Karanlıklar içerisinde, şehrin ışıkları, durgun denizin üzerinde vals halindeydiler. Ay dolgun suratına taktığı gri, yağmura gebe maskelerin ardına saklanmıştı o lanetli gecede. Balıkçı teknesi, rüzgarsız ve kokusuz denizin üzerinde Chiron’un kayığı gibi sessizce kaymaktaydı. Teknede yalnız olmak huzur veriyordu Eris’e. Eski sahiplerinin hareketsiz ve durgun gözlerinden gökyüzünü izlemek de…
Düşler Limanı’na artık pek az bir yol kalmıştı. Ellerini teknenin en ön kısmındaki puntellerine dayamış gittikçe yaklaşan kıyı şeridini izliyor, amaçları doğrultusunda ortadan kaldırdığı etten ve kemikten engelleri düşünüyordu.
Arkasından gelen bir tıkırtıyla anında o yöne döndü Eris. Sırtında asılı palasını ya da biçimli kalçalarının biraz altından geçen kemerde asılı duran tabancasını çekmek için ufacık bir hareket yakalaması dahi yeterliydi. Bunun yerine yerde kanların içerisinden başını kaldırmış, hırıltılı nefesler almaya çalışan genç tayfayı süzdü bir süre. Uzun kuzguni saçları birden beliren uğursuz rüzgârla dalgalanıyordu.
Sonra ağır ağır elini beline götürdü, gümüş kaplı tabancasını çekti. Horozu yavaşça indirdiğinde tayfa, kanla yıkanmış güvertede sürünerek ondan uzaklaşmaya çalışıyordu.
“En fazla on sekiz yaşında.” diye bir tahminde bulundu Eris tetiği çekmeden önce. Çıkan gümleme sesi, teknenin direklerine konmuş kargaların gürültülü “gak” seslerine boğularak kaçışmalarına neden oldu.
Arkasındaki tayfanın artık cansız, yarı yarıya parçalanmış kafası tahtanın üzerine acımasız bir gümbürdemeyle çarparken, kadın yeniden ellerini önündeki tahtadan çubuğa dayayıp, dipsiz karanlık sudaki yansımasını izledi. Vücudunun karanlık silueti suyun üzerinde mecalsizce dalgalanmaktaydı. Uzun saçları da bu gölgenin iki yanında uçuşarak ona Medusavari bir şekil kazandırıyordu.
Aslında Eris hiçbir zaman mitolojideki Medusa’yla özleştirmemişti kendisini. O, adaşı Eris gibiydi. İntikam ve kaosa yemin etmiş tanrıça gibi. Acımasız, soğuk ve ölümcül.
Yüzüne özenli bir gülümseme yerleştirdi Eris. Rıhtıma varmasına az kalmıştı. Kıyıya arkasını dönüp, sakince cesetlerin arasından geçip kaptan kamarasına doğru yürüdü. İçerisi karanlık, kan ve yaşanmışlık kokuyordu. Köşede hala yanmakta olan küçük bir gaz lambası da odayı hayaletli bir dans pisti haline getiriyordu.
Eris için sade döşenmiş odada aradığını bulmak zor olmadı. Gaz yağının keskin kokusu da, yerini kolayca bulunabilir hale getiriyordu. Kadın varili sürükleyerek yeniden güverteye çıkarttığında artık neredeyse sahil şeridi boyunca acele ve korkuyla yürüyen insanları görebilir hale gelmişti. Az bir zamanı kalmıştı. Kısa bir süre içerisinde limana yanaşması gerekiyordu.
Varili cesetlerin yanına koydu, kapağı açtı ve geriye çekildi. Güçlü bir tekmeyle devirdiği varilden fışkıran gaz yağı cesetleri ve güverteyi yıkadı. Eris çıktığı yükseltinin üzerinden fazlalık yağın denize akmasını bekledi, sonra da yüksek topuklarının üzerinde ustalıkla ıslak zeminin üzerinde yürüyerek teknenin kıç tarafına gidip geçmişten gelen bir beceriyle yelkenleri mayna etti, motoru kapattı.
Artık limana yanaşmış gemiden gelen tek ses omurgasına çarpan dalgaların iç gıdıklayıcı şapırtısıydı. Eris dudaklarında küçük bir gülümsemeyle geminin burnundaki halatları limandaki kazıklardan birine bağladı. Sonra da telaşsızca kafasını kaldırıp kendisini bir izleyen olup olmadığını kontrol etti. Fakat bu tekinsiz kasabada kimse geceleri sokaklarda dolaşmazdı. Hem dolaşsalar bile kadına baktıklarında görecekleri tek şey bela olacaktı. Bu da buradaki kimsenin fazladan sahip olmak istediği bir şey değildi.
Eris tekneden inmeden hemen önce cebinden çıkarttığı gümüş sigara tabakasının üzerinden yansıyan ay ışığını seyretti. Sonra da aynı uyuşuk, ancak tehlike kokan hareketlerle kibrit kutusundan bir çöp çekip, ucunu kutunun kenarındaki tırtıklı alana sürttü. Bir anda parlayan alev kadının gölgeler içerisindeki yüzünün kıvrımlarını aydınlattı.
Dudaklarına yerleştirdiği sigarayı yakmadı kadın. Bunun yerine, ardında, gecenin içerisinde dev bir ateş böceği gibi hüzünlü sesler çıkararak yanan gemiyi bırakarak, kasabanın sessiz sokaklarını adımladı.
Hüzünlü bir yerdi Kayıp Rıhtım Kasabası. Eski zamanlarda Kayıp Evren’in en yüce krallıklarından birinin başkenti ve o dönemin en zengin şehirlerinden biriydi. Sonrasında “O” gelip İmparator Magicalis’i devirip, gücü eline geçirince işler yolundan çıkmaya başlamıştı. Bu olaydan sonra iyice fakirleşen halk yeni diktatörlerinin boyunduruğuna fazla dayanamayıp bir isyan başlatmışlardı. Ne yazık ki kan damlatan bir tarihiten başka bir şeye sahip olamadılar.
Zamanla kent hırsızların, katillerin, dolandırıcıların ve eşkıyaların durak noktası oldu. Zaten sefillik içerisinde yaşayan halk sokağa bile çıkamaz hale geldi. Belki de geçmişte fakir fakat neşeli bir liman kenti olan bu kasaba, zamanın tozlarıyla kaplandı.
Şimdiyse ay ışığından yoksun sokaklarda rahat adımlarla yürüyen Eris, kentin temellerine sinmiş o çürümüşlük ve toz kokusunu gayet iyi alabiliyordu. Lakin her an devrilecekmiş gibi görünen, fakat bir zamanların en usta mimarlarının eserleri olan eğreti binaların gölgelerinde kim bilir onu gözleyen kaç ölü göz olduğunu tahmin edebilmek bile en ufak bir korku tesiri yaratmıyordu kadının üzerinde.
