” Adam son cümlelerini bağırarak söylemişti. Sonra sakinleşti ve yavaşça ayaktaki çifte yaklaştı. Yalak bir edayla Tess’e döndü ve sol eliyle onun sağ omzundan tutarak tekrar konuştu “Siz şöyle kenara çekilin Bayan Van De Zand” Ronald adamın elini karısının omzundan çekmek isteyip elini uzattığında, Johann Ronald’ın eline sertçe vurup “Kes.. Çek elini, çek!” Diye bağırdı, Ronald’ın eli inmemişti ama adamın elini tutamıyordu şimdi.
Ne zaman ki adamın sol eli karısının omuzundan koluna oradan da kalçasına indi Ronald insanüstü bir nefret, korku ve dehşet hissetti. Bir an karısına baktı, genç kadın korkuyla titriyordu. Ronald bunun üzerine ne yaptığını bile bilmeden bütün nefreti ile adama vurdu; bir an sonra Johann yerdeydi Ronald da onun üstünde… İki eliyle boğazını kavradığı Johann kendini toplayıp yuvarlanarak üste çıksa da Ronald onun boğazını bırakmadı, adam deli gibi tepiniyor, Ronald’ı yumrukluyor iki eliyle Ronald’ın kafasını yere vuruyor ama Ronald onun boğazını bırakmıyordu. Bir ara bir yumruk Ronald’ın burnunu çatırdatarak indi, Ronald ağzına boşalan sıcak kanı önce hissetti sonra da tattı. Ama Ronald Johann’ın boğazını bırakmıyordu… Johann iyice güçten düşüp darbeleri etkisizleşince bu sefer Ronald yuvarlandı ve adamı altına aldı. Öldürecekti, Johann’ı öldürecekti; adamın gözleri kaymaya, elleri Ronald’ın kollarından çözülmeye başladığında, Ronald çenesinde olağanüstü bir acı hissetti ve bilinci kapandı. Kısa bir süre sonra kendine geldiğinde yerde yatıyordu, Johann karşısındaydı ve öksürerek nefes almaya çalışıyordu. O sırada gözüne kampın diğer tarafından korkak, yavaş ama dirayetli adımlarla gelen Aborjinler takıldı. Ronald’a tüfeğinin dipçiği ile vuran adam tüfeğini onlara çevirmişti. Ama Aborjinler durmadılar ve dağılarak yaklaşmaya başladılar. Yine de tüfekli adam sırayla herkesi kontrol edebilecek şekilde onları göz önünde tutuyordu.
Bu sırada Johann ayağa kalktı. Yerden tüfeğini aldı ve namluyu Ronald’a çevirdi. “Beni öldürecektin ha?” dedi.
Ronald geri çekilmedi “Evet öldürecektim.”
“Ama silah şimdi benim elimde, ben seni öldüreceğim.”
“Sen o silah olmadan bir hiçsin. Arkasına sığındığın medeniyetin bir yansıması o silah, sen bir hiçsin” diye bağırdı Ronald, adam sırıttı. Ronald “Ben kazandım” deyince adamın sırıtışı dudaklarından silindi ve silahının kurma kolunu çekti.
“Bu kadar yeter!” Aynı anda Ronald ve Johann sesin geldiği yere baktıklarında, Tess’i yanına alan Bram’ı, çadırın yanında bir Gatling silahının başında buldular. Adamın eli silahın merdanesindeydi.
“Eğer o silahları hemen indirmezseniz ateş açacağım. Ve bu silah dakikada üç yüz elli mermi atabiliyor. Yani hiç şansınız yok.”
Bu sözler üzerine burnundan aşağısı kandan bir maskeye dönen Ronald hiçbir şey yapamayacağını bildiği Johann’a döndü ve onu tahrik etmek için müstehzi bir bakış atıp göz kırptı. Johann beklendiği gibi çılgına döndü ve bir çığlık atıp sanki daha yakından ateş ederse sonuç garanti olurmuşçasına tüfeğin namlusunu Ronald’a iyice yaklaştırdı.
“Hadi Johann, hadi” diye bağırdı Ronald, delirmiş gibiydi.
