Şişhane’nin kaldırımlarını aşındırırken kendisini uzayda kaybolmuş gibi hissediyordu. Hatta sergiden çıkar çıkmaz defalarca ağlama krizlerine girdi. Zihni bulanmış, kadınlığında saklanan hiçlikte fikirleri darmadağınık olmuştu. Bir ormana terk edilmiş kadar çaresizdi ve mağlup düşmüş olmanın yorgunluğunda çare bulamıyordu. Ruhu, et ve kemikten kopmuştu; madde onun için anlamsızlaşmış ve boşluk onu bir uçtan öbür uca durmadan savurmuştu.
Ömer Hayyam’a girdiğinde sertçe bir rüzgâr yüzüne çarpıverdi, boğazına sıkı sıkıya sardığı atkısının püskülünü de savurdu. Tepede Neptün’ün krallığındaki Dolunay parıldarken Tarlabaşı’nın menfa insanları kendi dünyasında koşuşturuyor, çeşitli hesapların peşinde ömür tüketiyorlardı. Ama o, sorulsa kendi evinin adresini bilebilecek halde bile değildi. Bir şekilde evine yürüyor ve tamamen boşalmış bir zihinle bunca insanın arasından tıpkı bir balık gibi kıvrılıyordu. Zihninin bulunduğu kertede artık okyanustan bir perdenin arkasından dünyayı ancak görebiliyordu.
Evine vardığı zaman felaketlerden en ağırını nasıl yaşadığının ancak farkına varmıştı. Gözünü kapattığında gördüğü tek şey hiçliğin efendisiydi, açtığı zaman ise hiçliğin her şeyin ruhuna nasıl sirayet ettiğine tanık oldu. Bilinç aslında nasıl bir göz bağı imiş bu gerçeği gizleyen, nasıl bir göz bağı imiş varlık diye bir yalan uyduran. Bir hiç imiş aslında bütün insanlığı dört yandan kuşatan tatsız şeytan.
Uyandığında bir şeyler yiyip içti ve sonrasında pencereden dışarı bakarak adını unuttuğu caddeyi izledi. Hareketsizliği izliyor, hareketsizliğin biçimsizleşmesini hayretle inceliyordu. Günleri, işte bu sabitliği izleyerek geçiyor ve hareketsizliğini bölen ani cezbeler dışında bu eylemsizliği yitirmiyordu. Mutlak hiçlik fikri onu en sonunda bir ev süsüne çevirmişti. Bütün iradesi bir hayvanın içgüdülerine indirgenmiş, bilinçsizleşmiş ve… İçsizleşmişti.
Zaman geçtikçe içinde bu serginin sahibi her kimse onunla tanışmayı arzulamaya başladı. Başlangıçta bunu sadece bir hayal olarak düşündü, sonrasında vücudunu örümcek ağı gibi saran ruhani his kuvvetlendikçe başka hiçbir şeyi istemez olmuştu. Bir panzehir arzuluyordu, kendi ruhunu saran bu hastalıklı hiçlik fikrinden, sonsuza kadar süreceğini zannettiği bu korkunç arınmadan kurtulmak istiyordu. Yalnızca ufak bir dokunuşla şifa bulacağına inanıyordu.
Bu adamın e-posta adresini bir şekilde bulur bulmaz adamı mesaj yağmuruna tuttu. Her buhranda, her hiçlik krizinde kendisini rahatlatmak için uzunca bir yazı yazıyor ve sonrasında yazısını yollarken derin bir nefes veriyordu. Başlangıçta, haftada bir yazı yazıyordu. Ancak zaman geçtikçe, kışın en koyu rüzgârları evini savururken her saat başı yazı yazmaya başlamıştı. Onu düşünüyor, onunla yaşıyor, cinsel bir saplantı gibi yalnızca onu düşünüyordu. Tek arzusu; tatmin edici bir cevap alabilmekti.