Bunun yanı sıra ardından gelen içki çeşnili konuşmalar ona takip edildiğini de fark ettirmişti. Arkasına takılmış sarhoşları ciddiye alana kadar epeyce bir yol kat eden Eris, artık aradığı o hana da çok yakın olduğunu hissediyordu. Fakat arkasındaki serseriler de canını epey sıkmaya başlamıştı. Giderek aradaki mesafeyi kapatıp, körü körüne sonlarına yaklaşıyorlardı.
Kadının sabrını taşıran son damla ise, serserinin birinin poposuna dokundurduğu eliydi. Pis kahkahalar eşliğinde “ Vaktin var mı güzelim?” diye fısıldadı. O anda Eris hızlıca arkasına dönüp adamın kolunu yakaladı, seri bir hareketle terse çevirdiği koldan gelen gürültülü çıtırtının, parçalanan kemiklerle ilgili olduğu şüphesizdi.
Alkolik serseri acı dolu bir çığlık atınca, arkadaşları da ne olduğunu anlayamamanın verdiği korkuyla geriye sendelediler. Kadın hızlıca, artık bir işe yaramayan kolunu tuttuğu serserinin dizlerinin arkasına tekme atıp onu diz çökmeye zorladı.
Bir süre sonra adamın haykırışının ardında anlamsız inlemeler kalmıştı. Kendisini bırakması için kadına yalvarıyordu. Eris yavaşça adamın kulağına eğildi. “Benim törelerime göre elini kesmem gerekiyor, ama bu çok… gereksiz. İşte bu yüzden…” Bir anda elinde beliren bıçağı seri bir hareketle adamın boğazından geçiriverdi. Adam ölüyor olduğunu bile kanıksayamadan gözleri açık, öylece, yığıldı yere. Damarlarında fışkıran kan yerde küçük birikintiler halinde toplanıyordu.
Eris sakince bıçağı kemerine geri yerleştirdi. Üzerine tek bir damla kan bile sıçramamıştı. Ardına bakmadan uzaklaşırken aklında tek bir hedef vardı: Yolgeçen Hanı.
Han, bu eğreti kasabaya göre oldukça bakımlı ve canlı bir yerdi. Tam merkezinde bulunduğu kentin damarlarına tıpkı bir kalp gibi dolandırıcılık ve suç akıtıyordu. Canlı ve ışıltılı görümüne rağmen bir bataklıktı ve girenleri suç dünyasının en etkileyici yüzüyle karşılıyordu.
Eris Han’a girdiğinde üzerine çevrilen açgözlü bakışlardan etkilenmedi. Fare suratlı adamın teki piyano benzeri döküntü bir aletin başına geçmiş canlı bir dans müziği çalmaya çalışıyordu. Fakat bu ortamda bulunan insan tiplemelerine o kadar ters bir durumdu ki, bir gardiyana prenses kostümü giydirmenin bile daha doğal olacağı ortadaydı.
Kadın gözleriyle yavaşça masaları taradı. Kaslı adamlar, cüppeli adamlar, sinsi adamlar, kimliksiz adamlar ve yaşlı bir adam görüyordu. En sağlam adımlarıyla yaşlı adamın oturduğu masaya yürüdü. Masanın başına geldiğinde kendisine bakmadan önündeki birasını yudumlayıp, bir parşömen parçasını okuyan adama kısaca bir göz attı. Adam parşömenden başını kaldırmadan, sakince konuştu.
“Seni daha erken bekliyordum. Bu kadar gecikmen beni şaşırttı.”
Kadın kemerinden çıkarttığı kanlı bıçağı masaya koydu ve sandalyeyi çekip otururken gözlerini devirerek “Serseriler.” dedi. Adam sonunda gözlerini parşömenden kaldırıp siyah bakışlarını kadınınkilere dikti.
“Eminim öldüklerini bile fark etmemişlerdir.”
Eris soğuk bir biçimde gülümsedi. İfadesiz yüzüne gelen bu farklılık onu daha sinsi kılmıştı. “Fark etmediklerinden eminim.”
Adam sessizce güldükte sonra devam etti. “Buraya neden geldiğini tahmin edememek için bir ifritin zekasına sahip olmam gerekirdi. İntikamını almak için hazır olduğunu düşünüyor musun gerçekten…?” Sonra da rahatsız bir biçimde ekledi. “… Hanımım.”
Kadın rahatsız bir biçimde kıpırdandı. Cevap verdiğinde gözlerinde çok değişik bir ifade, bir hüzün vardı. “Birileri bana bu şekilde hitap etmeyeli uzun zaman oluyor. ”
Adam yavaşça başını salladı. “Eminim öyledir. Sen de bunun için burada değil misin zaten? Kız kardeşlerinin ruhlarını kurtarmaya gelmedin mi? Ve kendi ruhunun yarısını da kurtarmaya?”
Kadın yavaşça başını salladı. “Hayır, bunun için gelmedim. Eğer kız kardeşlerim yeterince güçlü olsalardı kendi ruhlarını kurtarabilirlerdi. Onlara bir öç borçlu değilim ben. Ben sadece kendi ruhumun kalanıyla ilgilenirim…Büyücü.”
Adam gülümsedi.” Birileri bana bu şekilde hitap etmeyeli uzun zaman oluyor.”
Kadın sustu ve daha sonra tekrar konuştu. “Onu nerede bulabilirim. Artık bu işi bitirmek istiyorum.”
Büyücü ellerini iki yana açtı. “Bu konuda pek bir bilgim yok.” Yanından geçen garsona bardağını yenilemesi için bir işaret yaptıktan sonra devam etti. “ Bilirsin o pek bulunabilen biri değildir. Genellikle o seni bulur. Ama bu aralar yer altıyla bağlantıları olduğunu duydum. Belki de eski dostlarımızı ziyaret etmelisindir. Nasıl olsa taşların yerini bir tek onlar biliyorlardı. Sana söyleyebileceğim tek doğru şey, her şeyin göründüğü gibi olmadığı. ”
“Eğer bir bildiğin varsa şimdi konuş büyücü.”
Adam başını iki yöne salladıktan sonra sonra sustu ve bir daha konuşmadı. Gözleri yeniden parşömeninin üzerinde geziniyordu. Eris başıyla hafif bir işaret yapıp masadan kalktı. Büyücünün önüne koyduğu, artık üzerine bulaşan kanların kuruyup koyu bir renk aldığı, gümüş bıçağı eline aldı. Gümüş kıvrımlar üzerinde gezdirdiği parmakları bir an kasıldı. Bir an sonra kalbinin üzerinde arsızca titreyen bıçağa bakan büyücü, mizahi parıltılar saçan gözlerini kadına dikmişti.
Eris arkasını döndü ve ağır adımlarla handan çıktı. Mekanın diğer müşterileri bu sahneyle ilgilenmemişlerdi bile. Birkaç saniyelik boş bakışlardan sonra herkes işine geri döndü. Uyuşturucu ticareti yeniden başladı, kadın tacirleri yeni pazarlıklara giriştiler ve dolandırıcılar başka anlaşmalar hazırlamayı sürdürdüler. Ceset sanki hiç orada bulunmamış gibi hızla ortadan kaldırıldı.
