Öykü

Bir Koordinat Düzlemi Macerası

Spiker – Selamlar olsun size sevgili seyirciler! Büyük Meydan’dan canlı olarak bildiriyorum. Bugün, hepimizin de biliği gibi, Dünya Devletimiz için kutlu bir gün! Bugün burası çok özel şenliklere ev sahipliği yapacak ve siz, kanalımızı seçen sadık seyircilerimiz, bütün bu eğlenceyi en ön sıradan ve saniye saniye izleyebileceksiniz!

– Dilerseniz sözü fazla uzatmadan İkizler Burcu’ndan olan bilirkişimize devredeyim de bir an önce programımıza başlayabilelim. Sayın Bilirkişi, bize bugünün özelliği hakkında neler söylemek istersiniz?

Bilirkişi – Öncelikle merhaba demek isterim pek özel izleyicilerimize. Sizin sayenizde bu yayını yapabiliyoruz ve sizin sayenizde burada gerçekleşen tüm güzellikleri aktarabileceğimiz çok güzel kalplere ulaşabiliyoruz.

– Arkadaşlar açıkçası, bugünkü kutlamalar o kadar önemli ve o kadar çok yerde bahsi geçti ki yaşananlara hakim olmayan kimsenin aramızda bulunduğunu düşünmüyorum. Fakat ben, bilirkişi olarak, yine de anlatacağım elbette.

– Aslan Burcu’ndan dokuz yaşındaki bir kızın bu ulu keşfi yapabilmesi hepimizi şaşırtmıştır sanırım. Sonuçta, binlerce ve binlerce yıldır gözlemlerimizi sürdü..

Spiker – Sözünüzü kestiğim için özür dilerim efendim fakat önemli bir konuyu belirtmek istiyorum. Bugünkü yayınımız yerel sunumun çok ötesine geçmiş durumda. Özel bir günde olduğumuz için, tüm galaksiye, Göksel Panda’nın da duyabilmesi umuduyla naklediyoruz kutlamaları. Haliyle, buradaki konumuza henüz pek hakim olmayan izleyicilerimiz için minik bir jestte bulunup, olanları daha temel bir seviyeden açıklayabilirseniz…

Bilirkişi – Bizi hepsi mi görebilecek yani?! Bütün galaksi?! Şeyy… Yani… Demek ki gezegenimiz uzak diyarlardaki dostlarımız için radyo dalgalarıyla sarmalanmış bir yıldız gibi parlıyor olmalı. Ah; ne hoş, ne hoş! O halde, bize aklen yabancı ama kalben göğsümüzde hissettiğimiz o kutlu varlıklara ayrıca merhaba demek isterim. Arkadaşlar, sizinle birlikte burada olmak, size hizmet ediyor olmak benim için büyük bir onurdur.

– Ah, durun da siz pek tatlı izleyicilerimiz için her şey en baştan anlatayım. On bin yıl kadar önce medeniyetimiz çok önemli bir buluşa imza attı. Buna, hala o günkü adıyla seslenerek “Tümeller Problemi” diyoruz arkadaşlar. Bu problem, tümel olan dev kümelerin mi yoksa tikel olan, küçük gruplar veyahut bireylerin mi daha gerçekçi bir varoluşa sahip olduğuyla ilgiliydi. Söz konusu problemi uzun uzun açmaya gerek yok, kısaca atalarımızın daha o günlerden ulaştığı sonuca geçelim arkadaşlar.

– Astrolojimize göre, hepimiz Gökküre’deki yıldızların tozlarından oluşuyoruz ve onların muhteşem güzelliklerinden, hakikatlerinden pay alarak varlığa geliyoruz. Arkadaşlar, bakın bu nokta çok önemli: Takım yıldızların oluşturduğu o tümeller var ya, o tümeller ve astrolojimizin bize anlattığı diğer mucizeler sayesinde doğabiliyoruz. Zaten bu yüzden aklı başında her bireyden beklenen, Gökküre’de saklı o yıldızlara uygun yaşamak ve astrolojinin sözlerine biat etmektir.

– Astrolojimiz şimdiye kadar, takım yıldızlara bakarak bize bir şeyler söylemişti. Fakat, hissetmişsinizdir, bir takım karışıklıklar, sorunlar vardı eski sistemimizde. Yeterince “tümel” değildi. Fakat o küçük kızın yaptığı keşif sayesinde bugün biliyoruz ki, oralarda bir yerlerde asılı olup bizi seyreden Göksel Panda’mız var. Tüm takımyıldızları kapsayan çok daha geniş bir süperküme kendisi. Öyle haşmetli, öyle engin ki, her şey ama her şey onun içlemi.

– İşte arkadaşlar, size son çalışmalarımızın sonucunu müjdeyle sunarım: Ezeli ve ebedi yıldızlara artık çok daha yakınız. Onların kutsal döngülerine, yaşam dolu parıltılarına, salt Varlıklarına bütünüyle dahil olduk sonunda! Artık toplumumuz mükemmel bir makine gibi işleyecek, hiç kimse acı çekmeyecek ve her şey yerli yerinde ilerleyecek! Tümele öyle yakınız ki, Göksel Panda’nın koynuna öyle tatlıca sığıştık ki arkadaşlar… Onun ponçik tatlısı varlığına, yumuşacık ve sevilesi kucağına öyle engin bir temaşayla daldık ki..

Spiker – Öhöm! Evet. Bu bir hayli teknik açıklama için bilirkişimize sonsuz teşekkürlerimizi ediyoruz.

– Sayın seyirciler, dilerseniz biraz da kutlamaların nerede ve ne şekilde yapıldığından bahsedelim. Burada akıp geçen, gerçekten de çok yoğun bir kalabalık var. Koca bir alan hınca hınç dolmuş durumda. Herkes heyecanlı, herkes meraklı. En iyi seyir noktasını arama gayretiyle çalışmaları izliyorlar. Gördüğünüz gibi, bu kalabalığın büyük çoğunluğu gençlerden olsa da aslında her yaştan ve burçtan insan var. Hatta, şu tarafa doğru bakarsanız, şenliklerdekiler için bir şeyler satan seyyar satıcıları görebilirsiniz. Az ötelerinde de konuşlanmış bazı tezgahlar var sanırım.