“Sizden bir cevap gelmeyeceğini kabullenmiş durumdayım. Sizi daha fazla rahatsız etmek istemiyorum. Sizden özür dilerim. Kendimi bir buzluğun içerisinde öldüreceğim ve böylece ölümümden kimsenin haberi olmayacak. Zira bunu sadece sizin bilmenizi istiyorum. Size kızgın değilim, hayranlığım her an katlanıyor; yalnızca şu içime kazıdığınız şeylerin tesirinden başka bir şeyi hissedemiyorum. Ben yittim, ölümle yaşam arasında bilinmeyen bir yere vardım. Bana, bu büyük deneyimi yaşatma lütfunda bulunduğunuz için size minnet duyuyorum. Siz olmasaydınız bir körden farklı değildim.”
Bu son yazının üzerine en sonunda şöyle bir cevap aldı:
“Durun, üç aydır telefonum serviste olduğu için için e-postalarımı kontrol edemedim. Okuduğum ilk mesajdan itibaren kendimi çok garip hissettim. Bu hafta boyunca İstanbul’dayım; bir yer söyleyin ve orada buluşalım.”
Bu cevabı okuduktan hemen bir ferahlık hissetti, hatta yüreği açıldı; boğazlandıktan sonra derin bir nefes almış gibi keyiflendi. E-posta yoluyla İstiklal’de bir yerde buluşmak için anlaştıktan sonra keyifle hayatına döndü, güzelce ev alışverişini yaptı ve kendisine çeşit çeşit makyaj malzemesiyle siyah kadifeden, dantelli, bütün vücut hatlarını gösterecek dar bir elbise aldı. Cildi soluk beyazdı. Cansız, keyifsiz bir beyaz tendi bu. Ama neyse ki birazcık dokunuşla cildindeki bu sönüklüğü artistik bir havaya çevirebiliyordu. Fakat o birazcık dokunuşla yetinemezdi, bu kadarı yeterliyken bile o yüzüne adeta sıfırdan bir maske yaptı. Bütün doğal güzelliğini inkar ederek kendisini bilindik bir “güzel” tiplemesine benzetti. Bu şekilde kendisini daha rahat hissediyordu zira kendi içindeki zayıflığı, kaosu bu şekilde örttüğünü hissediyordu.
Zaman bunun heyecanıyla hızlıca geçti ve en sonunda o büyük buluşmanın anı gelmişti. Güzel elbisesini üzerine geçirdi, sonra hızlıca yokuş yukarı tırmandı. Aklında nice şeyler vardı, nice hayaller ve nice varsayımlar. Kahveciye oturduğunda kalbi tıpkı davul gibi sertçe atıyordu. Sözleştikleri gibi cam kenarına oturdu ve camdaki buharın arkasından bulanıkça görünen İstiklal’deki kalabalığı izledi. Sonra da parmağını camın üzerinde gezdirerek çeşitli desenler yapıp nasıl bozulduklarını izlemeye başladı, ta ki kendi sahte mesihi karşısına çıkana kadar.
Yüzüne öyle bir gülümseme yerleşti ki görenler onların iki aşık olduğuna emin olurdu. Adamın pek göze çarpan bir tipi yoktu, vücuduna yaptırdığı çeşitli dövmelerin üzerinde baklava dilim bir süveter giymişti. Belki iskelet kadar sıska olmasındandır, sade görünüyordu. İnsanların “Ben sanatla ilgileniyorum” diye alnına yazı yazdıracağı bir dünyada bu epey asil bir hareket sayılırdı.
Hemen masasına oturdu ve bir süre göz göze bakıştılar. Histerinin kendisine özgü kaosu ve gecelerin bitkinliği rahatça gözlerinden okunabiliyordu. Adam bu gözlere bakarken ürperiyor ve göğsünde aniden yükselen bir alev hissediyordu. Korkuyordu, zira o kadar farklı o kadar yabancı görünüyordu ki bu kadın… Başka bir dünyadan düşmüş gibiydi. Ve o mavi gözlerine bakarken anladı ki, uzayın en güzel metaforu okyanustu.
En sonunda çıldıracağını anlayınca sohbete başlamak istedi.
-Nasılsınız Damla hanım?
-Gerçekten şu an çok iyiyim. Üzerime bir boşluk çökmüştü ve sayenizde kurtuldum. Uzun bir süre boğulduktan sonra nefes almaya başlamış gibi hissediyorum kendimi.
-Nasıl yani?
-İki gün önce sergiden çıkınca nasıl bir halde olduğumu bilemezsiniz. Kendimi kaybettim, sürüklendim, o anda yok olmak istedim. Sergide bir ruh, belki de çözemediğim bir füsun vardı. Maddenin insanı köleleştiren bir zincir olduğunu anladım. Hiç oldum, hiçliğe ait oldum. Bütün bu dünyada dağılmış olan esirin bizzat kendisi oldum. Eskiler esirin ne olduğunu anlamak için çok uğraşmış ama basit, esir hiç demekti. Ayhan bey, sizden bir ricam olacak…
-Nedir o?
-Size, kendimi bir köle olarak bahşetmek istiyorum. Bana istediğinizi yapın, emin olun her şeyi kaldırabilirim. Kendi temel haklarımdan vazgeçtiğime dair bir sözleşme dahi imzalatabilirsiniz. Tamamen size ait olacağım… Bunu kabul eder misiniz?
Ayhan, iyice gerilmiş ve kendisini kaybetmiş gibiydi.
-Neden böyle bir şeyi istiyorsun?
-Ben kendimi kaybettim… Ve hayattan koptum. Şunu diyeyim size, uzun bir süre hiçbir şey yemedim. Zira yemek hazırlamaya karar vermeye gereken bir iradeyi çoktan kaybetmiştim. Ruhumun saflığı, zihnimin maddeden arınmışlığı beni bir… Bir… Deliye dönüştürdü. Öylesine zayıfım ki beni idare edecek güçlü bir iradeye muhtaç kaldım. İsterseniz beni bir odalık olarak kullanın, isterseniz temizlikçi yapın, vereceğiniz yemek karşılığında hiçbir şey istemeyeceğim.
Nefes almakta dahi zorlandığını keşfetti. Masadan kalkıp gitse, kadının o masadan ölene kadar kalkmayacağının farkına varmıştı. Sonrasında, teklifini kabul etmedi. Ona güzel bir yemek ısmarladı ve başka bir gün yine buluşmak için sözleştiler.
O günden sonra Damla’nın tek yaptığı şey aynanın karşısına geçip kendi cazibesinin tılsımlarını keşfetmek olmuştu. Hangi kıyafet vücudunun biçimini gösterir, hangi takıp cazibesini göz önüne çıkartır, nasıl bir makyaj yüzünü daha da güzelleştirebilirdi… Zaman içerisinde kendi vücudunu tamamen tanımış, makyajda ustalaşmış ve kendi yüzü üzerinde artık sanat icra eder olmuştu. Öyle ki, buluştukları zaman sadece göz kapaklarıyla iki saate yakın uğraşmıştı. Yüzündeki renk oyunları, tıpkı bir siyah opali anımsatıyordu.
Bütün bu çabanın sonucunda bir sonraki buluşmaları epey keyifli geçmişti. Ayhan, tanrının adeta ona armağan olarak gönderdiği bu kadının kıymetini bilmiş, sarmaş dolaş bütün Beyoğlu’nu beraber dolaşmışlardı. Hatta o günün gecesinde de Ayhan, yolu Kasımpaşa ve Dolapdere’den uzatarak evine bırakmayı kabul etmişti.
-Diyorum ki, yarın benim işim yok… Yarın da takılalım mı?
Bu tekliften sonra Damla o gece uyumamıştı, yatağında sabaha kadar çeşit çeşit hayaller kurdu ve değer verilmenin ne olduğunu uzun süre sonra tekrar hissetmişti. Kaç yıl olmuştu kalbine dokunulmayalı, hayatın tükenmek bilmez rutininden kurtulmayalı? Lisedeki ucuz aşklarının dışında hiç böyle bir şey yaşamamıştı, kalbi çatlayacak gibi küt küt atarken nasıl uyuyabilirdi ki?
Buluşmaları oldukça keyifli geçivermişti. Beyoğlu’ndan uzaklaşıp kendilerini şehir dışında manzaraya nazır yerlerde vakit geçirdiler ve günün, hatta gecenin nasıl geçip gittiğini ikisi de anlamamıştı. O günden sonra adam bu garip kadına bağlandığını hissetmişti. Diğer kadınlarda görmediği bir şeyi onda görüyor, kadınsı ruhunun keskinliğini hissediyor, onda bir ışık görüyor ve bu mülhemden ilham alıyordu.
Diğer kadınlarla her türlü vakit geçiriyordu ancak Damla’dan sonra her birisi basit, bayağı ve vasat görünüyordu. Canı isterse sevişiyor, sonra da artık kiminle sevişiyorsa onu unutmak istiyor; böyle bir şeyi yaptığı için kendisini frengiye yakalanmış gibi hissediyordu. Damla her saniye, her an gözünde bir melek gibi kutsallaşıyor ve rüyalarında, hayallerinde yalnızca Damla’ya yer veriyordu. Kadınlığın en üst seviyesi, en etkileyici kademesi oydu.
O mükemmeldi, kusursuzdu, insan olmanın bütün iğrençliğini aşmış ve tıpkı ilahi bir heykele dönüşmüştü. Rikkat ve endam doluydu, gözlerinde saklı bir amor vardı. Her bir hareketi insan zihnini en üst düzeyindeki estetik anlayışı ile yontulmuş, kendi benliğini parçalayıp atarak bu anlayışı kabul etmişti. O, kendisi gibi sıradan bir insana eline uzatmışken… Ondan ne kadar ayrı düşebilirdi?
Bir yerden sonra dayanamadı, Damla’yı kendi evine almak istedi ve Damla da bunu keyifle kabul etti. Eve geldiği hafta ikisi de evden dışarı adımını dahi atmadı. Aslında bir şey yapmadılar; Damla sokağa bakan bir cama oturup dışarıyı izledi, Ayhan da hemen yanında ona eşlik etti. Farklı olan tek şey Ömer Hayyam yerine Valideçeşme’yi izlemesi ve tapındığı insanın bilgisayarın arkasında değil hemen yanında olmasıydı.
Devam eden günlerde Damla o camın kenarından hiç ayrılmamıştı. Ayhan ondan herhangi bir şey istemiyordu, ne onunla sevişiyordu ne de bir iş yaptırıyordu. Onun güzelliğine baktıkça yüce bir ilahi hissin ışığını görüyordu. Saatlerce evin bir kenarında bal mumundan heykel gibi oturuyor olsa da ondan sıkılmıyordu. Tek istediği, Damla’nın sokağa değil kendi gözüne bakmasıydı. O zaman, yüreği küt küt atıyordu. Bu sadece aşk mıydı?
Bir sonraki sergisine onu da dahil etti. Cildini mermere benzetti ve uzun bir sütunun üzerinde asilce durmasını istedi. Sütunun dibinde de kavga eden takım elbiseli çirkin insan figürleri vardı. İnsanların hemen ilgisini cezbetmişti, canlı bir heykelin güncel sanatın içerisinde kullanılması özgün bir fikir olarak görünmüştü. Ve mesaj da beğenilmişti, “Kadınlık, modernizme üstündür.”
Bu sergi “Yeni bir soluk” olarak değerlendirildi ve modern sanatın estetiği terk etmesine dair bir eleştiri olarak kabul edildi. Elbette ki bu Ayhan’ın göğsünü kabartmıştı, sanat çevrelerinde adı pek fazla anılmamış bu adam en sonunda kendi gizli kalmış dehasını göstermiş ve sanat dergilerinde sıkça övülür olmuştu. Bu onun kaybolmuş şevkini tekrar açmıştı, nihayetinde Naci’nin dediği gibi marifet iltifata tabidir.
Damla bu sergiden sonra artık evin içinde heykel gibi oturmuyordu, ev işlerine yardımcı olmaya başlamıştı. Ayhan’ın ilgisini çekecek şeylerden bahsederek onun kendisine dair ilgisini sağlama almaya çalışıyordu. Her ne kadar Ayhan’ın ilgisinin kendisinden işine dönmesinden rahatsız olsa da, onun için özünde her şey aynıydı. Dünya bir rüyaydı ve ne olursa olsun rüya olmaya devam edecekti.
Sonraki zamanlarda Ayhan büyük bir banka tarafından desteklenen bir sanat galerisinden teklif almıştı. Bu sanat galerisinde bir odayı sahiplendiğini duyunca sevinçten naralar atmış, önüne kim gelirse bundan bahseder olmuştu. Ayhan’ın düşmanı pek olmadığından kıskananlar da olmuyor, “Çok uğraştı, hak ediyordu” düşüncesiyle hak ettiği gibi tebrik ediliyordu.
Bu sergide şöyle bir şey tasarladı, Damla arkası dönük bir şekilde Viktorya dönemi kıyafetleriyle sahne süsü verilmiş bir siyah bir duvara karşı Shakespeare’den pek çok repliği tıpkı bir tiyatrocu gibi bağırarak söylüyor, artistik hareketler sergiliyor ve tiyatroyu anımsatan pek çok şey yapıyordu.
İnsanlar önce Damla’nın kıyafetlerini inceledi, sonra söylediği sözleri; pek bir şey anlamadılar. Serginin sonunda Ayhan ne mesaj iletmek istediğini açıklamıştı, “Hayat, herkesin bizi izlediğini sandığımız ancak istediğimiz kimsenin bizi izlemediği, önemsemediğimiz kişilerin de bizi izlediği bir tiyatrodur.”.
Bu da epey beğenilmişti. Hem Damla’nın performansından hem de fikrin oldukça zekice olduğundan bahsedilmişti. Ama asıl önemli olan şey, bu sergiden sonra Ayhan Türkiye’nin büyük sanatçılarından birisi sayılmaya başlamıştı. Bu sayede yeni sanatçılara yöneltilen ağır eleştirilerden sıyrılmış ve de popülerliği kat kat artmıştı. Türkiye’de yeni bir sanatçı olmak zordur, sizinle ancak sanatla gerçekten ilgili olan insanlar ilgilenir ve kolay kolay tatmin olmazlar. Mutlaka iyi eserler vermek zorundasınızdır, yoksa umursanmadan üzeriniz çizilecektir. Ancak siz popüler oldukça, tanındıkça sizi sıkı sıkıya eleştiren kitlenin sesi azınlıkta kalır, hatta size tükürükler saçarak eleştirenler alkışlayan tarafa geçer.
Bu sergiden sonra Damla ile Ayhan’ın evdeki ilişkileri de biraz değişmişti. Damla’yı izlemekten artık o kadar da keyif almıyordu, onun kutsallığına dair inancını yitirmiş ve Damla’dan daha fazlasını ister olmuştu. Ancak Damla kendi bedenini bonkörce sunarak Ayhan’ın kendisine dair ilgisini sıcak tutuyor, kariyerine karşılık hak ettiği ödülü de vermiş oluyordu. Hazzı ona hissettiriyordu, kendi cazibesini yatakta da tattırıyordu. Tabii Damla’nın dünya görüşü halen daha aynıydı, ayrıksı, mistik ve kesinlikle hiç. “Ben bir hiçim” diyordu ve hiçlik gözlerinden kolaylıkla okunuyordu.
Ayhan’ın yıldızı parlamaya devam ediyor. Gösterilere çağrılıyor, sosyetede kendisine kolayca yer ediniyor ve kendisini idol alan insanlar ortaya çıkmaya başlıyordu. Ulusal kanallara davet ediliyor ve dünya basınından röportaj teklifleri alıyordu. Yurt dışındaki bienallerde, galerilerde yer alıyor ve her bir işinde biraz daha takdir topluyordu. Artık, öyle bir üne kavuşmuştu ki güncel sanat ne bilmeyen bir köylü bile “İşte bu toprakların yetiştirdiği bir yetenek” diyerek övünüyordu.
Ayhan her bir zaferiyle kabarırken Damla’nın kıymeti sislere çekiliyordu. Ayhan ondan sıkılmaya ve ev içinde değersiz bir eşya gibi görmeye başlamıştı. İstanbul’dan ayrılırken yanına almıyordu bile. Damla bu değersizleşmenin farkındaydı ve sineye çekmeye çalışıyordu. Geceleri yalnız başına geçiriyor, gündüzleri Tarlabaşı’nda yaşadığı bunaltıları yaşıyordu. Bir gün aklına bir fikir geldi, şirin tüylü kelepçelerle başlayan ve acı veren mumlarla biten bir liste oyuncağı evine sipariş etti ve Ayhan eve geri döndüğünde onu bir seks ilahesi gibi karşıladı.
Bu işe yaramıştı. Ayhan uzun bir süre onunla keyifle sevişti. Damla o benimsediği atıllığı içerisinde bütün barbarca yatak oyunlarına kendisiyle ilgilenildiğini hissettiği sürece razıydı. Hatta bütün bunlar onun için de gayet tahrik ediciydi. Ama canını esas acıtan şey, evin içerisinde güzel bir süs eşyası olmak yerine değersiz fahişeye dönüşmüş olmaktı. Bunu kaldırabilmek için kendisini şaraba vermişti ve her gün yatağa biraz daha sarhoş giriyordu.
Canını daha acıtan şey, Damla’nın bir sonraki gösterisinde üzerinde aşağılayıcı karalamalarla çıplak sergilenmesi olmuştu. Bundan utanmış, nefret etmiş ve ilk kez Ayhan’dan tiksindiğini hissetmişti. Bunun bir amacı yoktu, Ayhan’ın gündeme gelmek için yaptığı aşırı bir hareketti. İstediğine kavuşmuştu, çokça konuşulmuş ve hatta ikisi de alaya alınır olmuştu.
Bu iğrençlikten sonra Ayhan, Damla’ya pek yanaşmamıştı. Hatta öyle ki ona bakmaya bile değmeyeceğine inanıyordu, diğer kadınların yanında ucuz bir sokak fahişesinden farkı olmadığına inanıyordu. Sanki onu yaratan kimse kusurlu olmasını özellikle istemiş gibi görünüyordu. Kusuru, görüntüde anlaşılmayan bir eksiklikti.
Damla, Ayhan’ın kendisine bakış açısına rağmen iç dengesini korumayı başarabiliyordu. Hâlâ daha her şeyin rüya olduğuna hükmediyor, halen daha sokağı izlemeye devam ediyordu.
Aslında bütün bu teslimiyette Damla’nın Ayhan’ın bu tavırlarının geçici olduğuna dair inancı vardı. Küfretse de aşağılasa da bunları onun değişken ruh haline veriyor; sanatçılığının bir parçası sayıyordu. Sanatçı olmak, sürekli değişen bir ruh halinin içerisinde dolaşmak demekti. Bu yüzden görüntü değişse de özün hiçbir zaman değişmediğine inanıyordu.
Zamanla bu sergi unutuldu ve Ayhan çok daha kaliteli işlere imza attı. Işığı parlamaya devam etti ve insanlar sırf onunla yüz yüze gelebilmek adına müthiş paralar harcadı. Damla ise Ayhan’ın para vermek zorunda olmadığı bir hizmetçisi gibi yaşıyor, günde bir tabak yemekten başka ne ilgi ne de başka hiçbir şeyi beklemiyordu. İyice mutsuzlaşmış, huzursuzlaşmış ve en başından beri hak ettiğini bu olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Eskiden put gibi evin içinde otursa bile kıymetliyken şimdi Ayhan’ın istediğini yapabileceği bir eşya gibi kendisini sunsa dahi ilgisini çekemiyordu.
Bir gün Ayhan, uluslararası çapta tanınmış büyük bir bienalden teklif aldı. Ona bienalin büyük bir kısmı ayrılmış ve istediği gibi değerlendirebileceği söylenmişti. Bu, Ayhan’ın aldığı en büyük bir teklifti. O kabul etti, ettiği gibi de bienalin biletleri hızla kara borsaya düştü. Aylarca, ince bir titizlikle bütün detayların üzerinde tek tek uğraştı, çabaladı. Bu serginin insanlarda bir boğulma hissi yaratacağından emindi, önce adını “Tükeniş” koymayı düşündü ancak sonra fikrini değiştirip “Bataklık” koymayı tercih etti. Aslında bu önce onun zoraki seçtiği bir isimdi, ancak sonra Bataklık ismi onda büyük bir ilham uyandırmıştı.
