Çift yüzlü bir dünyaydı bu küçücük oda. Bir yanda mermer tezgahı dolduran mutfak gereçleri vardı. Saçıldıkları yerde sonsuz sabırla bekleşen un zerreleri, terk edilmiş çiğ hamur topakları, hor kullanılmış metal kaplar, unutulmuş bir fırın… Fırının kapağı açıktı. İçinde yaratıcısının ilgisini çekememiş, bütünüyle kömürleşmiş bir kek, kasvetinin ağırlığında ufalanıyordu.
Diğer yansa bu donuk manzarayı reddetmiş, zevk naralarıyla titriyordu. “AHH! Bu harika! Bayılıyorum vücuduna!” Ardından birkaç çığlık ve bir “İşte böyle! Ahh!” daha.
Ve sonra tekrar. Ve tekrar…
Her haykırışla odaya iştah açıcı bir esans salınıyordu. Dinlenmeye çekilmiş enerjinin soğuk metal kokusu… Kendi halinde bekleşen un zerrelerini huzursuz ediyordu; kokunun kaynağı yakaladığı her şeyi balçıklaştırıyordu.
Cılız, bitkin bir ses işitildi. “Neden?! Neden yapıyorsun bunu?” Konuşan perişan haldeki aşçıydı. Kepi bile yan yatmakla kalmamış, yer yer kızıla boyanmıştı.
Konuştuğu kişi takım elbisesinin devasa kol düğmelerini çekiştirdi, zarif ellerini uzattı ve aşçının kepini düzeltti. İncecik kumaşın kızıl lekelerinden itinayla kaçınmıştı. “Yapıyorum çünkü müşteri böyle istiyor.” Sakince cevaplamıştı. Aynı sakinlikle hemen yanındaki masadan kamayı aldı. Ve aşçının tırnak aralarına tekrar sokmaya başladı. “Evveet! Harika!” Deminki sakinliğinden eser kalmamıştı.
Bir süre çığlıklar, zevk naraları ve şıpırtı sesleriyle devam etti. Zemindeki kan birikintisi genişlemiş, kurumuş, arkadan gelen kızıllıkla yeniden akışkan olup odayı doldurmuştu. Un zerreleriyse çoktan bu balçığa yem olmuştu.
Çığlıklar kesildiğinde takım elbiseli adam kol saatine bakıyordu. “Harbiden de o kadar oldu mu?” Aşçının değil cevap verecek, doğru düzgün nefes alacak hali bile kalmamıştı. Çığlık atmayı bırakalı aylar geçmişti sanki. Mıhlandığı çarmıh bunu doğrularcasına gıcırdadı; ahşap bile kana doymuş, yumuşamıştı.
Takım elbiseli adam ellerini kemerine geçirdi. Hafif göbeği ve kusursuz tenine rağmen bir hayli tehditkar görünüyordu. “Bak koçum. Kaç oldu? Yüz olmuştur herhalde. Her seferinde bana aynı şeyi soruyorsun. Sana neden mi bunu yapıyorum? Size neden mi böyle davranıyoruz? Ben bir iş adamıyım. Müşteri neyi talep ederse onu yaparım. Kapiş?”
Bakışları Aşçıya meydan okuyordu. Ağzını açması, o gerçeği söylemesi, tüm süreci yeniden başlatması için… Aşçı gene “hizmete zorlandığından değil, işine geldiğinden işkence yapıyorsun” diyecekti. Ve gene dayak yiyecekti. Patrona karşı koymanın bedeli. Söyleyemezdi. Cesaret edebilseydi bile konuşacak gücü toparlayamazdı zaten. Tüm yaşam enerjisi, çöken bu vücudu terk etmiş, zeminde akıyordu. Gene de denedi. Hayır, çenesi bile oynamıyordu.
Patron, vicdanı gibi tertemiz gömleğiyle karşısında dikiliyordu. Ansızın sırıtmaya başladı. Ellerini kemerinden çekmeden usulca yaklaştı.
* * *
Tek yüzlü, çıplak bir odaydı bu. O kadar uzun süredir, o kadar istikrarla amacını yerine getiriyordu ki mizacı bütün duvarlarına sinmişti. Ona bakan herkes tek bir şeyi görürdü: Efkâr. İmkansızın hayalleri koğuşun tüm duvarlarının direğiydi. Aciziyetse temeli.
Koğuş daima tıkış tıkış doluydu. Öyle ki uyumak için oturabilen şanslı bulunurdu. Hapishanelerdeki voltalardan, hastanelerdeki ferahlıktan, kışlalardaki nizamdan eser yoktu. Güneş’i unutmuş bu mekânda zaman yalnızca vardiyalarla ölçülebiliyordu. Yorgunlukla; tükenmişlik ile son bir gayret arasında…
Ama parmak kıpırdatmalık boşluğun bile olmadığı bu koğuş, devasa ve yoğun bir akıntıyı da saklıyordu. Odaklanmış, kolektif bir akış… Herkes Şef’e bakıyordu. Sırtını nemli duvara yaslamış, bakışlarını asla kapanmayan ampule takmış, düşüncelerini özgürlüğe salmış… Kadının yüzünde tek bir ifade bile yoktu, sanki koğuş duvarlarına öykünüyordu. Omuzbaşında Feroand kurulmuştu. Suratındaki yaralar yeni yeni iyileşiyor, vücudundaki izler kapanıyor ama düşmüş tırnakları hâlâ ilk günkü gibi ağrıyordu. Sahi, kurtulalı ne kadar olmuştu?