Eminim hepiniz arkamda görmüş olduğunuz binalarda balkonları dolduran insanların nereye, hangi cıvıl cıvıl şenliğe baktığını da çok merak ediyorsunuzdur. Aslında, dünyanın her yerindeki her yerleşim merkezinde, milyarlarca insan aynı şeyi yapıyor; bu müthiş kalabalık tek yürek olmuş halde, daha bu erken saatte kutlama hazırlıklarını seyrediyor.

– Evet, sanıyoruz ki henüz hiç bir noktada bu dev şölen için sürdürülen hummalı çalışmalar son bulmuş değil. Fakat gece geldiğinde ve pırıltı dolu gökyüzü üzerimize serildiğinde, tam da bu noktayla başlayacak dev kutlamalar. Ve, diğer bölgelere de gece çöktükçe buradan yayılacak. Milatta duruyoruz, tam O noktada! Ve siz, değerli izleyicilerimiz, bu şova merkezinden şahitlik edebileceksiniz!

– Hazırlıklardan bahsetmişken, gelin biraz da neler planlandığından bahsedelim. Mesela, meydanın tam ortasında görmüş olduğunuz şu dev parlak küre… Kurtuluş günümüz için özel olarak hazırlandı. Sayın bilirkişi, bize biraz da bu eserden bahsetmek ister misiniz?

Bilirkişi – Ah, elbette. Bilgilerimi paylaşmak benim için bir zevktir. Arkadaşlar, heykel Feroand tarafından yapıldı. Görmüş olduğunuz parlak yüzeyi aslında süper yansıtma yetili küresel bir aynadan oluşuyor. Çapı, ortalama bir insandan dört kat daha uzun. Bu sayede hepimize yukarıdan bakarken de aslında tabanları bizimle aynı zemine temas edebiliyor. Gerçekten kocaman, incelikle hazırlanmış bir eser.

– Şöyle ki, hepimizin yıldızlardan etkilendiğinden ve onlara uygun yaşaması gerektiğinden bahsetmiştik. Hani, benzerin benzerine etkisi ilkesi. Gördüğünüz gibi, burada kaçınılmaz bir harmoni var. Evren, bizler ve atalarımız olan yıldızlar… Birbirimize öyle derinden kilitlenmişiz ki raksımızı aynı ritimle atıyoruz. Birebir onların yüceliğine uygun yaşıyoruz. Şimdi, bu heykelde astrolojimizin bu olgusunu rahatlıkla görebilirsiniz. Oluşturduğu yansımayla tüm Gökküreyi, insanları, bizi taşıyor teninde. Biz adım attıkça o da atıyor; yıldızlar ipek karanlığında kaydıkça, onlar da aynada uçuşuyor. Arkadaşlar, bu heykel kendi küreselliğinde, sonsuza dek dönecek olan bütün bir Göksel Panda’yı taşıyor! Etkileyici, değil mi?

Serseri – Babba, kafa raad olcak. Başımızdaki Göksel Pandalı hükümet bizi korur.

Spiker – Ner’den fırladın sen! Git bur’dan! Arkadaşlar, alın şunu. Daha dikkatli olun, rica ediyorum.

 

– Evet sayın seyirciler, minik bir sorun yaşadık, hepinizden özür dileriz buna şahit olduğunuz için. Canlı yayının küçük cilveleri… Eski astrolojimize göre yaşarken böyle aksaklıkların zaman zaman hepimizin başına geldiğini bilirsiniz. Sonuçta, yıldızların belirlenimine hepimiz tabiiyiz. Bir Yılancı Burcu’nun aramıza dalıp bizi trollemesi kaçınılmazdı haliyle. Mazur görün lütfen.

– Dilerseniz biraz programımıza, biraz da kalabalığa karışarak devam edelim. Mesela, alanın taa öte ucunda görebildiğiniz şu dev sahne… Anlaşılan gece için çok hareketli bazı planlar var. Genç bir müzik grubunun orada sahne alacağı bilgisi ulaşmıştı elimize. O grup hakkında neler söylemek istersiniz? Neden onlar seçildi bu özel gün için sizce?

Bilirkişi – Evet. Onlar çok ama çok yeni bir grup. İlk defa sahne alacaklarını biliyorum. Böylesi büyük bir değişimin şenliğinin taze olanlara bırakılması başta biraz enteresan gelebilir ama aslında öyle değil elbette. Dünya Devleti işini çok iyi yapıyor.

– Arkadaşlar, unutulmamalıdır ki bugün bütün insanlığın yeniden doğumu kutlanacak. Milyonlarca yıllık tarih bir kenara kaldırıp, her şey yeniden yazılacak ve bizim bütün medeniyetimiz boyunca kadim atalarımızın adlarını saygıyla andığımız gibi, torunlarımız da bizim adımızı huşu içinde anacak. Haliyle, bu yeniden doğum kutlamasının, doğmakta olan birtakım eserler ve sanatçılarla yapılması kadar olağan bir başka tasarı düşünülemezdi. Buradan, çalışmaları planlayan herkesi tebrik etmek istiyorum. Gerçekten ince düşünülmüş bir iş.

– Söz konusu bu taze grup, Theremin üstatlarından oluşuyor arkadaşlar. Evet, ilk defa sahne alacaklar fakat korkmayın; onların ilk çalışmaları olmayacak bu. Elimdeki bilgilere göre, geceki konser için büyük bir sürpriz hazırlıyor olmalılar. Sevgili arkadaşlar, sizlere minik bir dedikoduyu çıtlatmak istiyorum. Duyduğuma göre çalacakları müziği hazırlamak için Göksel Panda’daki tüm yıldızların radyo frekanslarını ezberlemişler. Görünüşe göre hepimizi göksel bir kutsama bekliyor.

Spiker – Teşekkür ederiz bu değerli açıklamalarınız için sayın bilirkişi. Bakalım halkımız bu konuda neler düşünüyor. Siz bayan, canlı yayındasınız. Bize kutlamalar hakkında bir şeyler söylemek ister misiniz?