Bu ilham, vahşi bir ilhamdı. Böyle bir fikirden önce korkmuş sonra kariyerini ebedi kılacağının fikriyle ağır ağır kabul etmişti. Yapıp yapmamak arasında düşünüyor, yüzünü kaldıramıyordu. Sonra, yapmaya karar verdi; kendi erkekliğini kendisine ispatlamak istercesine yapması gerektiğine inandı.
Açılışta ortaya içi çamur dolu bir kabin koydu. Bir süre bu çamurun içerisinde hareketlenmeler olmuş, insanlar da anlam vermeye çalıştı. En sonunda Ayhan’ı kolunda Damla ile beraber gördüler. Damla’nın gözü ve ağzı ipeklerle bağlanmış, kulağına da en sevdiği şarkıları çalan bir kulaklık takılmıştı. Zincirlere vurulmuştu ve apartman topuklu ayakkabıların üzerinde zorlukla yürüyebiliyordu. Bir süre insanlar bu çifti boş boş izledi, Ayhan izleyenlere selam verdi ve aniden Damla’yı bu çamur dolu kabinin içerisinde attı. İnsanlar ne olacağını beklercesine, şaşkınlıkla bu manzarayı izlediler. Damla boğuluyor, ölüyor ve izleyenler bunu gösterinin bir parçası zannediyordu. En sonunda zavallı kızın sesi çıkmaz olmuştu. İzleyiciler halen daha bir şey beklerken, Ayhan izleyicilere seslendi:
-O öldü. Çamurda boğdum, bu kaltağın hak ettiği buydu.
Ayhan bunu dedikten sonra insanların yüzü hemen gerilmişti. Ölmüş müydü? Nasıl? İnsanlar böyle bir şeyi yapacağına hâlâ inanamamışlardı ancak adamın yüzünde hiç öyle ciddiyetsiz bir hal yoktu. Kendi aralarında şaşkınlıkla sohbet ediyor ve anlamaya çalışıyorlardı. En sonunda, arkalardan öfkeli bir nara yükseldi.
-Bize o kızı göster!
Ayhan gülerek cam kabini devirdi ve içindeki zavallı kızın hareketsizce yattığı görüldü. O an öldüğüne herkes inanmıştı. İnsanlar orada öfke dolmuş, küfürler saçmaya başlamıştı.
İnsanların hırıltıları yükseldikçe Ayhan korkmaya başlamış, en ufak harekette kendisine saldırılacağını düşünmeye başlamıştı. İnsanlar da her an patlayacak bir bombaya benziyordu, kaskatı kesilmişlerdi ve sinirden iyice gerilmişti. İşte, bu ortamda enteresan bir şey oluverdi.
Damla yerinden ağır ağır doğrulmaya başlamıştı. Altından zannedilen saçları biçimsizleşmiş, yüzündeki bütün kadınsı sevimlilik sönmüştü. Mezarından doğrulan bir hortlağı andırıyor gibiydi. Nefretle, normalde gülünç sayılacak ancak o anın dehşetiyle daha da ürpertici olan bir ses çıkarttı. Ve ayağa tamamen kalktığında ruhundaki hiçliğin nefretle dolduğu anlaşılabiliyordu.
Aklıma hem öykünün Beyoğlu’nda başlaması hem de acayipliği ve gergin ortamı, Galip Tekin’in çizgi-öykülerini getirdi. Kadın-erkek arasındaki gerilim, obsesyon güzel yedirilmiş öykünün içine… Kaleminize sağlık başarılar diler ve başka öykülerinizi de okumayı can-ı gönülden isterim
Ä°lginiz için teÅekkür ederim. Öykü yazmaya henüz baÅladım diyelim, o yüzden saÄda solda yayınlanmıŠçok öyküm yok. Daha önce Åöyle bir Åey yazmıÅtım, eÄer ilgilenirseniz Åuraya da bakabilirsiniz.