Feroand düşünürken Şef derin bir nefes aldı. Öyle derindi ki konuşmaya başladığında sesine odanın boğuk, terli, yılgın ve çiğ havası karışmıştı. “Bu kabul edilemez. Bizi yıllarca buraya tıkıp zorla çalıştırmaları bir şey, bize öldüresiye işkence etmeleri bambaşka bir şey!”
Kısa bir süre susup sesinin yüksek tavandan, çıplak duvarlardan, taşlaşmış nasırlardan yankımasını bekledi. Yankı koğuşun tüm ruhunu yüklenmişti. “Yaşadıklarımız haksızlığın çok ötesine geçti.”
Kalabalıktan bir yerlerden, sesine taşıyabileceği tüm horgörüyü yüklemiş bir adam “tamam da kardeşim,” diye lafa girdi. “Dayağı ben yemedim. Herkes adına konuşma. Hatta, sen bile yemedin. Şu yanındakinin derdi seni niye gerdi?”
Şef’in cevap vermesine kalmadan, bir başka köşeden tok, gür bir ses yükseldi. “Revirden çıktığında koğuş ve vardiya rotasyonumuz neyse ki tutuştu da hastayı inceleme imkanım oldu. Ben ona bakarken bile zar zor yaşıyordu. Revirde bir hafta kadar kalmış haliydi bu. Vaka ‘sadece bir dayak’ değil. Profesyonel görüşümü inkar edemezsin.”
“Peki. Ama işini doğru yapsaydı böyle olmazdı” dedi öteki aynı horgörüyle. “Bana bakın, bir kere bile dayak yemedim, hor görülmedim, aşağılanmadım. Tek bir fiske bile!” Tüm kelimeleri yaya yaya söylüyordu. Otururken kurduğu bağdaş bile ne kadar rahat olduğunu vurguluyordu. “Çünkü ben tam da yapmam gerekenleri yapıyorum ve patronlarımın takdirini kazanıyorum. Isırınca ağızda dağılan kek mi? Tamam! Sıcacık karamelini ağır ağır bırakan pasta mı? Hemen hazır! Diyet çikolata şelalesi? Hay hay! Soufflé’nizin yanardağ gibi patlayıp dilinizi zevk lavlarıyla dağlamasını mı istemiştiniz? Elbette! Aradığınız o tadı buluncaya kadar, zevkle! Bakın, size söylüyorum. Emirleri dinlerseniz rahat edersiniz. Sonuçta hepiniz aşçı değil miydiniz? Kendinizi işinize verin! Buraya çalışmak için getirildiniz.”
Tam konuşmasını bitirmişti ki Koğuşun çelik kapısı açıldı. Varlığını vardiyadan vardiyaya hatırladıkları o meymenetsiz kapı. Asker onu çağırıyordu “özel bir görev” istemişti patronu. Az önceki sözlerini vurgularcasına ağır ağır, kibirle doğruldu. Kalabalıktan güç bela yol açarak kapının ardında kayboldu.
“Gevşek herif.” Konuşan sadece Feroand’la ilgilenen doktordu ama koğuştaki herkes onunla aynı fikri paylaşıyordu. Ve, aynı alaycı gülümsemeyi…
“Hastayı yakından inceledim.” diye devam etti Doktor. “Travmaların hepsi ustaca yapılmıştı. Hiçbirisi gerçek anlamda ölümcül değildi. Sadece… En çok acı verecek yerlerde ve şekillerdeydi. Demek istediğimi anladınız mı? Kasıtlı olarak, ancak hayatta kalacak kadarını yaptı ki iyileştiğinde devam edebilsin eğlencesine. Literatürde buna psikopatlık diyoruz. Bu iş büyüyecek. Öyle büyüyecek ki sirkülasyon o gevşeği bile kemirebilir. Tamamiyle vahşice, tamamiyle insanlık dışı.”
Kalabalıktan bir ses daha yükseldi. İnce, heyecanlı, genç bir kadın sesi. “Bakın, gördünüz mi? Size demiştim. İnsan değiller demiştim!”
Hakkında konuşulan olarak şimdiye dek hep susan Feroand ilk defa sözü aldı. “Bunu yapan sadece ve sadece insandı. Ne fazlası, ne azı!” Çıkışıyla Şef’in takdirini ve kalabalığın hafif mırıltılarını kazandı.
Heyecanlı kadınınsa hevesi kırılmamış, kalabalığın uğultusu üzerinden bağırıyordu. “Hayır, hayır! Bakın, düşünün biraz. Öyle hemen kestirip atmayın.” Herkes sessizleşip dinlemeye başladığındaysa eli ayağına dolaştı. İlk defa bu kadar çok bakışa maruz kalıyordu.
“Yani, şey… Durum tuhaf ve çözmek için iyi düşünmek lazım. Tüm bunlar ne zaman başladı mesela? O kadar da çok geçmedi, hatırlıyor olmalısınız. Hani, sistemin tamamında gösterilecek ilk yayın… İnsanlık ilk defa Güneş Sistemi’ndeki tüm kolonilerine aynı anda televizyon yayını yapacaktı? Hani, bunun için yeterince güçlü verici ve alıcılar, tüm o dağıtıcılar ve şebekeler hazırlanmıştı? Şimdi o reklamı hatırladınız mı? Projeyi fonlayan şirket önce kendi reklamlarının yapılmasını istemişti hani? Düşünün. Bu kadar güçlü bir sinyali ilk defa ürettik ve hemen ertesinde, hemmen ertesinde, saldırı gerçekleşti ve buraya tıkıldık. Değil mi?” Bakışların kimisi heyecanla onu takip ediyordu. Kimisiyse şimdiyi kaybetmiş, çok uzaklarda kalmış kutlu zamanlara odaklanıyordu. İlgiyi kaybetme düşüncesi Heyecanlı’nın telaşını körükledi. Konuyu hemen sadede getirdi.
