Öykü

Boşluktur, Yutar, Fıtratında Var

“Hayatımı genişleyen halkalar içre yaşarım ben,

nesneler üzre açılan birim birim.

Acizim bilmekten, boşluktan ahbap olmaz.

Yüz binlerce kilometre. Işık hızı. Arşınlamak yolları. Uçmak. Ne de olsa hudutsuzmuş ya gökyüzü. Yalan dolan tüm bunlar. Ona ait hepsi. Lütuf gibi sunuyor midesinin içini, huzur diye satıyor. Sükûnet sandığım sessizlikler, yutacağı bir sonraki hayatın hazırlığında doğuyor. Tatları birbirine karıştırmadan. Sıra sıra, biraz daha açık bir kalbe, geniş bir düşe sahip olduğuma inandığım anda. Tam o anda yutuyor.

Boşluktur, yutar, fıtratında var.

Böyle kandırıyorum kendimi.

Şimdi, kendimi hayatta sanıyorum. Boşluğa sırt çevirmiş, görmezden gelmiş, başarmış sayıyorum. Ayaklarım yaya. Henüz bilmiyorum, bir oyuna sürüyorum kendimi.

Dünya sana sırtını döndüğünde, sen de dünyaya sırtını dön. Plastik çiçekleri suluyor, kuru göllerde çıplak yüzüyor, kurak toprağı tüm nemiyle ayak tabanlarımda hissediyorum. Büsbütün kaybettiğim hayatımı, kendimde, ellerimin arasında tutuyorum sanki. Vakit geceyken gülüyor, güneş gelince saklanıyorum. Çünkü peşimde, duyuyorum.

Vakit geceyken, bulamazsın beni, diyorum, saklanıyorum. Kendimi saklıyorum, sakınıyorum. Vakit geceyken, bağdaş kurduğunda diz kapakları doğunun ve batının iki ucuna değen, başı göğe eren boşluğun geniş bir çembere benzeyen kucağına kıvrılıyorum. Kaçtığım, kızdığım, kıskandığım büyüklüğüne güveniyorum yorulunca. Mecburen.

Gökyüzüyle oynuyor geceleri. Ellerini çırptığında yer gök bir oluyor.

Bir uyanık biz kalıyoruz böyle zamanlarda. Deliler, mahkûmlar, boşluk ve ben.

Gökte bir oyun olduğunu, olağanüstü ağırlıkta bir yokluğun yeryüzüne çöktüğünü hisseden aklı başındalar sıcak yataklarındalar. Bir yorgan yetmiyor güvende hissetmelerine. İki yorgana sarınıyorlar. Üstlerindeki ağırlığın yeryüzünün taşıdığı ağırlıktan fazla olduğuna inandıklarında dalıyorlar uykuya. Neye yarar? Boşluk bu, onları da yutar.

Biz, deliler, mahkûmlar ve ben, fark ederiz boşluk denen gaddar gardiyanın aklı başında olanları ilk önce yuttuğunu. Çünkü önce bizim gibiler fark eder etrafta dolanan büyük ve yeni bir imparatorluğun hükmünü. Büyük bir özgürlük hapishanesi. Devasa kelepçeler. Uzun parmaklıklar. Aya değiyor uçları. Güneşte ısınıyor demirleri. Yıldızların mavi yolunda, kimsenin görmediği esaretlik altında, özgürlüğü izletiyor. Başı, sonu belli değil. İçinde kapılar çarpıyorum. Ateşler yakıyorum. Duyan, gören yok. Sessiz kalıyor, şarkılar söylüyor, dans ediyorum. Fark etmiyorlar. Küçük düşüyorum. Güçsüz de düşüyorum. Bazen dümdüz düşüyorum. İzliyor. Yanına çağırıyor. Başımı eğiyorum. Tarafına bile bakmamaya çalışıyorum. Görmeme gerek yok. Sol çaprazımda, arkamda ya da karşımda olmadığını hâlâ anlamıyorum. Karnımın üstünde. Bedenimi kafama bağlayan yolda. Kaburgalarımın arasında.