Dışarıda dingin gecenin içerisinde Eris sessiz ve ölçülü adımlarla kasabanın gerisindeki eski madenlere doğru ilerliyordu. Eski madenler ve civarı her ölümlü için lanetli yerlerdi. Çünkü bu madenler lanetlenmiş ölümsüzlerin mekânlarıydı. Aklı başında hiçbir insan bu madenlere yaklaşmazdı.
Fakat “O” gelip bilinen dünyanın, daha doğrusu Kayıp Dünya’nın çoğunu ele geçirip, hırsıyla toprakları zehirlemeden ve kötülüğün gölgelerini insanların üzerine düşürmeden önce, Kayıp Rıhtım Kasabası’nda bulunan bu madenlerden değeri paha biçilemeyecek dört taş çıkartılmıştı. Daha fazlasını bulabilmek için getirtilen ve yıllarca çabalayan onlarca işçi ise elleri hep boş geri dönmüşlerdi. Bu dört taş eşsizdi.
Kuzey Denizi’nin ötesinden gelen büyücüler, her türlü büyüyle etkileşime geçip etkisini arttırabilen, muska olarak oyulabilen ve sihre yatkınlığıyla bilinen bu mücevherler için akıl almaz fiyatlar önermişlerdi. Tabi bu taşların nasıl kullanılması gerektiğinin sırrı sadece en güçlü büyücülerin yani, dört elementin hanımları olarak bilinen ve anaerkil bir topluluk olan Shined’lerin elinde bulunurdu.
Bu yüzden taşlar uzun süreler onlarda kaldı, halkın iyiliği, büyük hükümdar Magicalis’in istekleri ve gelişim adına kullanıldı. Fakat Shinedler bile aralarında hainler dolaşacağını önceden tahmin edemezlerdi. Taşların çalındığı gece, mutlak ki büyük Rıhtım İmparatorluğu için en lanetli geceydi.
Ve şimdi Eris, son ve yarım Shined, eskiden ihtişamın ve sihrin yapıtaşının çıkarıldığı, fakat şimdi ise yıkıntıdan başka bir şey olmayan, sadece lanetlilerin yaşayabildiği madenlere girerken, gök arsızca inliyor ve suyla seyrelmiş kanını yeryüzüne akıtmak için hazırlanıyordu.
Eris o gri geceyi hatırlıyordu kalbinde sonsuz bir nefretle. Ruhunun yarısını çalan ve ona sadece karanlığı bırakan adamı hatırlıyordu. Yağmur damlalarının yüzünde dans edişlerini, kız kardeşlerinin kanlarıyla ıslanmış mermer zeminin kayganlığını, beyaz elbisesinin kızıla kesilişini ve o korkunç taşları hatırlıyordu. O hasta ruhu hatırlıyordu. İntikama yemin ettiği yağmurlu geceyi hatırlıyordu.
Ve bütün anılar bir anda geldiği gibi gitti. Eris’i geçmişin hüznüyle bırakıp yokluğa karıştılar. Bir süre hareket etmeden durdu siyahlara bürünmüş kadın, sakince gecenin ölü nefesini içine çekti. Sonra da ağır ağır elini belindeki kemerin üzerinde sıralanmış torbalardan birine attı. Gümüş zincirlerin ruhsuz parıltısı açığa çıktığında, çevik bir hareketle onları boynuna ve bileklerine doladı. Elini yeniden kemere atıp tahtanın huzur verici pürüzsüzlüğünü hissetti. Sonra da emin adımlarla madenlere doğru yürümeye başladı.
Madenlerin girişi tozlu bir terk edilmişlik kokusu yayıyordu. Her adım attığında ayağının altında rayların ölü çıtırtılarını da duymasa, buranın bir mezarlığın sessizliğine büründüğünü söyleyebilirdi. Tıpkı mezarlıklardaki doğaüstü, ilah sessizlik gibi burası da normalin dışında fazlaca ıssızdı. Sanki en ufak bir çıtırtıda kopmaya hazır bir tel titreşiyordu.
Eris giderek karanlıklaşan madenin içine doğru ilerlerken ışığa olan ihtiyacı giderek azalıyordu. Karanlığı hissedebiliyor, bir nefes gibi içine çekebiliyor ve içerisinde yolunu bulabiliyordu. Çünkü ruhundan geriye kalmış kırık parçalar karanlığın kendisiydi. Giderek havasızlaşan madende ilerlerken, sırtındaki gözleri hissedebilmek onu rahatsız etmek yerine, tatlı tatlı gülümsetiyordu.
Bu lanetlilerin kendisinden korktuklarını biliyordu. Bu tatmin edici bir histi. Bu hissin keyfi ise meşalelerin ışığını görene kadar sürdü. Eris, meşalelerin aydınlığında bekleşen karaltıları gördüğünde durdu. Belli ki bu karartılar da onu fark etmişlerdi.
Yüzü aydınlığa çıkacak şekilde bir adım attı bu gölgelerden biri. Kızıl gözleri meşalenin ışığında aldığı canların hayaletlerini yansıtıyordu. Aslında bu pek yakışıklı bir yüz değildi, bir lanetlinin yüzüydü. Fakat onlarca kurbanını kendi ayaklarıyla ölüme götüren şey de zaten yakışıklı oluşu değil, lanetinin ölümcül cazibesiydi.
Eris kendisini ciddi bir dikkatle süzen vampire doğru ufak bir adım attı. Ama bu doğru hareket değildi. Gölgelerin arasından fırlayan bir düzine vampir, hırlyarak kadının etrafını çevirdiler. Hepsinin dudakları gerilmiş, uçları ışıkta parlayan dişları ortaya çıkmış ve elleri birer pençe gibi kıvrılmıştı. Eris hala sakince gülüyordu. Hareketinde yaptığı tek değişiklik kemerindeki kazıklara dokunan parmaklarıydı.
Geride kalmış olan vampir yavaş adımlarla yürüyerek, kadının etrafını sarmış diğer vampirlerin arasından geçti. Kadına olabildiğince yakında durdu ve zehir gibi yakıcı bir sesle konuştu.
“Tekrar hoş geldin Shined Hanımı Eris. Seni görmeyeli uzun zaman olduğunu, sendeki bu değişimi hissedince fark ettim.”
Eris cilveden uzak bir gülüşle cevapladı.
“Hoş buldum Filius. Vampirlerin veliahdı, yüce oğul. Benim kendi isteğime bağlı olmaksızın gerçekleşen değişimim göreceli bir kavramdır.”
Filius bu cevaptan hoşlanmış gibi gözüküyordu. Elini yavaşça kadının boynuna uzattı ancak gümüş zincirin parıltısı irkilerek elini çekmesine neden oldu. Artık sinirli görünüyordu. Kızıl gözleri koyulaşmış, bordoya bürünmüştü.
“Demek artık dostluğumuza da güvenin kalmadı. Buraya bu zincirlerle gelmenin ne demek olduğunu bilmek hoşuma gidecektir.”
Bu tepkiye rağmen Eris istifini bozmuyordu.