“İşte, böylece o yayın taa uzaylılara kadar ulaştı. Onlar da mesajı alınca hemen sistemimize musallat oldu.” İşte bu ilk temas bahsi onları silkip ilgilerini çekmişti.
Kalabalıktan silik bir ses “peki ama, amaçları ne olabilir ki?” diye sordu. Heyecanlı, dinleyicilerine baktı. Şimdi herkes ona bakıyor, yavaş yavaş kafalarına yatmış bu fikrin nihayetini merak ediyordu.
Harfleri tane tane, ağır ağır söyledi; durumun ağırlığını iyice sindirmelerini istiyordu. “Bir arayıştalar. Aradıkları şeyse, mükemmel kek.”
Derin bir sessizlik. Ardından, ciğerlerden fışkıran derin kahkahalar. Bunca yıldır yalnızca efkârla beslenmiş koğuş duvarlarını sarstılar. Fukaralık ve fazileti olan gurur kemiklerine işlemiş insanların en doğal tepkisiydi bu. “Bizi kıskandıkları için” dese kabul görecekti; “kaynaklarımızı ele geçirmek için” dese uzaylılara bilenmiş karanlık bakışlar yaratacaktı; “korktukları için” dese mırıltılı onaylamalar kazanacaktı. Bu insanlar değerli olduklarına dair bir kanıt istiyorlardı. Ama “mükemmel kek” için işgal edilmek… Aşçıların hiçbirisinin en minik hayali bile olamazdı.
Hasret kaldıkları dostmuş gibi kahkahaya sarıldılar. Bu onlara çok iyi gelmişti. Zihinlerini tazelemişti. Kalabalıktan boru sesli, iri bir adam alabildiğine ciddiyetle konuşmaya girişti. “Uzaylı olmuşlar ama insan olamamışlar. Tanıyamamışlar bizi. Vallaha ayıp.” Sözlerinin sonuna doğru gülümsemesini durduramamıştı. “Yüce Kek Hazretleri için toplama kampına gerek yoktu halbuki. Burnumuzun önünde küçük, dikdörtgen, baskılı kağıt parçaları sallasalar yeterdi.” Ve, gözlerden yaş akıtan bir kahkaha dalgası daha…
Heyecanlı bozulmuştu buna. “Sırf korkak herifin teki olduğun için böyle davranıyorsun! Boy ölçüşemeyeceğin her şeyi dalgaya alıyorsun!” Sesini gereksiz ve saygısızca yükseltmişti. Sakinleşmek için bir saniye tanıdı kendisine. Her an yüz yüze bakınca iyi geçinmeyi öğrenmek hızlı ve acılıydı Koğuş’ta. “Peki şuna ne dersin?” diye sakince devam etti teorilerine. “Askeriye, sistemdeki tüm şefler üzerinde gizli bir deney yapıyor. Sonuçta, bizi buraya tıkıştıran da onlardı, değil mi? Hem, her an başımızda nöbet de tutuyorlar?”
Doktor sözü tereddütsüz devraldı. “Bu statükoya göre haklı olabilirsin. Belki de uzaylılar ilkin orduyu sonra da bizi ele geçirdi. Ama hayır. Benim aslında aşçı olmadığımı unutuyorsun. Tüm bunlar başladığında arkadaşlarımla kostümlü bir partideydim. Askerlere aşçı olmadığımı, sadece öyle giyindiğimi defalarca söyledim ama ‘emir böyle, beni bağlamaz’ dışında hiçbir karşılık göremedim.”
Heyecanlı, somurtarak söylendi. “Çok biliyorsanız siz söyleyin neler döndüğünü!”
Şef sözü artık devralması gerektiğini biliyordu. “Evet, ben söyleyeceğim. Duyduğuma göre bunun gibi bir sürü tesis varmış ve hepsinde de aşçılara çeşit çeşit Soufflé yaptırıyorlarmış. Bence hakikat gayet açık. Reklamların hemen ardından buraya tıkıldığımızı söylemiştin. Bunda haklıydın. Reklamlardan sonra tıkıldık çünkü koca Güneş Sistemi’ndeki her bir koloniye yetiştirecek kadar kek üretemezledi. Yani, Patronların bizi fabrika malı olarak kullanmaları gerekti! Dostlarım, sizi uyanık olmaya davet ediyorum. Gelin, tüm süreci bir kere daha gözden geçirelim. Eminim o zaman hepimiz fark edeceğiz bu üretim çılgınlığının sebebini. Ve, daha da önemlisi, nasıl kesileceğini!”
Sözlerinin sindirilmesi için bir süre bekledi. Koğuştaki aşçıların hepsi derin bir sessizlik içinde, durumu değerlendirmekteydi. Zaten, bir süredir benzer iddiaları fısıldaşmıyorlar mıydı? Üzerine konuştukları başka fikirler vardıysa da ne olmuştu yani? Tüm bu çılgınlığı açıklayan en gerçekçi sav bu değil miydi? Şef’in sözleri teker teker herkese mantıklı geldi.
Aşçıların dalgınlıkları geçip yüzleri aydınlanmaya başladığında Şef dikkatleri yeniden üzerinde topladı. “Siz de fark ettiniz. Her şeye rağmen, elimizde yeterince istihbaratımız yok. Habire değişen koğuşlar ve vardiyalar yüzünden birbirimimizle iletişimimiz bile yok. Hele hele diğer tesislerle, hiç yok! Bir şeylere kalkışmadan önce bunu halletmeliyiz. Unutmayın: Özgürlük, onu fısıldayınca doğar, haykırdıkça yaşar.”