Terazi Kadını – Tünadın herkese! Hepimiz geldik buraya, kutlama var, konser var diye. Çok kalabalık ama. Ben seviyorum böyle olayları, bir sürü kişiyle tanışabiliyorsun. Ama bazen bunaltıyor. Herkes gelmiş, bazen nefes almak zor. Ama canlı ortam. Bekleriz herkesi aramıza.

Spiker – Yani, Gökküre’deki yaşam dolu ışıltıların, yeryüzüne indiğini söyleyebilir miyiz?

Terazi Kadını – Tabii canım. Gece parti olacak işte. Coştukça coşacağız. Işıklar, müzik falan.

Spiker – Hımm. Peki. Seyyar satıcılarda satılan yeni süperkümemizin tişörtlerinden aldığınızı görüyorum. Sistem değişikliğinden memnunsunuz, değil mi?

Terazi Kadını – Valla, abla, hep kendi burcumuzun kıyafetlerini giymekten sıkılmıştık açıkçası. İyi oldu bu Panda olayı. Ne güzel böyle, ferah ferah, yumuşacık oldu giysiler.

Spiker – Anladım. Teşekkürler. Sizi eğlencenizden daha fazla alıkoymayalım.

– Gördüğünüz gibi sayın seyirciler ve galaksideki tüm diğer kozmik dostlarımız. Burada herkes cıvıl cıvıl, burada neşe çok yoğun, burada eğlence ve mutluluk had safhada.

Bilirkişi – Göksel Panda’nın en çok hangi yönünü sevdiğimi sorarsanız, ben de tam bunu söylerdim. Yani arkadaşlar, eskiden -eskiden diyorum ama daha yeni sistemin keşfinin üzerinden birkaç gün geçti- somurta somurta işe gidip gelirdik. Hatırlarsınız. Keyifsiz, tatsız tuzsuz olduğumuz anlar çoktu. Ben astrolojimizin bu yönünü çok takdir ediyorum. Çözümler üretiyor, bizi böylece en mükemmele, en sorunsuz yere ulaştırıyor. Yani, düşünsenize, artık Göksel Panda hepimize sımsıkı sarılabilecek. Hayatımıza sevgi, dostluk, keyif getirecek. Bundan daha güzel bir şey olabilir mi arkadaşlar?

– Fakat Akrep Burcu’nun son politikasını hiç anlamıyorum. Resmen mızıkçılık yapıyorlar. Ne güzel bir sistem kuruyoruz burada.

Spiker – Akrep Burcu’ndan bahsetmişken, gelin isterseniz ötede açtıkları tezgahlara doğru ilerleyip onlarla da görüşelim.

Bilirkişi – Sanırım bu coşkulu ortamın en somut çocukları onlar. Hengamenin huzursuzluk ihtiyacını gideriyorlar.

Spiker – Ehe ehe! Sistemimizi Göksel Panda ile uyumlu hale getirdiğimizde kimsenin bu rolü üstlenmesi gerekmeyecek elbette.

– İşte geldik. Hey! İçinizden birisi kameraya burada neler yapmakta olduğunuzu anlatmak ister mi acaba? Hayır, bir kişi yeterli. Teşekkürler.

Akrep Erkeği – Şu kameradan mı? Öhömm!

– Ben Akrep Burcu’ndan Yusgi. Merhaba.

Spiker – Merhaba Yusgi. Burada neden tezgah açtığınızı anlatır mısın?

Akrep Erkeği – Elbette! Şey… Yoldaşlarım ve ben inanıyoruz ki bu geçiş hiç de iyi olmayacak. Çünkü, sistem zaten mükemmel ve… Şey… Daha da mükemmel olması mantıken imkansız. Sonuçta, on bin yıl önce atalarımız bir düzen oturttu ve onu gayet de güzel şekilde yaşadık tüm bu süreçte. Yani, değiştirmek bizi ileriye değil, geriye götürür.

– Özellikle vurgulamak isterim ki davamız herkesin iyiliğini istiyor.

Spiker – Peki, burada yürüttüğünüz kampanyanız nasıl gidiyor? Sayyar satıcıların etrafları tıklım tıklım olsa da sizin tezgahınızın önünü pek boş görüyorum.

Akrep Erkeği – Imm. Evet. Biraz öyle oldu. Fazla dikkat çekemedik. Zaten bugün son ama ben ve yoldaşlarım, davamızdan vaz geçmeyeceğiz!

Spiker – Bunlar çok adanmış, çok hoş sözler. Peki, gelecekte neler planlıyorsunuz? Sistem değiştikten sonra, Dünya Devleti’nin kalanına uyumlu olacak mısınız?

Akrep Erkeği – Yaanii… Tabii… Astroloji bunu söylüyor. Sonuçta, yeni bir sistem keşfedildi, değil mi? Onun dönüşüne uymazsak, eskilerin dediği gibi, “Kozmik Anafor’un yırtıcı rüzgarlarında paramparça oluruz” Yoldaşlarım ve ben uyacağız sisteme elbette. Fakat, buradan belirtmek isterim ki davamız..

Akrep Kadını – Aloo!!! Yusgi!! Şu serserileri uzaklaştır şur’dan!

Akrep Erkeği – Ah, pardon. Tezgahta sorun var, gitmeliyim. Teşekkürler.

Serseri – Ne var beaa, takılıyorduk sadece. Yemedik broşürlerinizi!

Bilirkişi – Görünüşe göre arkadaşlar, Göksel Panda şimdiden yoluna koymaya başladı birtakım şeyleri.

Spiker – Elbette henüz yeni astrolojimizi uygulamaya geçmedik, değil mi? Sistem yarın sabah itibariyle devreye sokulacak. Geceki kutlamalardan sonra kanalımızdan havadisleri alabilirsiniz sayın seyirciler. Saat farkından dolayı yerel yayınla duyurmak zorundayız. Fakat üzülmeyin, şenliklerin tüm gece sürmesi gibi, sisteme rahatça uyum sağlayabilmeniz için havadislerimiz de tüm gündüz boyunca devam edecek.