“Bir vampire güvenmenin en büyük ve son hatam olacağını söylemişti kız kardeşlerimden biri. Haklı çıkmış olması ne ironik. Çünkü sizin sadakatsizliğiniz yüzünden artık nefes almıyor, benim değişimim de size bağlıdır. Bir haine yataklık ettiğiniz. Beni Patre’ye götür. Bu suçlamalarımın muhatabı sen değilsin.”
Filius Eris’e sırtını döndü. Sesi artık hem üzgün hem de soğuktu. “Beni takip et. Belindekileri kullanmana gerek kalmayacağı konusunda seni temin edebilirim. Ama onları, barışının ve güveninin bir ifadesi olarak burada da bırakabilirsin. Senin seçimin.”
Eris’in sesi daha da soğuktu. “ Benim kimseye güvenim yok.”
Filius cevap vermedi, bunun yerine meşalelerin biraz gerisinde duran, dev ahşap kapıya üç kez vurdu. Ağır ağır açılan kapının ardındaki manzara göz kamaştırıcıydı. Altından avizelerin aydınlattığı altından bir salon uzanıyordu önlerinde. Eris daha önce de bu manzarayla karşılaştığı için fazla şaşırmadı, ancak odada Kral Süleyman’ın bile görünce hayrete düşeceği kadar çok altından eşya vardı.
Masalar, yemek takımları, şamdanlar, resim çerçeveleri… Ve en görkemlileri de salonun ortasında bir sütün görevi gören bronzdan heykelle, onun yanında duran zümrüt kakmalı tahttı.
Taht ışığın altında parıltılar saçmasına rağmen üzerinde Kayıp Evrenin en karanlık simalarından birini taşıyordu. Patre gözlerini görmeyen her insanın kırklı yaşlarda bir mafya babası sanabileceği bir simaydı. Tek fark elinde tuttuğu kadehte viski değil, kan olmasıydı.
Heykel ise bu odada altından olmayan tek şeydi ve bir zamanların ünlü imparatoru Magicalis’i betimliyordu. Eski zamanlarda kent limanın tam ortasında durur ve dingin gülümsemesiyle yeni yanaşan gemileri selamlardı. Patre Magicalis’e büyük bir bağlılık duyardı çünkü onun zamanında da yer altında yaşamaya mahkûm olsalar da vampirlerin işlerini illegal yollardan halletmelerine gerek kalmazdı. Toplumda da bir yerleri vardı. Bu yüzdendir ki Magicalis tahttan indirildiğinde bile onun sıkı bir fanatiği olan vampir reisi, bu heykele de sahip çıkmıştı. Onu kendi tahtının yanına yerleştirerek düşmüş bir kahramanı şereflendirmişti.
Patre Eris’i gördüğünde yavaşça tahtında doğruldu. Gözleri kızıl bir merakla ve sahtekârlıkla parlıyordu. Filius’un birkaç yıl yaşlanmış hali gibiydi. Fakat onda Patre olmanın getirdiği cazibenin ağırlığı da mevcuttu. Konuştuğunda bariton sesi, arka plandaki konuşmaların sesini bastırıyordu.
“Hoşgeldin Shined Hanımı Eris. Seni görmeyeli uzun yıllar oluyor.”
Eris konuşmadan önce vampiri hoşnutsuzca süzdü.
“Pek hoş bulmadım Patre. Hainliğinin sonuçlarını duydun mu acaba?”
Bir anda ortam buz gibi oldu. Daha önce buraya gelip, Patre’ye böyle hakaret edip sağ çıkabilen biri olmamıştı. Çevredeki bütün vampirler en ufak bir saldırı emri için kaslarını germiş bekliyorlardı. Fakat Patre bu şok havasından pek nasibini almamış görünüyordu.
“Ne demek istediğini açıkla Shined, yoksa ölürsün.”
Onu asıl şok eden şey ise bu sözleri sarf ettikten sonra Eris’i bıyık altından gülmesiydi.
“Sana saygı duyarım Patre ama ruhumun ve benliğimin bir kısmını kaybetmiş olmam büyü gücümü de kaybettiğim anlamına gelmez. Ruhumdan bana kalan karanlık taraf, kara büyülerin her an, kusursuzca elimin altında olmasını sağlıyor.”
Kadın bu sözlerinin ardından ellerini havaya kaldırdı ve bir süre dua ediyormuş gibi kaldı. Birkaç genç vampir bu sonu olmayan gösteri karşısında gülmeye hazırlanıyorlardı ki, havada yoğunlaşarak ışıklar saçan ve birden bire beliren kızıl, güneş benzeri küre karşısında korkuyla geniş sütunların ardına saklandılar. Bu güneşin küçük bir kopyasıydı, sadece daha şeytani bir güçteydi.
Eris yerde kıvranarak ışıktan kaçmaya çalışan vampirlere şöyle bir göz atıp bu deneyini durdurdu. Güneş geldiği gibi yok oldu, yerde yatan birkaç kül yığını dışında burada olağanüstü bir şeyler olduğunun anlaşılması imkânsıza yakındı. Bunun en büyük nedeni de Eris ve Patre’nin eskisi gibi sapasağlam ayakta kalan kibirli bakışlarıydı.
Eris bu küçük gösterinin ardından sözlerine devam etti. “Bunun dışında, hainliğine geri dönelim. “O”nun taşların bizde olduğunu öğrenmesi konusunda kimi suçlayacağım aşikâr. O dört taş sizin gözetiminizde topraktan çıkartıldı. Bu madenlerin sahipleri ezelden beri sizsiniz. Nereye satıldığını sadece siz biliyorsunuz. Yerimizin “O” na sızdırılması konusunda kimi suçlamalıyım?”
Patre bu sefer gerçekten sinirlenmiş görünüyordu. Eris yerinden doğrulduğunu bile göremeden karşısında bulmuştu yaşlı vampiri. “Bana bak küçük sürtük, o taşların yerinin bizden başka kimse tarafından bilinmediği doğru, fakat bu bizim onurumuzu da sattığımız anlamına gelmez. Bizi suçlamadan önce sadakatsiz kız kardeşlerini bir gözden geçir.
Sana bir şey kanıtlamak zorunda değilim. Sen daha büyünün kelimelerini dilinin üzerinde bile gezdiremeden kafanı koparıp, bir ibret nesnesi olarak sergileyebilirim. Fakat şanımı ve onurumu lekelemene göz yummayacağım.” Ateş saçan gözlerini kadınınkilerden ayırdıktan sonra arkasını dönüp, müritlerine seslendi.
“Sevgili klanım, soydaşlarım, ortaklarım, ben bu kadının iddia ettiği gibi bir sahtekarlık yaptım mı, taşların yerini kimseye söyledim mi? Ve de en önemlisi “O” dediği ucubenin madenlerimize yaklaşmasına izin verdim mi?”
Salondaki vampirler bir ağızdan liderlerine cevap verdiler. “Hayır!”