Şef’in sözleri biter bitmez kalabalıktan birisi çığlık attı. “Aaah! Hayır!” Herkes telaşla dönüp baktı. Dizlerini göğsüne çekmiş, yüzünü avuçlarında gizlemiş, cılız bir aşçıydı bağıran. “Hayır! Kabus bu. KABUS! Bitmeyen bir kabus!” Sesi elleri yüzünden boğuk çıksa da taşıdığı dehşet ve bitaplık tüm Koğuş’a yayıldı. “Asla geçmiyor. Dinmiyor!” Çatallaşmış sesine hıçkırıklar da serpilmişti. “Lütfen, lütfen uyandırın beni. Bitirin şu azabı!” Artık bariz şekilde ağlıyordu. Ellerini yavaş yavaş yüzünden çekti. Gözleri oyuk, suratı yakarma doluydu. Kör çukurlar Şef’e bakıyordu. Ona yalvarıyordu! Gözlerinin terk ettiği boşluklar yaşla dolmuştu. “Gördüklerim yalnızca habis kabuslar, şer karanlıklar. Onları oydum… Ama hâlâ görüyorum! Yalvarırım…”
Feroand yüreğinde bir sızı hissetti. Kendi gözlerine de iğneler batıyordu sanki. Deli için bir damla yaş… Patron’un yaptıklarından sonra ancak o kadarı kalmıştı. Koğuş’a baktığında diğer aşçıların da boğazının düğümlendiğini gördü. Duvarlar hakikatin tüm soğukluğuyla üzerlerine yıkılıyordu.
“Eeeeh!!! Yeter be!” Sessizliği bozan en uzak köşedeki aşçıydı. Yaşlılığına rağmen sesi gür çıkmıştı. “İyice abarttınız artık. Habire aynı terane! Yok kaçmamız lazımmış da, yok isyan edecekmiş de, yok efendim bizi uzaylılar kaçırmış da! Bir kere, bilmem kaç trilyon kilometre öteden sesini duyan uzaylı senin o boklu kekini ne yapsın bre kadın! Her gün vır vır vır. Kafamı şişirdiniz! Olan oldu, abartmayın artık.”
Şef hınçla ayağa kalktı. “Bak şu zavallıya Moruk. Sence biz mi abarttık?”
Moruk’tan cevap gelmedi. Huysuzluğunu gidermişti belli ki.
“Feroand’a yapılanlar bu sömürünün en büyük simgesi. Onun kurumuş gözyaşları hepimizin gözyaşları. İsyanımızın, haykırışımızın yüzü Feroand olmalı.”
İri kıyım adam, boru gibi sesiyle tekrar konuştu. “Tamam arkadaşlar. Gerçekten. Bu kadar yeter. Habire değişen vardiyalar yüzünden zaten yeterince dinlenemiyoruz. Kim bilir ne kadar kaldı beni tekrar çağırmalarına. Artık uyumak istiyorum.”
Feroand ona baktı. Bu kaslı adamın gerçekten de Heyecanlı’nın söylediği gibi bir korkak olup olmadığını bilmiyordu. İsyan bahsi geçince yerinde kıpraşmış mıydı azıcık? Sesindeki titreme huzursuzluk muydu peki? Öyle ya da böyle, artık gerçekten de uyumaları gerekti.
* * *
Her yüzünde farklı, her yüzünde aynıydı bu yapı; çarpık koridorlar yığını. Bazısından daha önce geçmişti. Bazısını yalnızca göz ucuyla kesmişti. Bazısınıysa ilk defa fark ediyordu. İçine sürüklenmedikçe her biri ayrı; her biri koridor olmak bakımından aynı. Mesela, şu anda yürütüldüğü istikameti iyi biliyordu Feroand. Aşçı sırasına yol gösteren asker bile daha öncekilerle aynı noktalara basıyordu. Ama az önce geçtikleri koridoru daha önce gördüğünü sanmıyordu. Gene de, başını kaldırıp alık alık bakmaya değmezdi. Tuhaflık dört bir tarafta olunca ilgi hiçbir yöne özellikle kapılıp gitmezdi. Böylece Feroand, yalnızca zemini seyretmeye devam etti.
Zaten hemen hemen her gün aynı şey olmuyor muydu? Vardiya saatinde onları sıraya dizip üç kişilik hücrelere ayırıyorlardı. İki aşçı ve bir gardiyanı. Yola koyuluyorlar, bazen farklı ve bazen aynı dönemeçleri seçerek ilerliyorlardı. Sıralar zaman zaman dağılıyor, zaman zaman büyüyor, nihayetinde odalardan birisine girip kayboluyordu. İşkence mi? Basit bir dayak? Belki upuzun bir motivasyon konuşması? Ama çoğunlukla, mutfakta kek pişirme zamanı.
Başlangıcı tanıdık gelse de askerin seçtiği yollar ilerledikçe Feroand’a yabancı gelmeye başladı. Görünüşe göre bugün rotaları da zihni gibi karmakarışıktı. Elinden gelen yalnızca adımlarının da düşünceleri gibi çıkmaza düşmeyeceğini ummaktı.
“Pısst! Hey, Feroand.” Arkasındaki aşçı fısıldamıştı. Feroand sesinden kim olduğunu çıkartamadı. “Nasıl oldun? İyileşebildin mi? Bir daha o patrona denk gelmediğini duydum ama dünkü koğuşumda bi herif vardı ve fena pataklanmıştı. Ama söylendiğine göre sana daha… Özel muamele ediliyormuş? Daha gaddarca? Üzgünüm.”
Feroand da kısık sesle cevap verdi. Asker sıranın çok önünde olsa da riske girmeye değmezdi. “Tamamen iyileştim sayılır. Kalıcı değildi yaraların hiçbirisi. Şef’ten haber var mı? Bir şeyler planlıyordu en s..” Sözleri sert bir dürtüklemeyle kesildi. Durmuşlardı.