Bir koku alıyorum. Dünyanın pençesinde, kaçış için çare varmış gibi hissettiren sıcak bir köşenin kokusu. Kanıyorum. Delilere, mahkûmlara ve bana, geniş çemberimin dikenli duvarları, uzun parmaklıkları şimdi görünmüyor.

Beni en çok bu korkutuyor. En çok bu güldürüyor. Vakit elbette geceyken. Terlemeye başlıyorum. Gönül ferahlatan bir engel arıyorum. Farka bakıyorum. Kimsenin görmediği kapıların arkasında kaldığımda tanımadığım bir hisle içerliyordum hâlime. Gölgeler içinde debeleniyordum, doğru, az önceyi inkâra gerek yok. Ama belliydi. Sınırlarım. Yolum. Şimdi, kâh gülerim, gülmeyi de tanımıyorum, kâh ağlarım. Belki yürürüm, belki dururum. Ama güvende hissetmiyorum. Sınır kapısından vizesiz geçsem bu kadar ürkmezdim karşıma çıkacaklardan.

* * *

Sonuncuyu, belki, başarmak gelmez elimden

fakat denemek isterim.

Bir tek benim işittiğim sesler. Benim görebildiğim karaltılar. Bilmekten hazzetmediğim, bilmek konusunda yalnız olduğum gerçekler.

Yaşamak diye bunu biliyorsam, başarmak gelmese bile elimden, denemek istiyorum.

Çıldırmış gibi koşuyorum. Kendimce yüksek sesim. Bir tek ben işitiyorum. Delileri ve mahkûmları da kucaklıyorum. İstemsiz görünüyorlar. Huysuzca kıpırdanıyorlar. Dengem bozuluyor. Onları bir sonraki öğünün ara sıcakları yapmamaya kararlıyım. Kapıları, engelleri, parmaklıkları başından beri görmeyen diğerleri gibi bizim de görmemeye başlamamız, karşılaşacağımız daha ağır kapıların, aşılması daha güç olan engellerin, daha uzun parmaklıkların habercisi olmalı. Aksine ihtimal vermiyorum.

Aradığımı bulamıyor, baktığımı göremiyor, istediğime ulaşamıyorum. Her yerde ve hiçbir yerde. Peşimde ve önümde. Kaçıyorum. Nasıl bir şey bu? Cezamda ısrarcı. Yaşamımda daim olduğunu kabul etmemi bekliyor. Sakince. Dünyanın dört köşesine varsam dördünde de karşımda onu bulacağımı unutmaya çalışıyorum. Üstesinden gelebilirim. Koştukça ısınıyor dizlerim. Atlattığımı sanıyordum. Kimsenin bilmediği bir köşesini buluyorum bu sonsuz hapishanenin. Uyanıkken görülen düş, uyurken fark edilen hakikatler. Uzun bir uykudan sonra gözümü araladığımda gördüğüm ilk ışığın rahatsızlığı, ilk ışığın hayatta olduğumu hatırlatışı. Uzun bir uykusuzluktan sonra göz yuvalarıma tırnak geçiren sızı, sızlayan gözleri nihayet kapatmanın huzuru. Karşıtıyla çarpışan tüm varlıkların huzursuzluğu ayaklarımda.

Cezasını, affını benim belirleyebileceğim yeni bir kafes gibi. Boş bir tuval. Belki renkler de buradadır, gri değildir yeni hapishanem, diyorum. Bu kez sınırları, kapıları olmayan bir yer. Koşmayı bir türlü bırakamıyorum. Gözlerimi, yakalanmamı istemeyen ayaklarımın birbiri arasına açtığı mesafeden alamıyorum. Gururla izliyorum altımda kayan yolu. Gittikçe renklenmeye başlıyor. Aslında aynı renk her noktası. Gözlerim mi renklenen?

Renklerin katili fark etmek. Neyin doğrusunu bilsem, o saydamlaşıyor. Renklerini yitiriyor. Gri bile olmuyor. Hapishane gridir. Oraya bile benzemiyor doğruyu bilmek. Daha boş. Beterin beterini yaratıyorum.