Aslında belli etmese de Eris etkilenmişti. Fakat bir yandan da kafası karışmıştı. Bir klandaki her vampirin liderlerine kutsal bir yeminle bağlı olduğu bilinen bir gerçekti. Bu yüzden bu vampirler liderlerine asla yalan söyleyemezlerdi. Patre de bu şekilde kendini aklamıştı. Onlar değilse o zaman kimdi taşların yerini ifşa eden? Bu kişinin kendi kız kardeşlerinden biri olabileceğini düşünmek bile istemiyordu Eris.
Patre’nin kendisine dikilmiş soğuk gözlerine baktı. Konuştuğunda sesi pürüzsüzdü. “Beni anlamalısın Patre. Bu sızdırılan bilgi yüzünden neredeyse koca bir evren yok oluyordu. Bu hainliğin kaç kişinin ruhuna mal olduğunu tahmin edebilir misin?”
Patre ifadesizce cevapladı. “Bunları tahmin edemem ancak senin beni o alçağa yardım etmekle suçladığını rahatça söyleyebilirim. Yine de senin buradan öldürülmeden çıkmanı ve o alçağı bulmanı istiyorum. Bu yüzden bu hakaretlerine karşın sana onun yerini söyleyeceğim, çünkü onu ancak sen yok edebilirsin.”
Delici bakışları Eris’e dikiliydi. Eris de hiçbir şey söylemedi. Yalnızca teşekkür manasında ufak bir baş işareti yaptı. Yaşlı vampir sakinleşmiş olarak devam etti. “Kuleleri bilirsin. Şehrin en tepesinde sivri parmaklar gibi dikili dururlar. Bu imparatorluğun doğduğu ve yok olduğu Gizem Kulesi’ne git. O iğrenç yaratık hala orada, sahte zaferinin kalıntılarının üzerinde oturuyor. Onu bul ve yok et. Yoksa yemin ederim kızım, seni bulur, en ince damarlarına kadar her yerine kesikler açar, tüm kanın boşalana kadar seni izlerim.”
Eris sessizce teşekkür etti. Patre aheste aheste tahtına döndü ve yaptığı tek el işaretiyle altın kapılar açıldı. Son Shined Hanımı salonu terk ederken tüm vampirler suskunca bu sahneyi izlediler. Sonra da bir mafya ailesi gibi planlarına geri döndüler.
Madenlerin içinden çıkmak bir kaç dakikasını aldı Eris’in. Dışarı çıktığındaysa yağmur bir dulun hüznüyle dövüyordu toprağı. Kömürsü gecede, arkadaki yarı yıkık kule gayet iyi seçiliyordu. Gizem Kulesi gecenin içerisinde bulutların dolgun vücutlarını keşfetmek istercesine yükseliyordu.
Eris eski bir çoban patikasından yukarı, kuleye doğru tırmanmaya başladı. Belli bir yükseklikten sonra kentin tüm haritası önünde açıldı. Düşler Limanı’nın ıssızlığı, Yolgeçen Hanı’nın solgun, davetkâr ışıkları, eski, yarı yıkık Liman Kütüphanesi… Hepsi geçmişin hayaletlerinden nasibini almış, artık büyümüş bir çocuğun kenara fırlatılmış oyuncakları gibi hüzünlü görünüyordu.
Bu manzaradan sonra daha da yükseğe tırmandı Eris. Bunları görmek bile onda delici bir öfke uyandırıyordu. Sessizce önünde yükselen kulenin siyah tuğlalarının önünde durduğunda, karşısında onu bekleyenlere karşı hazır olup olmadığını merak etti bir an. Yine de bunu yapacaktı.
İşte bu yüzden kuleye yaklaşıp, yılların ve kurtların kemirdiği tahta kapıyı araladı. Taş basamaklar geniş fakat yıpranmışlardı. Soluk ve terk edilmişlerdi. Eris’in adımlarının altında ufak takırtılarla isyan ediyordu bu taştan basamaklar. En sonunda penceresiz duvarlarla çerili, döner merdiven son buldu.
Kulenin en tepesi bir ejderhanın ağzı gibi sivri bir karanlıkla örtülü, dört bir yanı pencerelerle kaplı, Eris’in daha önce hiç görmediği stilde döşenmiş bir odaya açılıyordu.
Pencerelerden arta kalan ‘duvarcık’ olarak adlandırabileceğimiz sınırlı sayıdaki bölge de garip çizimlerle doldurulmuştu. Eris’in en çok dikkatini çekenlerden biri ise, yumurta kabuklarının ortasından doğan güneşi tasvir eden tablolardan biriydi. Bunu gibi birçok resmin altında da “Dali” yazmaktaydı.
Salonun belirli köşelerinde duvara dayalı ‘L’ şeklinde koltuklar, diğer köşelerinde ise ağır, kenarları itinayla ahşaptan oyulmuş, kadife kumaştan koltuklar yer alıyordu. Tabloların önünde eski bir sehpanın üzerinde ise ucuna boru gibi, uzun ve ağzı geniş bir şey takılmış, alt kısmı ise dikdörtgen, metalden bir kutucuktan oluşan garip alet bir vardı. Üzerinde dönen oval diskin de etkisiyle olsa gerek, odaya dingin bir kadın sesi yayılıyordu.
Arkasından gelen ses Eris’in irkilmesine ve ışık hızında çektiği tabancasını doğrultarak o yöne dönmesine neden oldu.
“ Ave Maria. Callas sever misin?”
Karanlığın arasından çıkan düşmanını çabuk tanıdı kadın. Adam yavaşça kadına yaklaştı. Yüzü tıpkı bir türlü hatırlanamayan o yüzlere benziyordu. Silikti fakat bir yönden çok güçlüydü de. Bu güç gözlerde saklıydı. Göz bebeğiyle aynı renkte gözleri unutmak kolay olamazdı.
“Seni görmeyi uzun zamandır bekliyordum. Yarım ruhunun verdiği ıstırap, beni her an seninle meşgul olmaya zorladı.”
Eris bu cümlenin üzerine silahının horozunu çekti. Hala cevap vermiyordu. Adam sakince gülümsemeye devam etti. “Beni vuramazsın. Beni yok edemezsin. Beni yaralayamazsın. Çünkü bu benim gerçekliğim.”
Kadın tetiği çektiği anda aslında silahın artık elinde olmadığını fark etti. Gitmişti. Yok olmuştu. Diğer tabancaları, bıçakları, kazıkları ve palasıyla beraber. Eris ilk defa içerisinde bir korkunun filizlenmeye başladığını hissetti. “Kimsin sen?”
Adam bir adım attı ve kadına göz kırptı. “Ben her şeyim. Ben zamanım. Ben gerçeğim. Burada gördüğün her şey neyse, işte ben oyum. Ben bir elçiyim.”
Eris başını öne eğdi. Anlamamıştı. Anlamıyordu. Anlayamazdı da. Bu yüzden tekrar sordu.
“Bizden ne istedin? Ruhumdan, benden, kız kardeşlerimden? Bizden ne istedin!? Bunu bize niye yaptın?”