Feroand neler olduğunu anlamak için bakındı. Yalnızca askerlerin kullandığı bir koridorun sapağıydı burası. Uzun kara paltolu ve kapalı miğferli bir asker onlara doğru geliyordu. Dikkat çekmemek için hemen eğdi başını. Asker sıraya ulaşınca hücreleri tek tek gezmeye başladı. Ayak sesleri yaklaşıyordu. Ve… Tam önünde durdu.
“Siz ikiniz, artık benim hücremdesiniz. Marş marş!”
Feroand istemsizce arkasındaki kader ortağıyla bakıştı. Günler önceki Koğuş tartışmasında boru sesiyle herkesi susturan Kaslı adamdı bu. “Siktir!” Kaslı neyse ki yalnızca dudaklarını oynatmıştı.
Bilindik koridorlar göz ucunda kayboldu. Adımlar az bilindiklerden kalkıp hiç bilinmedik yollara dokundu. Havadaki ter ve yemek kokuları yerini yavaş yavaş dezenfektana bıraktı. Zeminde artık renkli şeritlerle yönlendirmeler vardı. İlerledikçe Feroand sırtında bir gerilim hissetti. Artık adımları daha tutuk, zihnindeki panik daha belirgindi. Kaslı’nın da ondan çok farklı olmadığını işitebiliyordu. Her nefeste o devasa vücudu alabildiğine dolduruyordu. Sanki, zor zamanlar için hava stokluyordu. Zaman zaman yanlarından başka askerler, hiç görmedikleri üniformalı tipler, başka patronlar geçti. Ama başka hiçbir hücre ya da aşçı görünmedi. Nihayetinde, o tek tük denk gelişler de kesildi.
Derken, ıssız bir köşede aniden durdular. Asker onlara döndü. Kaslı telaşla bir adım geri gidip sızlanmaya başladı. “Lütfen! Neden?”
“Sakin ool. Ses çıkartma!” dedi asker, ellerini kaskının altına uzatırken. Biraz uğraşın ardından onu çıkartmayı başardı. Karşılarında asker üniforması giymiş Şef vardı.
“Üzgünüm. Bizi afişe etmemeniz için başta söylemedim. Yoksa doğal davranamayıp yakalatırdınız bizi.” Şef’in sesi pek de üzgün çıkmıyordu.
Feroand “Neden? Neler oluyor? Şimdi mi kaçıyoruz?!” dedi. Kaslı ise duyduklarından hiç hoşlanmamıştı. “Hayır hayır hayır. Kaçamayız! Bizi öldürürler! Geri dönelim hemen!”
Şef Kaslı’ya “üff! Kapa çeneni!” dedi. “Böylesi zayıf kişilikten ne özgürlük ne de yaratıcı ruh çıkar.” Feroand’a döndü. “Bana kalsa daha cesur bir aşçıyla eşleşmeni beklerdim ama zaman yoktu ve şansımıza bu herif denk geldi. Ve hayır Feroand. Kaçmıyoruz. Özgürlüğün sana öylece geleceğini mi sandın yoksa? Elinden tutup sana yol göstereceğini?.. Hayır, hayır. Onu ancak savaşarak ele geçirebilirsin. Sizi buraya getirdim çünkü o savaşı başlatmak üzereyim. İlkin, örgütleneceğiz. Sesimizi tüm aşçılar, tüm sistem duymalı. Bunun için de yönetici bürolarından birisine sızıp iletişim aygıtlarını kullanacağız. Hikayeni herkese duyuracağız!”
“Hikayemi duyurmak mı? Bana sormadan? Neden böyle ahmakça bir şeye kalkıştın Şef?! Hologramda ne göstereceksin? Ben zaten iyileştim! Hepimizi öldürteceksin!”
Şef hakarete aldırmadı. “Bugün seni nereye götüreceklerini sanıyorsun? Mutfağa? Yeni bir koğuşa? Ben sıradan çekip almasaydım… Bak. Yanımda belgeler var. Tamam mı. Güven bana. Şu işetişim aletlerini bi’ bulalım… Daha hologram mı yoksa düz televizyon mu kullandıklarını bile bilmiyoruz. Belki de sadece bilgisayardır? Bi’ bulalım… İşimizi hemencicik halledip çıkmamız lazım. Zamanımız yok. Böyle enik gibi mızıldanacaksanız, hiç yok!”
Onlar da el mahkum, kabul ettiler.
Böylece, kaderlerine uzanan o koridora saptılar. “Şu ötedeki oda. Öyle olmalı.” Şef kendisinden çok emindi. Ama “öte”ye göz ucuyla bile bakmak Feroand ile Kaslı’nın endişelenmesine yetmişti. Her şeyden önce, bu koridor diğerlerinden çok daha loştu. Beyaz duvarları habis kara lekeler bölüyordu. Çeşitli tesisat panolarından, duvarları bölen kapılardan ya da diğer olağan mimari eklentilerden eser yoktu. Tek girişi bekleştikleri sapak ve tek çıkışı ötedeki zifiri kapı… Feroand cesaretini toplamak için derin bir nefes aldı. Havada tekinsizlik vardı.
Şef, postallarının altında dünyayı eze eze koridora daldı. Feroand hemen peşindeydi. Kaslı olduğu yerde bekleyecek gibiydi. Lakin o sapakta bir saniye yalnız kalmak, telaşla zıplayıp peşlerine düşmesine yetti.