“Efendim!” Bram’ın sesi yalvarırcasına bir çığlık olarak çıktı önce ve “Johann!” sonra da kesin bir emir gibi…
Johann sıktığı dişlerinin ardından “Bunu ödeyeceksiniz” dedi ve silahını indirdi. Bram bununla kalmadı, adamlara tüfeklerini bıraktırdı ve alabilecekleri kadar yiyecek ve suyla onları yaya olarak gönderdi kamptan. Adamlara, bir kez daha karşılaşırlarsa bu ceza kolonisinde bile ceza çekeceklerini hatırlatmaktan da çekinmedi.
O geceyi Bram, Gatling silahının başında; Illuka ve bir adamı da ellerindeki tüfekle nöbette geçirdiler. Tess ve Ronald da uyumadılar. Tess önce Ronald’ın yaralarını temizledi sonra da bütün gece konuştular. Hatta Tess Ronald’a bir ara “Seni küçük Frank” bile dedi.
Sabah olduğunda Aborjinler kampı topladı ve işçilerden kalan develere kuruldular. Ronald kendisi gibi uykusuz Bram’ın yanına gittiğinde adamı yine vakur, gür sakalları düzgünce taranmış ve dimdik görünce şaşırdı.
“Teşekkür ederim Bram” dedi “Medeniyetimizin arkasında senin gibi adamların da olması güzel”
“Medeniyet derken Gatling silahını kastediyorsunuz sanırım efendim.”
“Evet”
“Rica ederim.”
“Madende işçiye ihtiyacımız olacak” Ronald sıkıntılıydı.
“Aborjinlere öğretiriz.” Bram ise rahat.
“Ve silah taşıyacaklar” Ronald şüpheliydi.
“Dün geceki gibi.” Bram yine rahat…
“Bir Gatling Silahı da kullanmaları gerekebilir.” Ronald ümitlenmişti.
Adam sakalını sıvazladı, dudaklarını büzdü şimdi de Ronald’ın ümitlerini teyit ediyordu “Öğrenirler, o kadar zor değil.”
“Deveni bir Aborjinle paylaşabilirsin.” Ronald eğleniyordu.
“Illuka ile başlayabilirim sanırım.” Bram da öyle…
Ronald kesik bir kahkaha atıp üniformalı adamın üniformasına ilk kez dikkat ettiğini fark ederek omzuna vurdu. “Hırsız bir hayvanmış; bir anne” dedi “Hatta küçük bir canavar.”
Bram şapkasını kafasından çıkartıp tekrar taktı ve “Illuka’yı boşuna yanımda istemedim efendim” dedi. Sonra da daha önce hiç yapmadığı bir şey yaptı:
Gülümsedi…
- Cehennem, Araf ve Cennet; Tekmili Birden… - 1 Şubat 2023
- Amadam Didam Bordam - 1 Eylül 2022
- Hep ve Tek Umut - 1 Kasım 2021
- Kitsch 1001: Bir “Gönderme” Masalı - 1 Temmuz 2021
- Paradoks ile Diyalektik veya Sıcak Karanlık ile Serin Aydınlık - 1 Mayıs 2021
Merhabalar,
Gerçekçi bir yapıda, görsel açıdan gayet dolu ve okuması keyifli bir öyküydü. Öyküde kullanılan anlatım tarzı normalde hoşuma gitmeyen bir tarzda, ama bu öyküde öyle değildi; ustaca kullanılmıştı, kendini sevdirdi. Öyküde dinmeyen bir şüphe vardı ve bu belirsizlik çok iyi kullanılmış. Finali ayrıca güzeldi. Dilinizin kıvraklığını ve ara ara kendi metninden çekip çıkarılan, okuyucunun önüne konulan dokundurmaları da es geçmeyeyim.
Ellerinize sağlık.
Gelecek seçkilerde de görüşebilme ümidiyle.
Merhaba,
Sizin gibi öykülerini beğenerek okuduğum bir kalemden bu övgüleri duymak beni ziyadesiyle mutlu etti.
Görsel olarak dolu ise ayrıca sevinirim çünkü tasvirler konusunda belirgin derecede kabiliyetsiz ve ilgisizimdir. Okurken de sıkılırım. Ama yine de kendimi zorluyorum çünkü okuyucunun okumak kadar görmeye ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.
Irkçılık ve ayrımcılığa dikkat çekmek istedim. Konu olarak onu seçtim kendime Tazmanya Canavarı’ndan hareketle.
Son iki öyküm de 4.000 kelime bandındaydı ortalama. Bu hem okunmasını hem yazmasını zorlaştırıyor. Bu açıdan okuduğunuz için ayrıca teşekkür ederim.
Gelecek seçkilerde görüşmek dileğiyle…