***

Radyasyon koruma giysisiyle iyice hantallaşan parmakları, yıpranmış kitabın satırlarında dolaşırken yavaşça mırıldandı:

“Ve son olarak, kırmızı düğmeye bastığınızda ‘fizyon reaktöründen çekilen güç’ göstergesindeki kadranlar uygun konuma yerleşmiş ve yayın başlamış olmalı.” Cılız sesi, yüzyılların getirdikleriyle iyice yıpranmış kitapta yazanları okurken titrek titrek çıkıyordu. Hem yazılar silikleşmişti hem de kendisi okumakta pek iyi değildi.

Bakışlarını kaldırıp önündeki tuş dolu panele yönlendirdi. O karmaşada gerçekten de bir kırmızı düğme vardı. Yalıtımlı giysisinin içine derin bir şükür nefesi bıraktı. Bu dikkatsizliği, başlığının bir miktar buğulanmasına yol açmıştı.

Yine de o, bunu düşünecek durumda değildi. Yayın kulesine tırmanırken elindeki kitapçığın işe yarayıp yaramayacağından bile emin olamamıştı. Bir saniyeliğine durup, eski insanların işleri ilerletmeyi bu kadar kolay hale getirmesine, tek tuşa indirgemesine aceleyle şükretti.

Elbette, herhangi bir hata yapması durumunda mevzuyu toparlaması veya süreci tersine çevirmesi çok daha zor olacaktı. Çünkü, eskiler, geri adım atmaktan hoşlanmazdı. Tüm teknolojileri ve kültürleri, bu doğrultuda inşa edilmişti.

 

Giysinin havasız ortamında terlemiş elini, o ölü kızıllığında parlamaya uğraşan düğmeye uzattı. Gözlerini kapatarak derin bir nefes alıp, tüm gücüyle bastı.

Duyulur herhangi bir değişiklik olmamıştı. Bakışları panelin üzerinde hızlıca arandı, bir şeyler yanlış mı yapılmıştı? Diğer tuşlar, kollar, manivelalar eskiden oldukları kadar ölüydü. Bakışları panelin ortasındaki ekranı aştı, daha yukarıdaki kadranlara ulaştı. Orada onlardan dört tane vardı. Hangisinin hareketlenmiş olduğunu anlaması, okumakta minik sorunları olduğu için, biraz zaman almıştı.

İbreler uygun konumlarına yerleşmişlerdi. Antik çağlardan kalma evlerinden uzun zaman sonra çıkmış, yeni diyarlar görmek için uzaklara yol almışçasına neşeyle kıpraşıyorlardı şimdiki yurtlarında.

Kadranların izlediği yollardaysa sadece pas vardı. Pas, kir, aşınmışlık… Ölümü kehanet eden işaretler gibi… Yaşlanıp ölmüş bir hakikatin çürüyen iskeleti.

Avucunu, kalın kavçuk eldivenin içinde olsa da, göstergelere dayadı. İçlerinden akıp geçen, ölçebilmek için didindikleri bilgileri hissedebiliyordu sanki. Gözlerini kapattığında, damarlarına doluşan, kimlerinden geçip ardından çıkan yayını da görebiliyordu şimdi.

Televizyon kulesinden vücuduna akıyor, harap şehir boyunca uçuşuyordu o görünmez radyo dalgaları. Uykusunda ölmüş gibi hareketsiz ama hala düzenli duran şehre yeni bir yaşam dağıtıyor, kuleyi çevreleyen diyara eski bir dostu konuk ediyordu sanki. Kadim binaların kırık dökük duvarlarından sızıyor, ölüm grisine bürünmüş parkların ve meydanların düzlüklerinde savruluyor, ufka kadar uzanıyordu. Gözlerini kapattığı halde halde o, bunu hissedebiliyordu. Ufuktan, uzayın dışına sıvışıp, galaksinin kalanına doğru yayılırken onu ve şehirdekileri terk edişiniyse sadece hayal edebiliyordu.

Adeta, şehrin kemiklerine sinmiş son enerji zerrelerini de yakarak bu dünyadan sürmüştü tek tuşla; geçmişin insanlara musallat olmasını engellemek için ona son nefesini tükettirmişti; o paslı ve şirret ruhu azat etmişti. Az önce halkının kurtuluşunu gerçekleştirmişti.

 

Bakışlarını son bir kez, panelin ortasına konuşlanmış ekrana çevirdi. Görüntü hala akıyordu. Yüzlerce yıl öncesinden gelen bir kehanet gibi, çok önemli şeyler söylüyormuşçasına kendisini dinletmeye uğraşıyordu.

Görüntüde bir kadın vardı. Her tarafına altın yaldızlı oyayla koç figürü işlenmiş elbisesini gururla taşıyıp, etrafına buram buram kontrol yayıyordu. Elinde sımsıkı tuttuğu tuhaf, kara mantarımsı cisme doğru konuşuyor, zaman zamansa onu yanındaki başkalarına uzatıyordu. Bu “başkaları”, çoğu zaman için ikizler motifli kıyafetiyle kabararak duran bir adam olsa da, bazen arka plandaki kalabalıktan birileri de olabiliyordu. Adamdan hiç hoşlanmamıştı, duruşunda, konuşmasında, anlattıklarında yavşakça bir şeyler vardı.

Görevini neredeyse bitirmişti. Yapması gereken son bir şey daha kalmıştı ve, ondan sonraki tüm zamanı kendisine ait olacaktı.

Beline astığı çıkınına daldırdı elini, bir süre körlemesine karıştırdıktan sonra beceriksizce kavradığı fenerini çıkarttı. Dört bir yanda uzanan harabelerin görece sağlam kalmış birisinden toplamıştı bu ganimetini. Hayatta kalmak için de bu “toplayıcılık” işine daha fazla ihtiyacı vardı, çünkü büyük şehirlerde avcılık pek de etkili olmamaya başlamıştı.

