Ruhum ve bedenim hiçbir yere sığmıyordu.
Tamiri mümkün olmayan, paramparça bir halde değildim. Çöp kutusuna atmayı aklınızdan geçirseniz bile geri dönüştürülebileceğime inancım sonsuzdu. Birkaç dokunuşla işe yarar, faydalı bir eşya olabilecekken eksik bir parçam olduğu hissine kapılmıştım. Elle tutulur hale gelsem de, gözle görülemeyeceğimi düşünürken eksikliğimin olduğu da nereden çıkmıştı. Noksanlıkları senden tenzih etmiştik ya bu yüzden mi tam olamıyorduk. Biz bir şey bilmiyorduk.
Gözlerimin önünde, bizzat işittiğim insan ilişkilerinin, kof sözlerinizin kalbimi yerinden, gözlerimi yuvalarından, kısa bir süreliğine de olsa, yerlerinden etmeleri hiç hoşuma gitmiyordu. Başkalarına söylendiklerinde bile başkası oluveriyordum. Yine hoşuma gitmiyordu.
Kelimeler savaş veriyordu içeride, onlarınki elini kolunu sallayarak ağızdan çıksalar da seninkiler öyle olamazdı. Önce bi’ soluk boruna uğramalı, yutkunmana mani olmalı, şu başını hafif öne eğme hareketiyle birlikte bir süre alıkoymalıydı adapte olduğun işinden seni onların kelimeleri. Bu aşamaları geçtikten sonra konuşabilirsin, konuşabilirsen 🙂 ve biliyorsun ki senin susman her zaman daha hayırlıydı. Senin kelimelerin öğütülmek isterlerdi. Bir çeşit biyolojik meseleler yani.
O an acı verse de duydukların, nerden bilebilirdin ki bir sonraki vurucu kelimeyi çiğnemeden yutasın diye seni hazırladığını. Zor zannederken kolaylaştırdığını.
Çıktı çıkacak derler evet ok, yaydan çıktı çıkacak. Kelimeyi yerleştirip, kalbine doğru gerdiğin okla bir başka kalbe kolaylıkla gönderebildiğin kelimelerin. Kalpten kalbe bir yol vardı hani. Çiçekli bir yol. Kalpten kalbe ok saplandı, yol kana bulandı. Sanki takıyoruz kelimeleri yaya ve hiç nişan almadan gönderiyoruz. Har vurup harman savuruyoruz kelimeleri. İsraf ediyoruz, malayani der büyüklerimiz. Söylenirken söyleyene lezzet veren kelimeler, sana geldiğinde seni sarsıyorsa, ne vardı o kelimelerin yolunda. Kelimelerimizin yolculuğu, bir arının yolculuğuna benzese, çiçeklere konup ballansa, ağzımızdan bal damlasa, damlaya damlaya göl olsa.
Duyduğumda sindiremediğim kelimeleriniz vardı, hurdaya dönmüş kelimeleriniz ve siz onları kullanmaya devam ediyordunuz. Hurda, hurda olalı böylesine değer görmediği bugünlerde neden siz onu bir kamyon arkasına mahkûm edesiniz ki. Yenileyin. Güzelleştirin sözcüklerinizi.
Düz, dümdüz, ilk anlamıyla, sana göre, senin zihnindeki ile benim niyetimin uyumuna karar vermek, nizamından sual olunmayanın işiydi sadece, bilemedik. Sen zararsız, eğlenceli, sonunda gülmeli sahne olacağını bekleyerek yola çıkarıyorsun kelimelerini, sonuç ise canlarını aldığını sandığın asık, tepkisiz suratlar. Kelimelerinizden çekinir misiniz biraz rica etsem, bakın ben gülerken çekinmek istemediğimi sizlere söylüyorum. Gülerken rahat olup, sözcüklerimizden rahatsız olsaydık ya. Dinlemenin payı da önemli, kendi söyleyeceklerimizi düşünmek yerine, tetikte olmak yerine karşımızdaki insanı dinlemeye odaklansak iyi bir oyun çıkaracağız.
İçimde bir şükür balonu vardı, patlatmaya çalışan da bir yığın insan. Herkesi seviyordum ama bazen hiçbiriyle konuşmuyordum. Balondum ben, yalnızca minik çocukların elinde patlamak ya da onlar tarafından uçurulmak en büyük isteğimdi. Sahiplendiklerinde en çok onlar mutlu oluyordu, ellerinden kaçıp uçtuğumda ise en çok onlar üzülüyordu. Şimdi müsaadenizle çocuklar, deli gönül uçuyor, el sallayın bana üzülmeden. Küçük kız, büyük dünya gibi.
Küçük çocuklar ve de küçük şeyler ayaklarımı yerden kesiyordu. Sağımda 50 yaş üstü, solumda 15 yaş altı insanlarla vakit geçirmek mutlu ediyordu.
Küçük şeylerle mutlu olabilme meziyetim benimle beraber büyüyordu. Mutluluğun tanımları Marget ve Ayci’ye göre değişiyordu. Florida’daki Fisher Adası’nda hafif rüzgâr sayesinde terlemeden yaptığı koşu onun için büyük bir mutluluktu. Bana yeni hikâyesini okumak için arayan Maya mutluluk sebebiydi. Şiir geceleri mutluluk sebebi. Karşıdan karşıya geçerken hemen yanan yeşil trafik lambası çok mutlu eder, kırmızı ise mutsuz etmez.
Mağazadan çıkarken yine gel diyen satıcı mı mutlu etmişti seni? Niye etmesin, sevilmek kimi mutlu etmez ki?
Nasıl yani yine gel deyince seni sevmiş mi oluyor?
Evet. Seviyor ve tekrar görmek istiyor.
Tekrar ve tekrar görmek isteyenler.
Büyük mutlulukları saklarım.
Hassasiyet olmalı içimizde. Bir yerde okumuştum, doğa bizim en büyük öğretmenimizdir diye. Yürüyordum önümde de tanımadığım biri yürüyordu. Birden şarkım sustu çünkü önümdeki kıyıcı kalpli, yol üstündeki ağacın dallarından bir yanak makas alır gibi bir yaprak çekip kopardı. Bir taneden bir şey olmaz diye mi düşündü bilmiyorum ama o an bana bir şeyler olmuştu. Şimdi haykırsam Kaf dağından Kaz dağlarına sesimi duyar mısınız?
Kafası atıp, Kaf dağından Kaz dağlarına doğru yürüyüşe çıkan kız ellerini açmış, istemiş istemiş. Günler geçmiş, gecene ışık olayım, yeşil ağacın üzerine konayım da çare olayım demiş hâline. Çare mi?
Evet.
Çare kolay olunuyor mu?
Evet, çare olmak çok kolay, çare olan çare bulur. Onulmaz dert gibi değil, bulunmaz deva gibi. Dilin onu söylesin, kulağın onu duysun da o sana olmaz mı şifa.
Sen hiç gördün mü bir büyüğün küçüğü ziyarete geldiğini. Aşkta büyük, küçük yoktu unuttun mu? İki uzun bina arasında, yeşil bir ağaç üzerinde sapsarı, hayır ateş kızılı gece lambası. Gördüm ben.
Gökyüzüne bak, ışığa bak!
Sen de gördün. Işık sendin. Kendisi ışık olan biri ışık görünce tutulma mı gerçekleşecekti az sonra.
Ay uyur sen uyanırsın. Bu sefer seni sabah esintisine emanet etmiştir. Tatlı esintinin tatlılığı ile geç kalırsın bazen gideceğin yere ama tatlılığı vereni bir düşün bakalım yetiştiriverir seni evet her zaman kendisini hatırlatacak bir güzellik gönderir sana. Yani beni bu güzel havalar mahvetmedi.
Tabiat anne, ay dede. Anne, dede. “Soy ağacı” emrini de çok yanlış anlamıştık. Soyup soğana çevirerek. Sizi bilmiyorum da ben doğayı çok seviyorum. Yürümeyi, bilmediğim ağaçların isimlerini fısıldayan seslerin eşliğini, içimdeki bahçeyi zamansız sulayan yağmurları, gece olunca itinayla dizilen odunların ateşinde oluşan şekillere anlam yüklemeyi. Komşusu çadırsızken, çadırda yatan bizden değildir diyen iki gözümün çiçeklerini, uyurken garip, ürkütücü sesler çıkaran orman komşularından ona sığınabilmeyi. Seviyor kadın ya her şeyi.
Yürürken yemeklerini yiyen güvercin kafilesini rahatsız etmemek için yoluma başka bir yön verirken at arabasının bana yaklaştığını görüp, aynı hassasiyeti attan beklememekti benim için hayat. Karşılık beklemek karışıklık yaratıyordu. O yüzden olaylara karışmadım.