Adam küçük bir kahkaha attı. “Ben sizden hiçbir şey istemedim. Size hiçbir şey yapmadım. Her şeyi siz yaptınız. Küçük evreninizin sonunu hazırladınız. O taşların gücünü anlamadan, onları kullanmaya kalkıştınız, büyü yaptığınızı sandınız. Hata yaptınız. Ben hep uyardım, yol gösterdim. Fakat siz, siz her şeyi berbat ettiniz. Buradan yaptıklarınızın kâinatın diğer ucunda bile nasıl şeylere yol açtığını anlamadınız. Bundan başka evrenler de var, bundan başka zamanlar da var.
Ben sadece ruhunun yarısını almadım. Ruhunun aydınlık kısmını aldım. Sana kalan karanlık taraf oldu. Bunu sen de biliyordun. Ama bunu neden yaptığımı anlayamadın. Aydınlığı da hatırlasaydın bu seni delirtir, çıldırarak ölmene sebep olurdu. Bunu istemedim, senin için planlarım vardı. Seni buna karşı koruyabilmek için de ruhunun, hafızanın yarısını alıkoydum. Artık zamanı geldi. Karanlıkta ancak karanlığı görebilirsin. Ben gerçeği görmeni istiyorum.”
Elini kaldırdı ve Eris bir şeylerin geri geldiğini hissetti. Sevinçleri, üzüntüleri, duyguları geri geldi. Fakat onlarla gelen karabasanlar, benliğini acıya boğdu. Aynı zamanda belleğinin diğer yarısı da geri geldi.
Bildiği her şeyi, bütün gerçeklerini eritti bu gelenler. Bütün hikâyenin bir hiç olduğunu anladı. Aslında “O” diye biri yoktu. Kasabaya lanet saçan, Shinedleri yok eden, zalim bir “o” kişisi yoktu. Onlar vardı. Kız kardeşlerinin hataları vardı. Delice bir deneyin sonucunda ortaya çıkanlar vardı.
***
O lanetli gecede kız kardeşleri, taşlarla yaptıkları ayini ortasındalardı. Bu bir ilkti. İlk defa bu kadar büyük çaplı bir büyü yapacaklardı. Amaçları yaratıcıya ulaşmaktı. Zamanın ve mekânın ötesinde yeni bir boyut açmaktı, tıpkı kutsal kitaplarında yazdığı gibi. Dört taşın da yardımıyla başka evrenlere ulaşacak, sihirlerinin sınırlarını genişleteceklerdi.
Eris’in büyük kız kardeşi Bia elinde dört taşın bulunduğu ahşap sandıkla büyük ayin salonuna girerken yüzünü bürüyen gölgeler, ifadesinin anlaşılmasını engelliyordu. Eris, Bia ve onların diğer kız kardeşleri Libitina, en yüksek rütbeli üç kız kardeş, o gece, orada evrenin sırlarını, sınırlarını sınayacaklardı. En azından Eris o ana kadar o kadarından haberdardı. Bia her zaman bunun hükümdarlığa yararlı olacağından bahsedip durmuştu. Diğer iki kız kardeş de buna inanmayı seçmişlerdi. Bunun yaptıkları en büyük hata olacağını düşünmemişlerdi bile.
Ayin salonunun ortasında çizili sembole yerleştirdikleri taşlar, ayın dolgun parıltılarını yansıtıyordu. Bu haliyle dördü de bilinmeyen bir dünyadan gelmiş gibiydi. Üç kız kardeş hiçbir şey söylemeden önceden binlerce kez prova ettikleri ayine başladılar. Yerlerine yerleştiler ve üç farklı enerjinin birleşerek bir çığ yaratmasına izin verdiler. Sonraysa en büyük kız kardeş Bia büyüsüne başladı. Eris ve Libitina da güçlerini bu yakıcı büyüye aktarıyorlardı.
Taşlar büyünün de etkisiyle yerden birkaç santim yükselip havada asılı kaldı. Sonra birer birer, dört farklı renkte ışıldamaya başladılar. Önce mavi, sonra kırmızı, sonra yeşil, en sonda da beyaz.
Üç kız kardeş de büyülenmiş gibi bu dört taşın ortasında oluşan boşluğa bakıyorlardı. Bütün kainat, sanki küçücük bir maketmiş gibi bu deliğin ortasında salınıyordu. Neredeyse solunabilecek kadar güçlü enerji filizleri yayılıyordu bu delikten. Birkaç dakika kimse konuşmadan evrenin bu en büyük sırrını izledi. Sonra en büyük kız kardeş konuştu.
“Çok, çok güçlü… Hissediyor musunuz?”
Diğer kız kardeşler ağızlarını bile açmadan onayladılar.
“Bunu kullanabiliriz. “
Eris ve Libitina, Bia’nın suratına baktıklarında o gözlerde sadece sonsuz bir aç gözlülük görebildiler. Libitina da aynı güçle sarhoş olmuş gibi cevapladı.
“Evet, evet hissedebiliyorum… Gücü hissediyorum. Onu kullanmalıyız, kendimize saklamalıyız.”
Bir tek Eris bu öldürücü çılgınlık içerisinde nefsine hakim olabilmişti. Kız kardeşlerinin deliliğini anlamlandıramıyordu. İkisine de karşı çıktı.
“Hayır, yapamayız. Bunun sonuçlarının ne olacağını tahmin edemeyiz. Evrende değişiklik yapmış oluruz bunu yaparsak.”
Diğer iki kız kardeşi aniden dönüp ona öldürücü bakışlar göndermeye başladılar. Eris, taşların parlaklığının titreşip, bir gülüş gibi havaya yayıldığını hissetti. Kız kardeşlerinin tavırlarını da hesaba kattığında bunun bir savunma mekanizması olduğunu da anladı. Taşlar onları kullanabilecek erdemli kişileri seçmek için böyle bir sınava tabi tutuyordu. Bunu araştırmadan işe kalkıştıkları için hataları büyüktü.
Taşlardan etkilenmemiş tek kişi olarak Eris bu deliliğe bir son vermesi gerektiğini de biliyordu. Ancak kız kardeşleri hala büyünün etkisindelerdi. Eris iki adım öne çıkıp çemberi bozdu. “Yeter durun artık. Bu hiçbir işe yaramayacak. Buna bir son vermeliyiz !”
Son cümleyi bağırarak söylemek zorunda kalmıştı. Kız kardeşleri ona dönüp korkunç bir kinle baktılar. Bia ellerini kaldırıp ona bir lanet okudu.Yana çekilip lanetten son anda kurtulmasına rağmen Eris feci bir sakarlık yaptı. Yana kaçarken eli, havada asılı duran beyaz taşa çarptı. Taş korkunç bir saniye boyunca havada uçtuktan sonra, enerji alanının etkisinden çıkıp yere düştü.
Kırılma sesi, Eris’in beyninde birkaç defa yankılandı sanki. Sonra iliklerini donduran bir sarsıntı başladı. Evrenin kapıları hala açıktı ama dengeleyici beyaz taş yok olmuştu. Zaman ve mekan uzamaya, kaymaya başladı. Nesneler olmadık biçimlere girdi. Zamanın içinde hareket etmek, bir pürenin içinde batmadan yürümeye benzedi.
Eris bir anda beynini kaplayan korkunç uğultunun etkisiyle çığlıklar atarak yere yığıldı. Korumaya yemin ettikleri toprakları, Kayıp Evreni, aptallıkları yüzünden kendi elleriyle yok ediyorlardı. Eris yanı başında Bia ve Libitina’nın kanlı suratlarını gördü. Burunlarından, ağızlarından ve kulaklarından şakır şakır kanlar akıyordu. Eris de burnundan kan geldiğini hissedebiliyordu. Bembeyaz elbisesi kızıla kesiliyordu. Ölüm ona yakındı. Hem kendi ölümü, hem de koca bir evrenin ölümü.
O anda “O” belirdi salonun ortasında. Ellerini havaya kaldırdı ve bu çılgınlık bir anda başladığı gibi son buldu. Taşlar uyusalca yere geri döndüler. “O” da taşları çıkardığı kutuya yerleştirip cebine geri koydu. Eris’in başındaki basınç kayboldu. Sonra “O” adam yavaşça Eris’in önünde çömeldi, elini kadının alnına yerleştirdi. Gerisi ise sonsuz bir dinginlikti.
O kanla kaplı, kız kardeşlerinin cesetlerine ev sahipliği yapan salonda, yarım bir ruhla uyanan Eris, kardeşlerini öldürdüğü, taşları ve kendi ruhunun yarısını çaldığı için rahatça suçlamıştı “O” nu. Aylarca sonsuz bir gaddarlıkla ve öç hırsıyla onu aramıştı. Fakat herkes tıpkı Eris gibi bölük pörçük hatırlıyordu her şeyi. O zaman zarfında Magicalis yıllara yenik düşüp toprağa kavuşmuştu, koca imparatorluk kopuk bir kolyeye dizili inciler gibi dört bir yana saçılmıştı. Eris bunun için de “O”nu suçlamıştı. Tıpkı diğer herkes gibi.
Gerisi ise Eris’in “O”nun Kayıp Rıhtım Kasabası’nda, eski imparatorluğun beşiğinde olduğunu öğrenmesiyle gelişmişti. Şimdi ise Gizem Kulesinin tepesinde, gerçekle yüzleşiyordu.
Adam yavaşça yaklaşıp kulağına fısıldadı. “Artık uyandın işte. Benim gerçeklerime hoş geldin.”
Eris bembeyaz olmuş yüzüyle sordu. “Sen Tanrı mısın?”
Adam küçük bir kahkaha attı. “Ah, tabi ki hayır. Ben sadece bir görevli, bir elçiyim. Buraya sizi uyarmaya gelmiştim. Daha önce de söylediğim gibi her evrenin bir ömrü vardır. Benim görevim de bu ömrü yeterince uzatıp, zamanı geldiğinde sonlandırmaktı. Bu evrenle birlikte benim de sonum gelecek. Ancak bir başka evrene yol göstermesi için, bir başka elçi lazım. Bu da sensin.
Bunca zaman seni izledim, azmini ve içindeki kayıp erdemleri gördüm. Eğer seni sınamak istemeseydim, o gün, orada sen beyaz taşı parçaladığın anda evrenin yok olmasın izin verirdim. Beyaz taşın gücünü dengeleyebilmek için ne kadar enerji kaybettiğimi tahmin dahi edemezsin. Tabi beyaz taşın yerini hiçbir zaman tam olarak dolduramadım. Bu yüzden de evreniniz giderek daha da sefilleşti, uğursuzluk, kötü güçler başınızdan eksik olmadı. Bu zaman zarfında yıllar ve zamanın durduğunu söyleyebilirim. Bir nevi Limbo hayatı yaşadınız. Beni aradığın sürenin ne kadar olduğunu ya da Magicalis’in ne zaman öldüğünü sen de söyleyemezsin. Yani evrenin sonu zaten o gece orada gelmişti, biz sadece uzatmaları oynadık güzelim. Fakat, evreni öylece sonlandırmak, sana acımasızlık olurdu. Ne yapacağını ve nerede olduğunu bilmeden, başka bir evrende, kendini yapayalnız hissederek uyanırdın. Tıpkı benim gibi.
Bu bir kısır döngü. Her yeni evrenin oluşumunda ve bir başka evrenin yok oluşunda bir görevli seçilir. Zor anlarda yeni evrenin halkına yardım etsin ve zamanı gelince de her şeyi sonlandırsın diye.
Beni kendi evrenimden ayırıp seçen elçi bana hiçbir şey açıklama zahmetine girmemişti, her şeyi kendim keşfetmeye çalışırken harekete geçmek için fazla geç kaldım. Bunları bilmeye hakkın olduğu için bu zamana kadar bu evren yerinde durdu.
Şimdi sana son bir sorum var. Benim yerime geçmek, yeni evren için yeni elçi olmak istiyor musun Son Shined Hanımı Eris?”
Eris bu açıklamaların hepsini hazmetmeye çalışırken başı da şiddetle ağrıyordu. Kafası karışıktı, üzgündü, kendini sorumlu hissediyordu. Bu yüzden de ne yapacağını biliyordu.
“Bir evrenin yok oluşun tanık oldum ve bu olayda bizzat rol aldım. Bunun zamanı gelene kadar başka bir evrene de olmasına izin vermeyeceğim. O yüzden, evet, kabul ediyorum. Yalnız bir sorum olacak elçi, senin evrenin neresiydi, sen nereden geldin?”
Elçi üzgünce gözlerini kapattı. Sonra da cevapladı. “Ben Dünya diye bir gezegende yaşardım eskiden. Yok oluşuna tanık olduğum evren Dünya’nın içinde olduğu evrendi. Ve emin ol buraya çok benzeyen, çok güzel bir gezegendi. Orayı yolundan sapan büyülerin değil de içinde yaşayan nankör insanların yok edişine tanık oldum.”
Eris, tekrar duvardaki “Dali” imzalı resimlere, Callas adında bir kadının sesini yayan alete ve etrafa serpiştirilmiş koltuklara baktı. Ve bu adamın ne olursa olsun ‘Dünya’sını çok özlediğini anladı.
“Şimdi, git artık Shined. Git ki, benim yaptığım hataları tekrarlama. Yolun açık olsun.”
Sonrası ise bitmemiş bir masalın, bir yeniden doğuşun ve bir kısır döngünün öyküsüdür.
- Bekçi Aranıyor - 15 Haziran 2017
- Salı Sallanır Çarşamba Beyaz Çarşafa Dolanır - 15 Haziran 2016
- Karanlığın Sade Gerçekliği - 15 Haziran 2014
- Bitmeyen Gecenin Şarkısı - 12 Şubat 2012
- Limbo - 16 Temmuz 2011
Vay canına.
Karanlık bir öyküydü bu. İçine zekice göndermeler işlenmiş olan, Rıhtım temasını harika kullanmış bir öykü. Betimlemeleri yapış şeklin kendine has, kaleminden çıkmış her hikayenin belli yerlerinde imzanı görebilmek mümkün oluyor bu sayede. Bayağı etkileyici bir anlatım tarzında olduğunu da eklemeliyim. Kısa olmamasına rağmen uzun da diyemeyeceğim, çünkü dahası olsa okuyacağımı bildiğim bir yazı olmuş gerçekten de. Derin kurgusu ve etkileyici sonu da cabası.
Hayal gücüne, eline sağlık.
Açık yüreklilikle söylüyorum ki bu bir hikaye değil, roman olmayı hak eden bir eser. Hikaye olarak kalması gerçekten çok üzücü. Oysa çok sağlam temellere oturtulmuş bir karanlık-fantezi romanı olmak için her şeye sahip.
Etkilendiğimi itiraf etmeliyim. Betimlemelerin gücü, seçilen kelimelerin yerindeliği ve anlatıcının okuyucunun zihninde rahatlıkla yarattığı karanlık dünya… İşte yazının özeti bu.
Zekice göndermeler, yetenekli cümleler ve gerçekten kolay kolay ortaya çıkmayacak bir kurgu. Aynı zamanda kendi içinde bir felsefesi olduğunu da söylemem gerekir.
Sadece allerine değil, aynı zamanda bunu yaratan zihnine de sağlık. Eh, artık bir roman bekliyoruz. Ayrıca, bir devam bölümü yazsan onu da aynı derecede zevkle okuyacağıma emin olabilirsin.
Öncelikle şunu belirtmek istiyorum ki sizin yazınızda en çok hoşuma giden unsur son derece güçlü betimlemeleriniz. Okuyucuya tamamen bahsi geçen ortamı ve psikolojiyi yansıtan kelimeleriniz, özellikle bu yazıda beni ürkütmeyi bile başardı.
Bir de okurken Shined Hanımlarının taşlara hükmetme kısmındaki dili, Ejderha Mızrağı’nda irdalardan bahsederken kullanılan dile çok benzettim. Yanlış anlaşılmasın, bu kötü bir benzetme değil bilakis kullandığınız dil tıpkı oradaki gibi güçlü ve karanlıktı. Aynı hırs ve aynı karanlığı görüğümü söyleyebilirim.
Böylesine uğraş verilmiş güzide yazınız için elleriniz dert görmesin.
Sayın Beyza, siz n’apmışsınız öyle yahu?! Okurken etkilenmemek, betimlemelere hayran olmamak elde değil yahu. Okurken o karanlık dünyanın içine kendimi o kadar kaptırmışım ki, sona gelindiğinde ve “O”nun Dünya gezegeniyle ilgili olduğu görünce cidden çok şaşırdım. Hem zekice, hem etkileyici…
Böyle bir hikaye Fırtınakıran’ın da bahsettiği gibi, daha da genişleyip roman bile olur! Ellerine, kalemine sağlık…
Vay be. Uzundu uzun olmasına ama okurken hiç anlaşılmıyordu neredeyse. Karakter sahneye girdiğinden itibaren sürekli hareket halindeydi sürekli sahne değişti ve sen bu değişimleri o kadar güzel tasvir etmişsin ki film izler gibi oturup hayal gücümde tek tek canlanmalarını bekledim karakter ve mekanların. İlk başlarında kayıkta yerde duran adama bir el ateş etmesi ve gemide delik açmadan korkmaması ve akabinde zaten delik açmaması biraz mantık hatası gibiydi. Ama geri kalan heryanı mükemmele yakındı hikayenin. Çeşitli karakterle süslenmiş bir arayış ve etkileyici bir son. Ellerine sağlık. Kayıp Rıhtım temalı bir öyküde böylesine sağlam bir kurgu görmeyi beklemiyordum doğrusu…
Bu “uzuuuuun” yazıyı okuyan ve yorumlayan herkese teşekkürler öncelikle. Bugüne kadar aralıksız yazdığım en uzun hikayeydi herhalde ve beğenilmesi beni gerçekten şaşırttı. Betimlemelerime ve anlatım tarzıma aldığım övgüler ise koltuklarımı kabarttı diyebilirim. Çok teşekkürler hepinize ^^
Bunun dışında kurşun – tekne çelişkisini gerçekten fark etmemişim, kırk yıl düşünsem de aklıma gelmezdi. Bu kadar dikkatli okuyucuların olduğunu bilmek çok güzel. 🙂
Belki Kayıp Rıhtım’dan çıkacak bir diğer kitaba da Black Helen imza atacaktır, kim bilir :).
Kurgu ve betimlemelere hayran kaldığımı söylemeliyim ben de. Hatta bazı cümleleri tadına varabilmek adına tekrar tekrar okudum. Ellerinize sağlık!
Vay be! Daha önceki hikayelerinizi de severek okurdum zaten ama bu aralarında en çok beğendiğim ve takdir ettiğim oldu şüphesiz. Uzunluğunu fark edemedim bile…
İşin aslı her yazdığınız yeni hikayede kendinizi ve yeteneklerinizi bir adım öteye taşımanıza şahit oluyorum bir yandan ve bu da oldukça hoş bir deneyim.
Betimlemelriniz, benzetmeleriniz, tasvirleriniz ve karakterleriniz giderek daha inanılır, daha gerçekçi ve daha akılda kalıcı oluyor. Karakterlerin konuşma, mimik ve hareketleri de öyle…
Sanırım kısa bir süre sonra kısa hikayeler size yetmeyecek ve büyük çaplı projelere girişmeye başlamanıza tanıklık edeceğiz. Bu bir temenni 🙂
Kaleminize ve hayal gücünüze sağlık…
Selamlar Beyza!
Bu kara öykü için teşekkür ederim öncelikle. Uzunluğunu her şey bittikten sonra, ekranı aşağı yukarı kaydırırken fark ettim gerçekten. Öyküde özellikle dikkatimi çeken; ileri derecede keyif veren benzetmelerindi. Yok olan evrenler zaten çok vurucu. Bir de, “Bundan başka evrenler de var, bundan başka zamanlar da var.” cümlesiyle hafif Kara Kule tadı aldım. İyice şenlendi ortalık. 🙂
Kalemine sağlık, ben çok beğendim!
çok iyi sıkılarak okurum diyordum ama hiç teklemedim tebrikler 😀 😀
Bu hikayeyi 2. yıl özel seçkisinde okudum. Gerçekten harika bir anlatım olduğunu söylemek isterim. Elinize sağlık…
Bitmeyen Gecenin Şarkısı nı okuyacaktım buralara kadar geldim. İyi ki gelmişim, iyi ki okumuşum. Şöyle bir göz atmak için başladım ve bitirmeden bırakamadım, çayım da soğudu çok sağolun. Benim tembelliğimle buraya gelmiş birinin sonuna kadar okumasını sağlayabilen bu öykünün yazarını tebrik ederim.
“Karanlıkta ancak karanlığı görebilirsin. Ben gerçeği görmeni istiyorum.” Kısmı çok vurucuydu. Hikayenin zirvesi burasıydı bana kalırsa. Kalan kısımların da zirvenin gölgesinde kalmadığını belirtmek isterim. Ellerinize sağlık Beyza Hanım.
Beyza sen… Vaov. Uzun zamandır bu kadar harika bir şey okumamıştim, tebrik ederim ellerinessağlık.