Kuleden ayrılırken etrafa bir göz gezdirmeyi telkin etti kendi kendine. Neler bulabileceği belli olmazdı. Eskilerin ürettiği her şey, artık çalışmayanlar dahil, çok kullanışlıydı.

 

Bazen, onların iletişim için kullandıkları bu tarz televizyon kulelerini, telefon hatlarını, türlü türlü cihazlarını düşünürdü. Kilometrelerce ötelere, hatta ufkun ötesine kendi ruhundan parçalar üfleyebilmek “kullanışlı”dan da fazlası olmalıydı.

Bu her tarafı kararmış, göksel dehşetleri dört bir yanını kavramış diyarda iletişim için kullanabildikleri yegane aracı düşününce hüzünle güldü. Orada burada yakılmış ateşler, tehlikeli dehlizlerden çıkartılmış fenerler… Zifirdeyken, sözleri sadece ışık taşıyabiliyordu.

Dev kulenin en üst katındaki pencereye doğru ilerledi. Pervazdaki uygun bir noktaya, dışarıdan bakanlara kendisini de aydınlatacak şekilde yerleştirdi fenerini. Şimdi, yukarılara bakan herkes görebilecekti; birisi o mel’un binaya girmiş ve bölgeyi arındırmaya girişmişti.

Tam temizlenme zaman alacaktı elbette. Aylar. Belki de, yıllar… Fizyon reaktörünün sızıntı yaptığını anlayana kadar geçirdikleri yüzyılları ve sorunu çözmeye çalışırken harcadıkları dostlarını düşününce, o kadar da uzun görünmedi gözüne.

Eski bir kütüphanede, kütüphaneden de eski bir kitap bulmuştu. Ve bu kitap, kendisinden de eski bir teknolojiyi, öncekilerin reaktörlerini anlatıyordu. Nasıl çalıştığını, nasıl çalıştırılmayacağını… Ve, onca kayıptan sonra, birkaç satırlık okuma onu bu noktaya çıkartmıştı. Dünya’nın zirvesine. Çekirdeği fütursuzca genleştiren enerjiyi harcayacak yere; dünyanın o zirveden düşüşünün sebebi olan kuleye…

Ve, bu son hamleyle birlikte tüm işi bitmişti. Tüm galaksiye hitap eden yayın yeniden açılmış, reaktörün harareti yavaş yavaş azalmaya bırakılmış, karanlık dünyanın karanlık doruğundan bir mesaj salınmıştı.

 

Pervaza elini dayayıp düşmemeye dikkat ederek oturdu. Pencereden yukarıya baktı. Yıldızlara; karanlıkta habisçe bekleşen doruklara…

Önceki medeniyeti yok eden her şey oradaydı. İşte, şurada İkizlerin takım yıldızları vardı; az ötede Başak yıldızları öfke rüzgarlarında salınmaktaydı; Göksel Panda’nın keşfini mümkün kılan Yılancı ise daha ötelerde, ürkünç planlarını kurar gibi göz kırparak süzüyordu gizlice…

Halkının efsanelerinde geçen o kız yanılmıştı. Yılancı’nın bulunuşuyla Göksel Panda’yı oluşturan düzen tamamlanmıştı ama eskiler, tüm kibirleriyle, mevzuya çok yanlış yaklaşmıştı.

Öncelikle, bu evreni gözeten hiç bir güç yoktu, sadece oradan oraya savrulan tikeller vardı. Ve bu “tikel”, Panda’nın dişlerinden damlayan kanı, karnını dolduran açlığı, pençelerinde asılı kalmış gezegen çığlıklarını içeriyordu. Bütünün değil, Varlık’ın kozmik resmiydi bu. Ona hizmet ederek yaşayan insanlığın resmiyse, pencerenin altında, tüm hırpalanmışlığıyla uzanıyordu.

“Bütünün anlamına değil, tek tek şeylerin işlevine bakıldığında, ancak bu analitik bakış atıldığında fark edilebilir varlıkların en derinlerinde saklı ruhu” diyordu eski deyiş. Görünen o ki, söyledikleri bir hayli doğruydu.

 

Zihnine bir kurt düştü bu noktada; acaba kendisi de karanlığın göbeğinde açtığı bu güneşle başkaları için, başka insanlar, başka diyarlar, başka gezegenlerde yaşayanlar için de aynı şeyi mi yapıyordu? Eski medeniyetin üzerine parıldayan karanlık gibi, o da diğer zihinlere parıldayıp korkunç çıkarımlar mı yaptırıyordu?

Bakışlarını, kulede yaktığı feneri görebilecek olan şehre doğrulttu. Bu yıkıntıların, ölümün, yaşamda ufalanarak tozlaşmış acıların arasında bir sürü Hücre vardı. Küçüklü, büyüklü gruplar binalara giriyor, bir şeyler avlıyor, hayatta kalmak için kendilerince çabalıyordu. Eskilerin yaptığı her şeyden kaçınarak, bambaşka tarzda, daha “tikel” tarzda yaşamaya uğraşarak. Yine de, eskilerin bütün gezegeni kaplayan Tümel propagandasının avucunda kısılarak.

Buradan insanları seçmesi imkansız olsa da, sokakları dolduran Hücreler’i görebiliyordu. Bazıları onun yaptığı şeyin şeyin ne kadar önemli olduğunu düşünecekti. Bazılarıysa, memnuniyetsizliklerini hiç gizlemeyecek ve söyleneceklerdi.

Evet, savlarında kesinlikle haklılardı. Hayatta kalmanın yolu, eskilerin mirasını sahiplenmekten ve hatta ona herhangi bir tarzda bulaşmaktan değil; onu ait olduğu yere, nihai unutuluşa terk etmekten geçiyordu.

Görünüşe göre, bunun en iyi yolu da hepsini parçalamaktı. Bütün gezegeni kaplayan bütün virane şehirleri! Hoş, böylesi bir güç hiç birisinde, hiç bir Hücrede, hatta insanlığın bütününde bile yoktu. Onun Hücresi, boşluğa fırlatılmış umutların geri dönüşünü beklemektense, kendi yolunu çizenlerdendi. Zaten bu yüzden onca sıkıntıya katlanmış, arkadaşlarının ölümünü seyretmeye zorlanmış ve bu noktaya tırmanmıştı.