Duvarlardaki kara lekelerden engerekmiş gibi kaçınıyordu Kaslı. Ama onun aksine Feroand meraklanıp biraz yaklaştı. Dikkatle bakınca yüzeyleri kadifeye benziyordu. Yumuşak ve hafif tüylü. İlerlerken gözüne kestirdiği bir tanesinine elini uzattı. “Dur! Feroand, gerçekten zamanımız yok.” Hevesi kursağında kaldı.
Üçlü temkinli ama ivedi adımlarla ilerlemeye devam etti. Koridorun sonundaki kapıya vardıklarında hava sanki biraz daha gölgeleşmişti. Tenlerine sürtünen ölüm ayazıydı sanki.
Kapı, daha önce gördüklerinin aksine, metal hiçbir aksam içermiyor gibiydi. Haşmetli, kapkara, tuhaf dokulu. Üzerine kakılmış kara düğmeler vardı. Baklava desenli puf yüzeyler oluşturuyorlardı. Düğmeler öyle derine işlenmişti ki sanki bu şeytani kapıyı gerçekliğe ilikliyorlardı.
Şef uzun paltosundan derme çatma bir balyoz çıkarttı. Yılların biriktirilmiş tecrübeleri, itinayla esirgenmiş materyalleri birleşe birleşe ancak bu eciş bücüş alet haline gelebilmişti.
Balyozu kaldırdı ve dişlerinin arasından haykırdı. “Ve, nihayet. Ezilenlerin kutlu öfkesi!”
PUFF!
Bir “BAMM!” değil. Bir “KÜÜT!” hiç değil. Kapı darbeden en ufak bir çizik almadığı gibi, balyozun tüm gücünü sönümlemişti. Doğru düzgün ses bile çıkmamıştı. Şef balyozunu kaldırıp bir kere daha vurdu.
PUFF!
Bir kere daha. Ve bir daha. Ve bir daha…
Sonunda o bile sağduyuyu dinlemek zorunda kaldı. Kaderlerini kilitleyen kapı o balyozla yıkılmayacaktı.
Kaslı yerinde huysuz huysuz kıpırdanınca Şef tek kaşını kaldırıp ona baktı. Kaslı, “belki de Heyecanlı haklıydı?” dedi. “Ya gerçekten de boy ölçüşemeyeceğimiz bir şeyi zorluyorsak? Ya bizi böyle yakalarlarsa? İsyan… Kızacaklar ve..” dedi.
Şef’in cevabı netti. “Kalıbından utan.”
Feroand dalgın dalgın “belki başka bir şey…” diye mırıldandı. Elini kapıya uzattı. Parmaklarının altındaki yüzey beklediğinden de yumuşaktı. Çokk yumuşak… Aklına getirdiği ilk düşünce “kalite”ydi. Kapının kara dokusunda biraz gezindi. Avucunu dayadığında sanki kapı… Nefes alıyor gibiydi. Okşamalarının altında, kıvranırcasına… Tam menteşelere doğru uzanıyordu ki birden kilit açılıverdi.
“Bak, gördün mü koca çocuk. Yalnızca dokunmatikmiş. Zenginlerin narin tenlerine layık…” Ve Şef kapıyı hışımla araladı.
* * *
Bu odanın hiçbir yüzü yoktu. Bildikleri hiçbir dekorasyonda karşılığı bulunmuyordu. Hem bekledikleri gibi yığınlar halinde evraklar, makam masası ardında bayraklar, raflarda kitaplar barındırıyordu; hem de beklediklerinin aksine otorite figürlerinden yoksundu. Öncelikle, odada herhangi bir bir nizam bulunmuyordu: Evraklar çeşitli geometrik şekillerde, origami usulü katlanmıştı; masa bir köşeye tıkıştırılmıştı; önünde misafir sandalyesi niyetine ahşap bir tabure ve devasa bir taht vardı; kitaplar nasıl koyulacakları bilinmiyormuş gibi ciltleri açık, raflarda üst üste yığılmıştı… Bakışların ve gücün toplandığı yerde ne bir makam panosu ne de işletme mottosu asılıydı; odanın hakimiyet merkezi dev ekran bir televizyona ayrılmıştı. Sanki yönetici hep hazır olda dikilecekmiş gibi, makam koltuğu bile eksikti.
Devasa oda floresan ile aydınlatılmıyordu. Sanki duvarlar kendi ışıklarını salıyordu. Bu tüm gölgeleri baskılasa da içerisi koridora göre çok, çok daha loştu. Feroand dikkatle bakınınca masanın ardında bir ev sinema sisteminin kolonlarını seçebildi. İncecik hoparlörler ve merkezi ünite bu karanlıkta neredeyse görünmezdi.
Üç aşçı da kapıda dikilmiş, bu beklenmedik manzara karşısında heyecanla dikiliyordu. İlk defa hükümdarlarının kalbine uzanıyorlardı. Bu Feroand’ı meraklandırmaktaydı. Burada neler oluyordu? Hayatının bu döneminde neler saklıydı? Onlarla ne yapıyorlardı ve şimdi neler olacaktı? Kaslı, kapının yanında bir askerin pusuda beklediğine, birazdan onu ensesinden yakalayıp tüm bu girişimleri yüzünden cezalandıracağına neredeyse emindi. Ama, hâlâ yakalanmamış olmalarının keyfi de içinde patlıyordu. Şef ise gelecekteki muhteşem isyanlarının ve liderliğinin hayallerine kapılmıştı.
“Ne demiştim? İnsanlık dışı falan değil. Yalnızca zengin oyuncakları. Hepsi bu.”
Kaslı, hemen kitaplığa yöneldi ve sayfaları karıştırmaya girişti. Şef’in eminliğine rağmen o, gölgesiz odayı alabildiğine tekinsiz bulmuştu. “Başımızdakiler uzaylı mı?” sorusunun cevabını kullandıkları dilde arıyordu.
Şef görünürdeki yegane iletişim cihazına, ev sinema sistemine yollandı. Merkezi ünitede sayaç oynuyordu, demek ki cihaz çalışıyordu. Evet, döngü modundaydı, aynı kaydı sonsuza kadar oynatacaktı. Yeni kayıt yükleyip yükleyemeyeceğini veya bu zengin aletinin dışarıya yayın yapıp yapamayacağını anlamak için kurcalamaya başladı.
Feroand ise ortamdaki ağır loşluktan rahatsız olmuştu. Sanki karanlık düşünceler derisini tırtıklıyor, içine işlemeye çalışıyordu. Masada minyatür bir abajur gözüne ilişince onun yanına seğirtti. Evet, o ipliği çekiştirince oda yeşil bir ışıkla aydınlanıverdi. Her şey daha rahat görülebiliyordu şimdi. Masada da koridordaki tuhaf kara lekelerden vardı. Sanki bir kontrol ünitesiymiş gibi erişim mesafesinde dağılmışlardı. Korkusu merakına baskın gelince de yüzeylerden birisine bastırdı.
Bir anda açılıveren televizyonla hepsi yerinden sıçradı. “Ne yaptın sen? Neye bastın?! Şu mu?” Ekranda gençler dans ediyor, hoparlörlerde bilindik bir reklamın kapanış jingılı çınlıyordu. Şef’in bakışları televizyon, tuşlar ve sinema ünitesi arasında gidip geldi. “Eveet. Demek sürekli bu kaydı oynatıyorlar. Ama neden? Feroand, orada herhangi bir iletişim ya da sinyal butonu gibi bir şey görüyor musun? Yalnızca sesimizi bile gönderebilsek yeter.”
“Bakıyorum, bakıyorum.” Feroand elini kara lekelerde gezdirmeye başladı. Üzerlerinde herhangi bir sembol bulunmuyordu ama içinden bir ses sıralanışlarının önemli olduğunu söylüyordu.
Kaslı, odanın öte tarafında kitaplara yeniden dalmıştı. Şef’se Feroand’ın arkasında, üniteyi kurcalamaktaydı. Sabırsızca homurdandığını işitebiliyordu. Evet, bu işi bir an önce bitirip güvenliğe dönseler iyi olurdu. Maceraları aşırı uzamıştı.
“Hımınskm. Kbuck!”
“Tamam Şef, acele ediyorum işte.”
“Ne? Ne dedin Feroand?”
Şef ve Feroand bir anda sessizleşti. Kaslı’nın sayfa hışırtıları da kesilmişti. Bakışlarını ağır ağır kaldırdı Feroand. Duyduğu o ilk homurtu kapıdan gelmişti.
İşte orada, eşikte dikiliyordu. Tüm haşmetli vücudu, insanüstü doğası ve yabancı gözlerle onlara bakıyordu. O uzuvları, pençe ve çene yapısını görünce oda dekorasyonu çok daha anlamlı görünmeye başlamıştı. Bu odanın yegane anlamı onların sonuydu. Onca çabayı korkunç acılarla bastırıp öğütecek, ufalarken sindirecek bir acının doğumu. Feroand daha şimdiden ölümlerinin çok ama çok yavaş olacağını hissediyordu. Tüm bunların müjdesini o yabancı surattan okuyabiliyordu.
Sonra, aniden, o surat yumuşadı. Bakışları televizyona kilitlenmişti. Huşu?.. Şehvet?.. Merak?.. Yoksa hasret mi? Uzaylı’nın ifadesi daha çok “ihtiras” gibi?..
Üç aşçı da ekrana baktı. Reklam en başa sarmıştı. Milyonlarca kilometre öteden gelmiş, bilim ve teknolojiye dair her şeyi çözüp bitirmiş bir medeniyet, meczup insanlığın dandik bir reklamından ne anlar?.. Ne bulur boş vaatler arasında? Üç aşçı da bunu düşünüyordu. Düşünceleri reklamın çınlayışıyla cevap buldu:
Kalabalıklar evreninde yalnız mı kaldınız? Mutluluğu ruhsuz simülasyonlarda mı aradınız? Peki, neşenizi emen tüm o modern hayat kuruntularına ne demeli? Demek ki size bir Haz Patlaması gerekli! Kabuğunuzu eritip en derin arzularınızı açığa çıkartacak; dilinizi zevk lavlarıyla dağlayacak; bitter aromasıyla ihtirasınızı yatıştıracak. Dudaktan yüreğe akan bir dokunuş. Sıcacık! Tıpkı bir yanardağ gibi; ruhunuzun alevi!
Hadi, hemen gelin ve Haz Patlaması Soufflé’nizi tükenmeden kapın! Gelecek hafta, tüm seçkin satış noktalarında!
Haz Patlaması, aradığınız her şey onda!
- Esaretin Nedeni - 15 Ocak 2019
- Bin Yıllık Azap Çağı - 15 Temmuz 2017
- Nada - 15 Nisan 2017
- Aramakla Bulunmaz; Bulanlar Hep Arayanlardır - 15 Mart 2017
- Bir Koordinat Düzlemi Macerası - 15 Şubat 2017
Yazı, üzerinde fazlaca çalışıldığını izlenimi uyandırdı bende. Hatta bazen betimlemeler, kişileştirmeler ve eğretilemeler üzerinde oynarken doldurduğunuz bardağı fark etmeden taşırmış olabilirsiniz. Dahası çok kişinin yer aldığı bir durum hikayesi yazmak zor zanaat. Sanırım aklınızda çok daha büyük bir resim olarak teşekkül eden bu hikayeyi kelime sınırından ötürü metne sığdırmaya çalışmışsınız. Yine de kişi sayısını düşürmek takibi kolaylaştırıcı bir unsur olabilir. Ben şahsım adına ilk etapta kişileri takip etmekte zorlandığımı söyleyebilirim.
Diğer yandan bazı eğretilemeler son derece yaratıcıydı. Öykünün ikinci yarısı ilk yarısına göre daha canlı bir anlatımla yazılmış.
Merhaba:)
Okuyup değerlendirdiğin için teşekkür ederim. Eleştirinde cevap verebileceklerimi tek tek cevaplamaya çalışacağım.
Açıkçası, öyküyü tam da bu uzunlukta ve yoğunlukta tasarlamıştım. Niyetim diyarın ayrıntılarını karakterler ve ortam betimlemeleri üzerinden anlatmaktı. Elbette aşırı uzun olmasından dolayı biraz endişelenmiştim çünkü öykü uzadıkça yazarın okuyucuya karşı sorumluluğu artar. Okuyucu da hatırı sayılır bir emek vermiştir çünkü. Umarım emeğinin karşılınığını sunabilmişimdir.
Karkater sayısı ve karakter isimleri, geçişleri, hiçbir asıllık belirtmeden işlenişleri de ikinci en büyük endişemdi. Bu yüzden, daha öykü yazım aşamasındayken arkadaşlarımdan değerlendirmelerini dilemiştim. Karakterlerin seçikliği konusunu özellikle sormuştum. Açıkçası, herhangi bir olumsuz geribildirim almadım onlardan. Umarım yaşadıkların öyküden aldığın keyifi çok fazla zedelememiştir. Burada yaptığım şey bir denemeydi benim için. Ve, senin eleştirin de çok değerli. Bu yüzden, yeniden teşekkür ederim.
İlk yarıyı gerilimi sağlamak, karakterlerle yakınlaşabilmek ve diyarı açımlamak için o şekilde yazdım. Son kısımlardaysa bu basık havayı kullanarak aksiyona yeni bir tat katmaktı amacım. Bu yüzden karakter düşüncelerini az, betimlemenin dış ses etkisini çok kullandım ilk kısımlarda. Sanırım okuyucuyu tanrı anlatıcı olmadan yönlendirebildiğim zaman çok daha usta olacağım
Diğer öykülerde görüşmek dileğiyle!..
Şunları da ilave etmeliyim. Metinler kısa olduğunda karakter ve tipleme arasında seçim yapma gerekliliği doğuyor. Eğer kişiler esaslı bir karakter olarak boy göstereceklerse ustalığımızın bir dirhem daha artması lazım ki doğru kartları eşleştirebilelim. Karakterlerin verdiği karmaşık tepkileri bizim kavrayabilmemiz için onun içindeki itici gücü bilmeye ihtiyacımız var. İtici gücü anlayamadan dinlediğimiz karakterler zihnimize ikna edici gelmeyebiliyor. Bu eleştiriyi genel manada yazdım Selçuk. Bunu yapmak gerçekten zor.
Anlatıdaki neden-sonuç zincirine yalnızca olayları değil, karakterleri de dahil etmeyi kastediyorsun sanırım? Vurulan bilardo topu kadar doğal yuvarlanmalı, öfkeli bir volkan kadar geniş etkiler bırakmalı?..
Sanırım bu bahsettiğinin yapılabilmesi için karakterler hakkında ayrıntılı taslaklar ve yol haritaları hazırlamak gerekir. Zira, konu üç cisim problemi gibi… Zincire karakterler de eklenince öyle çok değişken ve etken ortaya çıkıyor ki boş bir zihinle yönlendirmek, kontrol etmek mümkün değil. Eh, en azından benim için
Bakalım… Her öykümde bir öncekinden biraz daha ‘’yetkin’’ olduğumu hissediyorum. Umarım öyledir. Yazmak kadar eleştirilmek de bu yüzden çok önemli.
Yeniden teşekkürler
SevmediÄim bir tür olmasına raÄmen akıcı ilerledi. Çok karakterli metinler yazmak zor ama eÄlenceli oluyor. Her seferinde baÅka bir cevapla çıkmak, soruya soruyla cevap vermek bu tarz diyalogları eÄlenceli hale getiriyor. Bence iyi kotarmıÅsınız. Eksikleri var, düzeltilebilecek Åeyler.
Åefin tarzı çok hoÅuma gitti. Aklıma ellilerinde pala bıyıklı bir adam geldi. Özellikle “Kalıbından utan,” dediÄi kısım resmen gözümün önünde canlandı. Bir yandan bir iÅle uÄraÅırken bıyık altından söyleyip kısık bir küfürle bitirdi aklımda. “Pü kalıbını sikeyim,” gibisinden. O kısmı sevdim. Seçki’de diyaloglarda hiçbir Åekilde bir gerçeklik göremiyorum. Belki de sorun bendedir. Burada plaza Türkçesi ile çeviri Türkçesinin etkisinde kalmıŠgerçek bir dil görür gibi oldum. Bence biraz daha uÄraÅırsanız bu konuÅmalar oturacak, metne daha gerçekçi bir hava katacak.
Elinize saÄlık.
Ekleme:
Bence bunları biraz daha yedirin metne. Karakterlerin yaptıklarından bu sonucu biz çıkaralım. Belki de ben öyleyimdir ama bence okuyucu her Åeyin üzerine atılmasını istemiyor. Bazı noktaları kendi birleÅtirmek, birilerinden yana olmak, yazarın götürmek istediÄi yerin dıÅına çıkmak istiyor. Bu Åekilde okuyucuya da alan tanıyorsunuz. Ufak bir eleÅtiri, yazınızı geliÅtirmeniz adına.