Öykü

Hurda Okyanusu Yolculuğu

“Mumlar yaktım ve ışıkta, öyle dedim içimden,

kendime ufak gizemli alanlar buldum.

Bildiğim şarkıları hatırlamaya çalıştım.”

Edward Carey, Hurda Köşkü

Bir tek kendini düşünen seslerden nefret ediyorum. Sessizliğin içindeki eşya çıtırtıları da bunlardan biri. Güvende hissetmiyorum. Özellikle yalnızken, seslerin tehlikelerine daha bir açığım. Dolabın altında sakladığım endişemin çıkıp boğazıma yapışmayacağına kimse yemin söz vermedi. Dolaplar dışarı çıkmak için sabırsızlanan nesneleri kötü kahkahalarla tükürmeye bayılır. Kapıları sürekli açılıp kapanır. Kilitli olanların anahtarları sonunda dayanamayıp kırılır. Duvarlar ve halılar da üstlerinde fazla bir şey istemezler. Onlar okyanusu ister. Okyanus onları. Hurdaya çıkmak üzere unutulmuş eşyaların kinini toplasalar bir okyanus dolardı. Okyanusa muhakkak bizim evin küvetinden inilirdi.

İnsanların hissettiği toplam acı ile nesnelerin biriktirdiği toplam nefret küvetimin altında kocaman bir delik açarak evimle okyanus arasındaki kalın çarşafta yama atılamayan delikler açtı. Nesnelerin sıkışıp kaldığı duvarlar arasında ömür çürütmelerini makûl bulmayan bir şey onları kurtarıyordu. Simsiyah, ekşi kokulu derin suda bencil seslerden bıktığım gecelerde yıkandım.

Orada ceket giymiş mutsuz bir tilkiyle karşılaştım.

* * *

Evim, sık ağaçlarla çevrelenmiş dar yollara sahip olan bahçenin içindeki bir köşk. İçinde hangi katta dolaşmak istediğime göre ayrı ayrı görevlendirilmiş birkaç bakıcı. Annem ve babam eve ne yazık ki hiç uğramazlardı. Onları hep okyanusta bulacağımı düşündüm. İçine küvetten atlayarak daldığım bir okyanusta.

Bir süre önce, ellerime gaz lambasının yağı bulaştığı için üçüncü kattaki, boynuna takılı ince beyaz ipli bir armada adının baş harflerini taşıyan sert suratlı kadın beni banyoya doğru götürüyordu. İ.O. Hanım. Karanlıktı. Koridorun köşelerinde boyumdan büyük demir şamdanların üzerinde mumlar dikiliydi. Bileğimden kavrayan iri el beni sürüklüyordu. Ayakkabılarımın burunları yere sürterek sürükleniyordum. Banyo kapısına geldiğimizde İ.O. Hanım öfke dolu bir nefes verdi. Demir kapı kolunu çevirmek için güç gerekiyordu. Tak! Gıcırtı. İçeri atıldım. Kendisi hariç kimseyi düşünmeyen seslerden biri daha, betonla aramdaki duvarların yıkılmasının sesini hiç düşünmeden bastırdı. Askılı şortumun dizlerine sildiğim elimdeki yağ gittikçe çizgilerin arasına yerleşiyorlardı. Musluğu açtım. Birkaç defa öğürdü. Patlamalar hâlinde akan sular kahverengi ve paslıydı. Musluğun ince borusuna asıldım. Onu çekerken ayaklarımı kaldırıyordum. Birkaç kez zıplayarak kendime doğru çektiğim musluk sonunda elimde kaldı. Artık orada banyonun içini sulayan açık bir su borusu vardı. İlk okyanusum orasıydı.

Elimin kirini çoktan unuttum. Pantolon giymediğim için mutluydum. Islak paçaların verdiği kızgınlığı, akıtan gaz lambaları ya da suratsız bakıcılar bile vermiyordu. Küvetin dışı su doluyordu. Mahrum kalsın istemedim. Tıpayı bulup taktım. Küvetin de musluklarını açtım. Elimde kalan musluk borusunu küvetin içine attım. Tam ortasına geldi. Çıkan ses bu kez bencil değildi. Sanki, “İyi geldi,” der gibiydi, tam da o anı bekleyen neşeli nesnelerin seslerindendi.

Soyunmadan küvete girdim. Ayaktayken su dizlerime geliyordu. Bir suyun dizlerime gelmesi için birkaç yudum yeterdi. Bastığım yerde bir gevşeklik hissettim. Zemin hareket ediyor gibiydi. Küvetin ortasında, musluk borusunu fırlattığım yerde, birikmeye başlayan suyun ortasında kapkara bir delik açılmıştı. Gittikçe genişliyordu. Küvetteki tüm suyu tek hamlede yuttu. Çivilemesine hiçliğe düşüyordum.

Suyla birlikte indiğim yerde, musluk borularının, çivilerin, eski koltukların, çok amaçlı banyo tıpalarının, koltukların ve ahizelerin her yere yayıldığı bir okyanus vardı.

Okyanusa dalacak kadar iyi yüzemiyordum. İlk başta korktum. Fakat burası, benim okyanusum, ciğerleri yoran, nefesi insanın içine hapseden türde değildi. Nefes alabilir, konuşabilir hatta yüzen demir iskemlelerden birinin üstüne oturabilirdim. Okyanus sanki dev bir oksijen tüpüyle kendi içine dalıyordu. Uzunca bir merdiven okyanustaydı. Korkum geçmişti ama çırpınıyordum. Küvete girdiğimde okyanusa düşmek aklımdan geçmemişti. Kendimi savurdum. Yukarı baktım. Küvetimdeki boşluk hâlâ oradaydı. Merdiveni yakaladım. Siyah deliğin girişine yasladım. Son nefesimi tutarak tırmanmaya başladım. Başımı küvetin içine aşağıdan soktuğumda ciğerlerimi patlatacak kadar uzun bir çığlık attım. Dışarıdan duyulan sesim bakıcının iri ellerini kapıya vurmasıyla cevaplandı.

Ben. Küvetimden inilen bir okyanustan. Geldim.

Merdivene teşekkür ettim.

Kendimi küvetin dışına attım. Boşluğun üzerine küvet taburesini koydum. Küvetin etrafındaki banyo perdesini kapattım. Geriye doğru döndüğümde bileklerimi yalayan suyu fark ettim. Musluğun sesini. Tıpayı okyanusta bırakmamalıydım. Umutsuzca kapıyı açtım. Gözlerimi kapattım. Kulağımın dibindeki şaklamayı beklerken küvetin dibinden bir guluk sesi geldi. Okyanus küvetten sızan son damlayı da yutmuştu. Bakıcının dikkati dağıldı. Beni dışarı çekip lanetler savurarak banyo suyunu gidere itti. Perdeyi açmadı. Tabureyi de yutan obur okyanusumu keşfetmedi.

Ertesi gün odamda kaybolduğu anlaşılmayacak eşyalarımı küvetin deliğinden okyanusa attım. Midem bozuldu bahanesiyle günümün yarısını banyoda geçirdim. Dün suyun içinde yalın ayak yarım saat durmuş olmam bahanemi destekliyordu. Evin içinde delirmiş gibi dolaşıyor, cebime ya da gömleğimin içine sığan eşyaları banyoya taşıyordum. Önce orada biriktiriyor, sonra topluca okyanusa atıyordum.

Bir müddet sonra okyanus alıştı. Sık sık acıkmaya başladı. Artık tek başıma yıkanıyordum. Banyoya kimseyi kabul etmiyordum. Okyanus banyo halısını, aynayı ve diş fırçalarını içine çektiğinde oradaydım. Eşyaların hissedebildiğini görüyordum. Aynanın duvara tutunuşu beni yardım etmeye zorladıysa da gücüm yetmedi. Sonra, delikten eğilip gidişine baktığımda yüzü gülüyordu. Aynada bu defa aynanın kendi yüzü, kocaman bir huzurla duruyordu. Okyanusun içinde yüzerken bulmak istediğim demir oyuncak arabam, babamın kol düğmesi ya da annemin incili tacı ortada yoktu. Birkaç gün önce salonun köşesindeki kitaplıktaki demir kalemliğin tıkırdayarak yuvarlandığını, banyoya doğru gittiğini gördüğümde arkadan biri onu itti sanmıştım. Geniş oda kimsesizdi. Sonra içeriden daha yüksek sesler gelmeye başladı. O tehlikeli seslerden. Odamdaki tek kişilik koltuk ilerliyordu. Küvete koştum. Delik kocaman olmuştu. Kalemlik onun için bir çerez tanesiydi. Koltuğu zorlanmadan yutmasını karşı koyamadan izledim.

Neredeyse her gün okyanusa iniyordum. Önce annemi, tesadüfen oradaysa ses etmeyeceğim babamı arıyordum. Böyle günlerden birinde, benim evimin küvetinden inmemiş eşyaları keşfettim. Başka evin okyanus tarafından hurdaya ayrılan eşyaları. Bozuk plak çalar, baykuş heykeli ve sallanan koltuk. Hepsinin ortasında ayaklarına dek gelen uzun lacivert ceketi ve kulaklarının üstünde, hiç düşmeyecek gibi duran şapkasıyla mutsuz tilki. “Nasıl da hiçbir şeyden haberin yok,” dedi bana acıyan sesiyle. Gözleri sırf beyazdı.

“Annemi,” dedim tilkinin sürekli aşağı düşmemek için tuttuğu kaşlarına bakarken, “annemi arıyorum.”

Tilki ceketinin içinden görünen yeleğinin düğmelerini kiplerken, “Okyanus insanları hurdaya çıkarmaz,” dedi, “Annen ortada yoksa onu insan hurdalığında ara. Eve en yakın mezarlıktan başlayabilirsin.”

Mutsuz tilki belli ki hiç annesini kaybetmemişti. Kaybettiyse bile aramamıştı. Aramışsa bile demek ki okyanusta bulamamıştı.

Okyanus sadece eşyaları davet ediyordu. Cazibesiyle kendine çekiyor, sonra onları hurdaya çıkaracak kadar sürüklüyor, yoruyordu. Önceleri canım sıkıldıkça küvetin kenarına oturup ayaklarımı okyanusa daldırıyordum. Sıklıkla mutsuz tilkiyi nesneleri kurcalarken görüyordum. Altımdan geçip giden nesneleri izliyordum. Evdeki gözle görülür eşya eksilmesi kimsenin umurunda olmuyordu.

Yeniden okyanusa daldım. Sadece bana ait olduğunu sandığım günler sona ermişti. İlk kez ve yanlışlıkla daldığım güne göre içi eşya doluydu. Zorlukla ilerliyor, birkaç metrede bir eşyalara çarpıyordum. Hurda okyanusundaki maceram dünyanın tüm oyunlarının toplam eğlencesini geçiyordu.

Okyanusta açık kapısıyla kürek çeken buzdolapları yarışıyordu. Tutamadıkları kahkahaları ağızlarından köpükler çıkarıyordu. Bazen yüzmeye gerek kalmadan su beni sürüklüyordu. Bütün hurdaların gittiği yöne doğru. Başka çaremiz yokmuş gibi. Bir an için yukarı baktığımda onları gördüm. Banyolarındaki küvetlerinde oluşan delikten eğilip bakan insanları. Arkalarındaki boşluktan eşyalar geçiyordu. Küçük, büyük ve yeni hurdalar.

Biraz gezinip döneceğim okyanusta yönümü kaybettim. Saniyeler geçiyordu. Önümde benim gibi sürüklenen birkaç karaltı görüyordum. Eşyalar hallerinden memnundu. Boğulur gibi gelen sesler arasında konuşmalar işitmeye başladım. Nesneler birbirlerine hapsoldukları duvarlar arasından sıyrılıp özgürlüğe kavuştuklarından söz ediyorlardı. Su sığlaşmaya başladı. Kuma saplanan demir iskemleler, şemsiyeler, avizeler ve gemi fenerleri gördüm. Sonunda kıyıdaydım.

Okyanusun kıyıyla birleştiği yerde, suya taşan yığınla hurdadan devasa bir köşk oluşmuştu. Hurda Köşkü. Evimden büyük. İçimdeki bütün hislerden ve aklımdaki tüm düşüncelerden büyük. Mutsuz tilkiyi gördüm. Yanına gittim. Önce beni tanımadı. Sonra, “Anneni görmedim,” dedi. “Zaten artık aramıyorum,” dedim. “Beklemiyorum da.” Yalandı. Tilki daha kibardı. “Doğru değil,” dedi.

“Burası yalan söyleyemeyeceğin bir yer. Nesnelerin tüm sırlarını burada topladım. Kolay olmadı.” Ellerini ceketin ceplerinde kaybetti. Köşkten yüksek bir kahkaha duyuldu. Dertop edilmiş örtüler açıldı. Taslar ve kaşıklar birbirine vurdu. Tüm gizleriyle hurda gürültüsünün tam ortasında çoktan arkasını dönmüş gitmekte olan mutsuz tilkiye baktım. Köşke girmek üzereyken metal levha kendiliğinden açıldı. Yürümem gereken yol önümde tilkinin ayak izleriyle duruyordu. Okyanusta hurdalardan başka kimse yoktu. Annem, babam. Evime en yakın insan hurdalığına gitmeye cesaretim yoktu. Tilkiyi takip ettim. Metal levha yeniden kapanmadan içeri girmeliydim.

Elif Şeyda Doğan

Eylül 1994’te Ankara’da doğdum. İzmir’de büyüdüm. İstanbul'da yaşıyorum. İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Anabilim Dalında doktora yapmaktayım. Öykü yazıyorum. İki kişi olarak CosmicZion Zine (czz) adlı fantastik edebiyat, uzay ve mitoloji fanzinini çıkartmaktayız.