Bacaklarını sarkıttığı pencerenin ötesine baktı; bütün duaları ve umutları yutan o engin boşluğa… Gökte kara ve habis yıldızlar, yerde ölü ve çürümüş dünya…

Ve, dipsiz diyara doğru sözlerini savurdu: “Sonuçta, bizler yıldız değiliz ki evrenleri çekip çevirecek kudrete erişelim.”

 

Bazıları, o kırmızı düğmeye basarak yaydığı habis mesajın hiç ulaşmaması gereken yerlere gideceğinden, hiç duymaması gereken kulaklara erişip, hiç bulaşılmaması gereken zihinleri çeleceğinden korkacaktı. Eh, bu konuda yapabileceği bir şeyi yoktu artık. Hücreler özgürdü, onun yayını açması gibi, onlar da taa buraya kadar çıkıp pekala kapatabilirlerdi. O, yapabileceğini yapmıştı ve şimdi, en iyisinin gerçekleşeceğini ummaktan başka şansı yoktu. Sonuçta yeni dünya, astroloji kadar kesin değil fakat, milyonları fütursuzca öldürecek kadar keskindi.

Her şeye rağmen, toplumuyla gurur duyuyordu o. Bunca farklı fikir, farklı oluşum, binlerce Hücre… Hepsi çentik çentik aşınmış, birbirinin üzerine yıkılmış binaların kaotikliğine uygun yaşıyordu; gökyüzünün bilinemez, yüz çevirmiş şatafatına hiç birisi aldırmıyordu. Yalnızca o kaosa kendilerine özgün tarzda katılıyor, en iyisinin olmasını umut ediyordu.

Kolunun altına sıkıştırdığı, eskilikten artık parçalanmaya başlamış kitabı yeniden açtı. Kauçukla kaplı dev parmağını satırları takip edebilmek için kullanırken, satırlara döşenmiş sözleri de beceriksizce dillendirdi:

“Elbette bütün bu süreç çok karmaşık ve kirli. Hiç kuşkusuz, atomun yüreğinde saklı bu enerjiyi kullanabilmemiz ve neredeyse tam verimle aktarabilmemiz büyüleyicidir. Fakat, medeniyetimizin astroloji sayesinde işittiği kehanetler göstermektedir ki her şeyi ilerletmenin, ait olduğumuz yere yükselmenin çok daha kadim, çok daha yüce bir yolu vardır. Bu yol, bizim şimdiki halimize öylesine uzak, öylesine gizli ki… Onu yalnızca ve yalnızda adıyla biliyoruz: Füzyon reaktörleri. Evet. Temiz, sonsuz, engin ve kutsal yıldızlarımızın hayat dolu olmasını sağlayan enerji… Bir gün o teknolojiye ulaşacağız ve bir gün, gökteki yaşamı yeryüzünde yaşayacağız. Hem, kim bilir, belki Gökküredeki yerimizi de böylece almış olacağız?”

Ellerinin arasında sımsıkı tuttuğu kitabı indirip, bakışlarını şehre yönlendirdi. Eskilerin umutlarının nihai durağına. Yalnız başına uzanan yıkıntılar, her yere sızan karanlık, yüzeydeki grilik, altındaki pas ve eskimişlik… Vakit onlar için geçmiş halde; Güneş’e dair hiç bir şeyi onlara sunmamış nihayetinde.

 

Yaşananlar hakkındaki fikirlerinden neredeyse emindi ve neredeyse o konudaki son düşünceleri olacaktı bu sözleri. Bulunduğu yerden tüm şehir, en ince kıvrımına ve çatlağına kadar altında sürünüyor, ölmüş ruhu yeniden hayata dönmek için dinlemeyen kulaklara yalvarıyordu. Fakat, orada, karanlığın göbeğinde minik bir şey fark etti: Bir parıltı.

Çıkınından dürbününü alarak ışıltının süzüldüğü noktaya göz gezdirdi. Her yanında patır patır dökülen binalara rağmen, her nasılsa bomboş kalmış bir meydandı bu. Ve, ortasında, dev, aynadan oluşmuş bir küre bekliyordu.

Parmakları arasında sımsıkı tuttuğu dürbününü ayarladı ve daha derin bir bakış attı. Evet, bu ince ışıltının kaynağı bir küreydi. Onu çevreleyen bomboş meydanı, barındırdığı türlü tehlikeler yüzünden insanların terk ettiği sokakları, gökte aldırışsızca asılı kalmış yıldızları… Her şeyi yansıtıyordu o küre. Her şeyi.

Elinde dürbünle bakınan kendisini bile…

Etrafında dev, aç, buz gibi bir evren vardı. Bu emsalsiz canavarın dudakları karanlık, bakışları ölüm, midesi bizzat yaşamdı. Ama, o bütün bu şeylerin ortasında, yalnız başına duruyordu işte. Yamacında tekleyerek ışık veren feneri, pervazından sarktığı çürük penceresi, dudaklarında daimi bir hayret ifadesiyle kendisi… Tüm bu kasvet içinde o kadar ayrıksı, o kadar… Tekil ki! İlk bakışta seçilebiliyor dirimi.

Küre’yi donatan yansımalardaki yerini düşünmeye başladı. Bütün çıplaklığı ve acizliğiyle, bu vahşi tablonun neresindeydi? İşlevi, etkisi…

Harbiden; Evren’in ortasında asılı o pencereye tünemiş, yalnız başına ne halt etmekteydi?

Selçuk Gökhan Kalkanoğlu

Büyüyünce yazar olacağına kendini inandırmış bir yavrucak. Öykü, çizgi roman, radyo tiyatrosu ve video oyunu alanlarında şansını deniyor. Yaratıcı sohbetten ve güzellikleri paylaşmaktan da çok hoşlanıyor. Yazılarına http://yordamsiz.blogspot.com/ isimli blogunda ulaşmak mümkün.