Yol saydamlaşıyor. Renkler, gözlerimde olduklarını fark ettiğimde yok oluyor. Yedi renk var derlerdi, yedisi de kapkara, diyor aklım. Bu başkasının sözü, diyorum. Hâlâ kendini bana satmak istiyor. Aklımı ucuzluktayken bile almayı düşünmüyorum.

Başımı kaldırmama gerek kalmıyor, yeni renkleri bulduğumdan beri hakkında eski diye konuşmaya hazır olduğum hapishanemi karşımda buluyorum. İştahlı boşluk kararlı, inanıyor suçuma. Atlatamamıştım. Tam karşımda. Ayna gibi. Kalbimin dolduğu hayal kırıklığını onun yüzünde de görüyorum. Adımlarımdan yüksek, kalçamdan aşağıda. Bacaklarımda duyuyordum nefesini. Sıcak, ıslak ve istekli. Güneş tepede, alnımda boncuklar dizili. Vakit geceyken öyle yoruldum ki, güneş gelince saklanamıyorum. Deliler ve mahkûmlar kollarımın arasında cılızlaşıyor. Er veya geç kaybolacaklar.

Etrafımı sarmaya, ağzı ve midesi yeterince genişlediğinde, hatta dişleri yeterince keskinleştiğinde beni de yutmaya hevesli. Boşluktur, beni de yutar, fıtratında var.

Nihayet tükeniyor yol. Değişiyor. Olduğum yer, az önce vardığımla bir değil. Ben, yerimde değilim. Uzaktan bakıyorum, küçük birer çizgiden ibaret görebildiklerim.

Her şeyi görebilmek için yeterince uzakta mısın, diye soruyor ince bir ses. Değil soruları, soruların bir cevap bekleyip beklemediğini bile çözemiyorum.

Gözlerimi kısıyorum. İnce bir aralıktan uzağı netlemeye çalışıyorum. İki parça kırmızı kadife. Güneşten parlıyor. Epey ısınmış olmalı, dokunmadan hissediyorum. Bazı şeyleri emir gibi bilmemize kızıyorum. Diğer bazı şeyleri hiçbir zaman bilemeyecek olmamızın sıkıntı içimde. Parlak, sıcak kumaşları takip ediyorum. Gözüm göğe değiyor. Kadifeler açılıyor. Perde parçaları olduğunu nihayet anlıyorum. Etraf karardı. Yalnız bir ışık, geniş bir çember gibi ince sesin sahibini öne çıkardı. Bir adım daha attı, bana doğru. Artık daha rahat görüyor, yine de kime baktığımı seçemiyordum.

“Biz mahkûmlar,” diyor, “ben de onların sesi.”

Bir kişi, bir sahne, bir ses, bir dünya mahkûm.

“Yol tükendi. Renkleri buldun. Sonra kaybettin. Senin sınavın çıkmayan sesinde, görmediğin düşünde, teslim olmadığın güçlüklerde.”

Adım atıyorum. Görmem gerek. Onlar benimleydi. Kaçarken mahkûmları kucakladım. Yutulmalarına el vermedi gönlüm. Zaten, dedim, zaten kaybetmişleri kendilerini. Bir ölen bir daha ölmemeliydi.

Sahne geriliyor.

Adım atıyorum.

Ses azalıyor.

Adım atıyorum.

Işık azalıyor.

Duruyorum. Dur artık, diyor. Çoktan durmuştum. Gözlerim acıyor.

Işık kapanıyor. Perde kapanıyor. Güneşin geri gelmesi gerekmez miydi? Gelmiyor.

Adsız bir aktör ya da aktristin tek kişilik oyununu en arkadan izledim sanıyorum. Önümde kimse yok. Güzel hikâyeler anlatmalıydı. Vurucu tiratlar atıp tüm havasıyla kapanan perdenin ardında yitip gitmeliydi. Topuk sesleri geliyor. Ahenkli. Figürlerden doğuyorlar, belli. Işık. Yanmadı. Güneş ve ay arasında, gökyüzüne çivili olan kornişe asılı kadife perdenin açılış sesi geliyor. İçinde bulunduğum vaziyete yakışmayan neşeli ezgiler yükseliyor. Ve ışık.

Sahne göz alıyor. Az önce yolda kaybettiğim tüm renkler, sayamayacağım kadar çok olan insanların üstlerinde. Giysilerinde, saçlarında. Sahnenin dört yanında. Dekorda. Perde, kırmızının yüz tonunu taşıyor. Aşınmış gri yüzey tüm renklerle göz alıyor.

“Ama sensin rejisör!” diyor biri, dirseklerini kırmış, elleriyle karnını tutarken ayaklarını sıra sıra kaldırıp indiriyor.

“Ve senin oyunun bu!” diyor öteki. Elleri göğe bakıyor. Dönüyor ilk sesin etrafında.

“Ama bize ait epizot. Delilere ve mahkûmlara!” Delilermiş sahnedekiler. Bunu söyleyen soldaki perdenin arkasından ilk bölümdeki mahkûmların sesi olan kişiyi getiriyor.

“Ve sendin denemek isteyen!” Eliyle davet ediyor beni bunu söylerken bir diğeri. Sorumlu tutuyor isteğimi.

“Yaşamak diye bunu bildin!” diyorlar hep bir ağızdan. İnce sesi seçebiliyorum. Ve ekliyorlar:

“Dekorları düşlerinde sen çizdin!”

Çığlıklar içinde kahkahalar.

Adım atıyorum. Görmem gerek. Onlar benimleydi. Kaçarken delileri kucakladım. Yutulmalarına el vermedi gönlüm. Zaten, dedim, zaten kaybetmişleri kendilerini. Bir ölen bir daha ölmemeliydi.

Sahne gerilemiyor.

Adım atıyorum.

Ses azalmıyor.

Adım atıyorum.

Işık azalmıyor.

“Sıra sende,” diyor bir ses. Fısıltıyla. Sahneye tedirginlik katan bir müzik eşlik ediyor ona. Hepsi kurgulanmış. Bilinçle ayarlanmış bu oyun. Parçası olmak istemiyorum. “Parçası değilsin, oyun sensin,” diyor. Sahneye varıyorum. Güneş de burada şimdi. Işığın geniş çemberi yakalıyor beni. Az önce sahne alanları izlediğim yere bakıyorum. Önümde uzanan saydam yola. Altında başka bir dünya akıyor, görüyorum. Sahnede yalnızım. Beni burada çağıran deliler ve mahkûmları izliyorum.

Mahkûmları mahkûm eden aynı yol. Buydu belki tümünün sesini aynı keskin tonda birleştiren. Ama deliler. Onların akıl ritmini bozan ezgiler birbirinden farklı. Hiçbiri, bir diğerinin ritmine kapılamaz. Ve hiçbiri diğerininkini anlayamaz. Sahnenin üstündeyken, saydam yolun altında, dünyanın pençesinden kurtulanları anlamak kolay.

Gözümü onların yeni yolundan alabildiğimde yokluğu fark ediyorum. Sahne, perdeler, ışık, müzik. Hepsi gitmiş. Ben geniş çemberin ortasında, henüz tanıştığım soğuk karanlıkta, yine bildiğim gibi kalan yaşantımda, boşluğun ellerinden sıyrılmayı denediğimle kalıyorum.

* * *

Dönerim çevresinde Tanrı’nın,

o eski kulenin, gece gündüz

dönerim binlerce senedir;

Karanlığın soğuk olacağına dair ön kabulüm kısa bir birliktelik yaşadığım, rahatsızlığı gözümde kalan ışığın hoşuna gidiyor. Yine az önce tanıştığım renkleri arkamda bırakıyorum. Bünyem aşina. Karanlıksa içerliyor duruma. Soğuk olmalı karanlık, diyorum her gördüğümde. Soğuk ve tek renk. Ellerimi morartacak, dudaklarımı çatlatacak bir hâli oluyor karanlığın. Aydınlıksa ona ihtiyacımız olduğunu biliyor. Isınmak istediğimizi seziyor. Gözlerimizin işini kolaylaştırmanın, kemiklerimizi ısıtmanın karşılığında tüm pislikleri gösteriyor. Kötüyü sahneye alıyor. Karanlık öyle mi? Üşütmesine üşütüyor. Cesaret istiyor karanlıkla buluşmak. Korkutuyor. Tetikte tutuyor. Bunun karşılığında bizi aydınlıkta gördüğümüz tüm dikenlerden ve zehirlerden saklıyor. Kötüyü gizliyor. İkisinde de aynı yerdeyim ama karanlıkta etrafımda neyin dolandığını, bana ne kadar yaklaştığını görmüyor ve huzurluyken aydınlıkta beni neyin sarmaladığını çok iyi biliyor, kaçamıyorum; korkuyorum. Aynı yerde, aynı kişiyim; farklıyım bir şekilde.

* * *

doğan mıyım ben, fırtına mı, bilmem henüz

yoksa bir büyük şarkı mıyım, nedir?*”

Her şeyi yuttuktan sonra benim için dişlerini bilemeye başlayan boşluk, aydınlığa benziyor. Her yerde onu görüyorum. Her şeyin içinde, her şeyden hariç ve her şeye sahip. Daha çok içimde. Dışımı çoktan sarmış. Şimdi sunduğum kelimelerin arasında, harf boşluklarında ve satır aralarında boşluk. Yerini doldurmadığınız neresi varsa sarıyor, görüyorum. Kovamıyor, kaçıramıyor, dağıtamıyoruz. Girdiği kabın şeklini almıyor. Uçmuyor. Akmıyor. Yanmıyor. Donmuyor. Gudubet, oturup kalıyor.

Karanlığa benzeseydi, yemin ederim en yakın dostum olurdu. İçinde salınırdım. Onu doyurmak için sürekli çoğalırdım. Her şeyi kendime katardım. Kendimi gözetmezdim. Yaşardım hayatımı, hayatın tüm verdiklerini kabul ederek. En çok, birilerinin hayatının en güzel yanlarını yutmayı sevdiğini bildiğimden, hayatımı güzelleştirirdim. Kaybolmasından korktuğum her şeyi ona getirir, yuttururdum. Tadını sevmediği şeyler olurdu. Burnunu sıkar, ağzını açardım. Tadını almadan yutmasını sağlardım. Boşluk yuttukça, büyürdü. Sevdiğim şeyler, en karışık şifreye sahip, en güvenlikli çelik kasalardan daha güvenli, kimsenin arasa da bulamayacağı bir yerde, boşlukta saklanırdı.

Dostumu büyütür, sevdiklerimi saklar, karanlıkta, güvenle, huzurla yaşardım. Kimseyi görmeden. Kimseye görünmeden. Nasılsa boşluktur bu, yutar, fıtratında var, derdim. Derdim ikimize de yeterdi.

Ama o aydınlığa benzemeyi seçti. Pençesini görmemizi ama kime ait olduğunu sezmememizi sevdi.

Delilerin, mahkûmların ve benim sahip olduğum sonsuz büyüklükte bir hapishane olmayı istedi. Onlar saydam yolun altındaki yeni dünyalarında, beni sahneyle oyalayarak dişlerine göre pençeler yarattılar. Yaşamak diye bu kaldı elimde. Ezbere bilmem gereken bir şiir, detone olunmayacak kadar ustaca ezgilere sahip büyük bir şarkı. Dilime dolanan tüm kelimeler. Sessiz köşeler. Aydınlığın içindeki sinsi sıcak, karanlığın kucağındaki dost soğuk. Neyim varsa.

Ama hâla acizim bilmekten, boşluktan ahbap olmaz.

Deliler ve mahkûmlardan da.

 

*Rainer Maria Rilke-Hayatımı Genişleyen Halkalar İçre Yaşarım Ben

Elif Şeyda Doğan

Eylül 1994’te Ankara’da doğdum. İzmir’de büyüdüm. İstanbul'da yaşıyorum. İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Anabilim Dalında doktora yapmaktayım. Öykü yazıyorum. İki kişi olarak CosmicZion Zine (czz) adlı fantastik edebiyat, uzay ve mitoloji fanzinini çıkartmaktayız.