Başkasının heyecanı seni de heyecanlandırıyorsa, mesela bir annenin “Çok heyecanlıyım oğlumu göreceğim için Sinem “ demesiyle insanın Sinem olası gelmez mi? Sinem olup o insanın sevincine ortak olası. Çocuğunu özleyen annenin özlemi, benim çok düşünmeden, içten konuşan insanlara özlemim gibiydi. Biri çocuğunu özlese, ben de görsem gibi bir hasretlik de değil tabii ki oğluna kavuştu dün, bugün hepimiz mutluyuz. O konuşurken kendimi at yarışı izleyenler gibi hissettim. Hadi be Şenay konuş be Şenay. Ah Şenay ah… İyi geldiğinin farkına varmadan iyileştirenler var. İyi gelenler, iyi ki gelenler. Şenay’ı tutup hiç bırakmamam lazımdı. İletişimde nezaketin ve saygının önemli olduğunu düşünüyordu, benim çok önem verdiğim konuşma üslubuna benzemiyor muydu bu ikili. Kalbe dokunanları kaybetmeyin ki kurmak istediğiniz meclis Şenaylarla, Ayşenlerle dolsun. Yani meclisiniz şen olsun.
Aşağıdaki sahne gibi.
Atom karıncayı tarif ederken atom bombasının hayvan hâli diye betimleyen, şekeri de tuzun kankası ilan edip kahkahalara boğanlarınız eksik olmasın etrafınızdan.
Biraz daha aşağıya inin, başımızın üstünde yeri olanları göreceksiniz.
Bir atölye düşünelim o halde orada herkes bir işin ucundan tutmuş ‘incelikler üzerine.’
Bir kutu var odanın içerisinde. Selçuklu motifli. Yeşil bir kutu. Emekle, sabırla son hâline kavuşan. Sevenlerin, ferforjelerin en ince ayrıntısına kadar el değmemiş, değemeyecek yerlerinin tozunu almaya çalışan elleri vardı, rahatsız edici kapı gıcırtısını parlaklıktan, temizlikten gıcır gıcır görüntüye dönüştüren elleri. Parlatma işlemini kendimizde rahatsızlık duyduğumuz taraflar için de yapmalıydık. Öğrenmeye çalışırken musikileriyle bilinmeyen ülke ve topraklarda hissettiren, hurdaya hurda diyemeyip lütfen o benim hurdalığım diyecek naiflikte kalpler vardı içeride. Gönül kırmadıkları için uğrayanları çok olan bir atölye. Sevenlerin, sevdiğine sevdiğini söylediği bir atölyeydi burası ve orada gönüllü her hurdanın bir eksiği kapatma gibi naçizane görevleri vardı. Yaralı kuşların uçmaya başladıkları gün gibi, hurdalar da bir eşyanın değerli parçası olma ümidiyle eksiklikleri tamamlayacağı anı bekler. “An’ın hurdaları”. Hurdalar dile gelir bazen, beni siz buradan almamıştınız, lütfen beni aldığınız yere bırakabilir misiniz az sonra başka birine lazım olduğumda beni bulmakta zorlanabilirler, kimsenin imtihanı olmak istemem. Hurdalar da aynı incelikler üzerindeydi.
Hiçbir zaman tam olamayacağız belki de tam olma yollarında. Ve bulamayacağız belki de eksik parçamızı. O bizi tamamlayana kadar. Parça hazırdır aslında. Seni de parçaya hazırlıyordur.
Eksik gelen tamam olur sesleri sana huzur veriyorsa, tamamlanmaya çalış tamamlamaya değil. Gayret gösterirken, tamamlayacak olanın işine karışma. Değişmeye çalış, değiştirmeye çalışmadan. Uymayarak, uyumayarak, unutmayarak yürümeliyiz incelikler üzerinde. İnce olan onun ipiydi. Tam sarılmalık. Uyacakken seni uyaran, uyuyacakken seni uyandıran ve unutmuşken hatırlatanlarımız olmasa, paslanmış birer hurdaya dönüşmüştük. Yalnızca ona döndürülmeye talipken.
Talip olalım, gerekirse hurda olmaya. Ne derler sevin de bir keman yayını sevin. Yeter ki sevin. Olalım da hurda olalım. Hile, hurda bilmez deriz, o öyle değilmiş. Hile, Hud’a bilmez imiş. Huda zamanla söylene söylene olmuş hurda. Hayatında hileden hurdadan anlamayan sen, düşüverirsin nefsin hile ve hurda tuzağına. Hurda deyip geçmeyesin.
Henüz yorum yok. Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.