Bir Koordinat Düzlemi Macerası” için 10 Yorum Var

  1. Merhabalar. Bir gökyüzü panoramasını, özellikle öykünüzün ikinci kısmında destansı bir dille anlatmışsınız. Kesinlikle değişik bir tat. Ufak tefek sallanan kısımlar olsa da özenle yazılmış bir öykü. Yaptığınız sorgulamalar oldukça düşündürücü. Benim için değişik bir bakış açısı sunmuş oldunuz. Gökyüzünü bizler için yeryüzüne indirmeyi bayağı bir ustalıkla kotarmışsınız. Hele hele o evrenleri içine alan küre metaforu çok hoşuma gitti. Belki de bilinen bir şeydir ama ben öykünüz sayesinde yeni duymuş oldum. Öykünüzün teknik incelemesini bir yana bırakıyorum; ama içeriği ve bana hissettirdikleri bakımından yazdığınız metin benim için gayet doyurucu, ufuk açıcı oldu.

    Tebrikler..

    1. Merhaba 🙂 Öyküyü okuyup yorumladığın için teşekkür ederim.
      Sözlerini okuduğumda “işte” dedim, “bir eser oluşturmanın en güzel getirisi…” Sana hoş şeyler hissettirmek ve yeni bir takım düşünceler hediye etmek… Mutlu oldum 🙂

      Evet, öyküyü gönderdikten sonra ben de bir takım yerlerde anlatımımda sıkıntılar fark edip utanmış, pişman olmuştum. Tekrar okumamda sık sık “bunu anlatmak için bambaşka bir cümle kullanmak/başka bir kelimeyi seçmek daha iyi olurdu” demişimdir. Yine de, bu tarz deyişler ve hissedilen diğer şeyler “tecrübe” çatısı altında birleşiyor. Ve, umarım, gelecekte daha yetkin öyküler olarak geri dönecek bize 🙂

      Öykünün içerisinde pek çok referans ve “uyarlama” var. Bahsettiğin aynalı küre sahnesi Cloud Gate adındaki heykele bir göndermeydi mesela. elbette, uygun şekilde değiştirilerek. Umarım buradan yola çıkarak yapacağınız araştırmalar için hoş referanslar bırakmışımdır 🙂
      Sonraki seçkilerde görüşmek dileğiyle…

  2. Merhaba, aslında öykünüz yayınlandığı gün okumuştum, yorumu ancak şimdi yazabiliyorum. Küreyi görünce “Cloud Gate” aklıma gelmişti. Siz de yorumunuzda belirtmişsiniz. 🙂 Gayet güzel hoş ve farklı olmuş. İnsanların bir şeye körü körüne bağlanıp kalmasını iyi aktarmışsınız. Öykünüzde bir çok gönderme var. 🙂 Teknolojinin ilerlemiş olmasına rağmen insanların yıldızlara taparcasına bağlanması ilginç olmuş. Burçların bir statü göstergesi olması da hoşuma giden diğer bir ayrıntı. Anladığım kadarıyla insanların onayıyla (referandum gibi) sistem değişikliğine gidiliyor ve yüzyıllar sonra bu felakete neden oluyor. 🙂 Beğenerek okudum. Ellerinize, yüreğinize, kaleminize ve beyninize sağlık. Gelecek seçkilerde görüşmek dileğiyle…

    1. Merhaba 🙂
      Okuduktan bu kadar zaman sonra bile geri dönüp bir şeyler söylenmesi, buna değer görülmesi gerçekten de hoş bir durum. Öyküye dair çeşitli sebeplerden ötürü hissettim burukluğun bir kısmını alıp götürdüğünü ama, yine de, unutmamam gereken “ders” kısmını geride bıraktığını söylemeliyim.
      Görece seyrek şekilde de olsa, seçkiye çook uzun zamandan beri bir şeyler gönderdiğini fark ettim. Xasiork gibi burası da “gençliğim”de benim kahramanlarımı saklayan bir mabetti 🙂 Böyle bir insandan yorum gelmesi de benim için ayrıca tatmin edici.

      Aslında, öyküyü yazarken çok ince bir dengeyi tutturmaya çalıştım. Hem sözsel/temasal göndermelerde birebir almama konusunda, hem de öykünün diyarında yapmak istediğim şeylerin dengesi konusunda. Mesela, temelde bu öyküde bahsi geçen ve kullanılabilen hiç bir teknoloji, bizim dünyamızın ötesinde değil. Fakat, kullandığım kelimeler ve betimlemem, sanki gelecekte geçiyormuş hissiyatını veriyor. Ben yazarken, Büyük Teoriler/Modernizm eleştirisi yapmayı hedeflemiştim. Bunun için de, genel bilimkurgunun ötesine geçerek, “şimdi”yi kullanmayı tercih ettim.
      Bahsettiğin “yıldızlara taparcasına bağlanma” konusu da, birazcık buradan geliyor. Kendi fikrimce, insanın sanki doğanın dışındaymış gibi algıladığı aklına karşı bir bağlılığı var. Tehlikeli bir pozitivizm baskısı… Temelsiz fikirlerin uç uca eklenmesiyle oluşmuş bir bilim. Astroloji ve o “ilerleme, öteye gitme hayranlığı”nın da buna karşılık gelmesini ummuştum.

      Referandum konusunda haklısın. Öykünün içerisinde bir oylama geçmiyor fakat bir tür “genel kabul” söz konusu. Özellikle, “bilimsel buluşlar ışığında” yönelen bir kabul bu. Ve bu değişikliğe temel olan o sisteme göre yaşamaları, senin de belirttiğin üzere, zamanla bir küresel felakete sebep oluyor. Pek çok formatta bize doğru yaklaşan o felaket gibi…

      Soruların ve özel ilgin için de ayrıca teşekkür ederim. Umarım diğer seçkilerde de bolca görüşebiliriz 🙂

      1. Tekrar merhaba 🙂 mabet kelimesini görünce bir anda geçmişe gittim. İlkokul çağlarındayken öyküler yazdığım bir defterim vardı. Daha sonra yazmayı bıraktım. Lise yıllarında bir şeye kızmıştım. Neye kızdığımı şu an hatırlamıyorum. Evimiz sobalıydı. Annem yazdığım öykü defterini bana göstererek, yakayım mı? demişti ki normalde annem böyle bir şeyi yakmaz. O an onun boşluğuna denk gelmesi ve benim kızgınlıkla yak sanki ne işime yarayacak dememle ilk mabetim havaya savrulan küllere dönüştü. 🙂 hatırladıkça küçük bir hüzün yaşarım. O deftere dönüp bakmak isterdim. Şu an kayıp rıhtım biz acemi yazarların mabeti durumunda. Umarım kayıp rıhtım kaybolmaz. Bu site sayesinde çok değerli insanlarla tanışma ve onların hayal dünyasını okuma şansına ulaştım. Daha iyi seçkilerde görüşmek dileğiyle esen kalın.

        1. Biraz geyik muhabetine girecek ama…
          Benzer bir şeyi ben de yaşamıştım zamanında. Lise civarında yazdığım tüm öyküler, yaptığım minicik bir hata ve o gün eve giren hırsızın neticesinde, bilgisayarla birlikte çalınmıştı.
          O günleri düşününce birazcık hüzünlenirim çünkü en yoğun ve arzulu halde yazdığım öykülerdi onlar. Fakat, yazdığım şeyleri düşündükçe de sevinirim çünkü bana “yeni bir başlangıç” yapma imkanı tanıdılar. Korkunç derecede kötü öykülerdi onlar 🙂

          Sanırım hemen hemen tüm yazarların (amatör olsun, olmasın) benzer bir deneyimi var. Ve, eğer bunu yeterince iyi değerlendirebilirse, bir tür “hızlandırıcı”sı da…

  3. Merhaba,
    Üzerinde çalışılmış bir öykü. Öykünün kurgusu, anlatım biçimi, astroloji… biraz kafam karıştı açıkçası. “Tikel” ve “tümel” gibi ifadeler biraz göze batıyor; öykü metninden ziyade bilimsel bir makalede yer alacak terimler gibi.
    Öyküde vermeye çalıştığınız çok şey var ama anlatımın -biraz da felsefe içermesinden dolayı- bazı yerlerde yoruma dayalı muğlaklığı öykü atmosferinden çekip aldı beni.
    Final güzel ama gelişme bölümü biraz daha yalın olsa daha hoş olurdu fikrimce.
    Kaleminize kuvvet.

    1. Merhaba.
      Açıkçası, bence internetten okunan bir öykü için çok uzun bir öykü bu. Haliyle, okunurken verilen emeğin hakkını sunması, keyif vermesi çok daha önem taşıyor. Sanırım sana yeterince (veya, benim dilediğim kadar) bu keyfi sunamamış. Buna üzüldüm.
      Yine de, çeşitli sebeplerden ötürü, bu öyküyü başka şekilde yazmam mümkün değildi. Keşke biraz daha farklı bir kurguyla çıksaydım da okuyanlar daha rahat hissedip diyarı keyifle dolaşabilselerdi.
      Kullandığım kelimeler ve anlatış şeklim senin yaptığın eleştiriyle çok sık karşılaşıyor. Bu, benim için de bir sorun olmaya başladı.
      Sağlık olsun.
      Bu kadar uzun bir öyküyü okuduğun ve yorumladığın için teşekkür ederim.

  4. Merhabalar. Seçkideki ilk öykünüz değilmiş ancak ben sizi ilk defa okuyorum. Diğer öykülerinizi de zaman içerisinde okuyacağım.
    Öykünün ilk kısmı sizce de biraz uzun olmamış mı? Espriliydi, sıkmadı da; fakat bende çok fazla tekrara düşülmüş hissi uyandırdı. Öykünüzün ikinci kısmı ise diğer öykülerinizi de okumak istememin başlıca sebebi. Oldukça beğendim, takdir ettim. Farklı bir hayal gücünün yanı sıra verilen tanıdık insani duygular… Güzel harmanlanmıştı. Burçların statü göstergesi olması benim de hoşuma gitti. Haricen ortam betimlemelerini de sevdiğimi söyleyeyim; bilim kurgunun yanı sıra fantezi ortamına da gayet uyabilecek cümleleriniz vardı. Gelecek seçkilerde de okumak isterim sizi. Ellerinize sağlık.

    1. Merhaba 🙂
      Evet, ilk bölüm hakkındaki sözlerinde haklısın. Yazarken bu öykünün “sıkıcı ve sıradan” gördüğüm kısımlarını daha kısa tutma gayreti de göstermiştim aslında. Fakat, öykü bittiğinde “gereksiz” gibi görülebilecek birkaç diyaloğu silsem bile en fazla 100 kelimelik bir azaltma yapmış olacağımı fark ettim.
      Yukarıdaki yorumlarımda da bahsettiğim gibi, birincil derdim bu öykünün günümüz dünyasında geçmesi ve onu eleştirmesiydi. Fakat, barındırdığı bir takım mekanikler yüzünden de kolaylıkla “bilimkurgu” alanına dahil edilebilecek ve hatta uzak gelecekte geçtiği sanılabilecek tarzdayı öykü. Haliyle, bu yanlış anlamanın önüne geçebilmek için meydan betimlemesi, tezgahtarlar, etraftaki insanlarla diyaloglar, apartmanlar… Bu gibi şeylerden bahsetmem gerekliydi.
      Ama, sanırım, bahsedince de uzunluk toleransını çok geçmiş oldum.
      Yine de, ikinci kısmı beğenmen ve imkanın olursa diğer öykülerime de göz atacağını söylemen… Teşekkür ederim 🙂
      Eğer bakabilirsen fark edeceksindir eminim, öykülerim genelde “ikinci kısım”ın dozunda ilerliyor. Maalesef seçkide yayımlanan öykülerimle ilgili “şimdi olsa daha iyi yazardım” diyorum fakat bu, sanırım, gelişmekte olduğumun da bir göstergesi olduğu için…

      Teşekkürler ve güzel düşler dilerim.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *