Öykü

Bu Eski Dünya Onundur

ikinci kısım

“Senin sıran, bize kendi hikayeni anlat.”

Yaşlı kadın suratını asıp küçük kıza baktı.

“Hâlâ bunu senin anlatmanın daha doğru olacağını düşünüyorum.”

“Kararı verecek kişi sensin.” dedi küçük kız kararlı bir ses tonuyla. Yaşlı kadın kaşlarını çattı ve “Pekâlâ,” dedi, “Oldukça zor bir karar.”

Ateşin etrafında oturan insanlara baktı. “Sonunu anlayabilmeniz için, nasıl başladığını bilseniz iyi olur. Hem hikayemi en başından anlatırken ona bir son da düşünmüş olurum.”

Ateşin başında oturan bütün yaşlı kadınlar aynı anda konuşmaya başladı.

“Zaman’ın gelişinden biraz sonraydı. Işığın taze varlığıyla dağılmaya başlayan karanlığın içinde, yarı uyanık, yol alıyordum. Henüz doğmamış bir evrende bilinçsizce, isimsizce ve sessizce süzülüyordum. Ve onunla karşılaştım,” küçük kıza bakıp gülümsedi. “Yaratılmakta olan evrenin tam ortasında yürüyordu. Peşinden bin bir türlü hayal geliyordu, tek bir dileğiyle gerçek olacak hayaller. Bu karmaşanın içinde beni gördü ve durup gülümsedi. Bana doğru yürümeye başladı. Beni avuçlarının arasında aldı ve oraya nasıl tek başıma gelebildiğimi sordu. Cevap veremedim, bir sesim yoktu, düşüncem yoktu, cevabım yoktu.

Beni uzun uzun seyretti, beni gördü, cevabı gördü ve bana sesimi verdi.

Ben de şarkı söylemeye başladım. Önce adımı söyledim; Dünya. İsmimi söyleyince ismime dönüştüm. Şeklim ve sesim vardı, kendime üç düş düşledim.

Toprak, Gök ve Deniz’di isimleri.

Her biri kendilerine bir yer edindi düşümde, birer şekil, birer isim. Böylece dağlar ve ormanlar ve okyanuslarla doldum, rüzgârlar ve bulutlarla sarındım. Daha sonra üçü de çocuklar yarattı kendilerine. Toprağın çocukları ağaçlarda yetişti ve güneşle uyandılar. Gök bulutlarda hayat verdi çocuklarına ve bir yıldırımla indirdi onları yeryüzüne. Deniz çocuklarını suyun altında yetiştirdi ve güçlü bir dalgayla doğurdu.

Deniz’in çocukları yeryüzüne en son gelenlerdi, gözlerini bir adada açmışlardı. Gidebilecekleri yerler ve yapabilecekleri şeyler kısıtlıydı, bu yüzden yeteri kadar geliştiklerinde denize açılıp, başka yerlere gitmeye karar verdiler. Deniz, keşif yolculuklarının güvenli geçmesi ve yollarını şaşırmamaları için onlara yol gösterici olarak balinaları gönderdi.

Deniz insanlarının dilinde ‘dünya’ ve ‘balina’ kelimesinin benzemesinin sebebi bu,” dedi yaşlı kadın “Dünyayı balinalar yardımıyla keşfettiler,” sonra Kaptan’a döndü “Geminin adı Balina Işığı değildi,” dedi gülümseyerek “Dünya Işığı’ydı. Dilleri farklı eğrilikteki çizgilerin değişik çizimlerinden oluşuyordu ve ‘balina’ ile ‘dünya’ kelimesinin yazılışı tek bir çizgi dışında aynı. Bu yüzden yıllarca yanlış çevrildi yazdıkları her şey.

Denizin çocukları balinalara büyük bir hayranlık beslediler ve onları takip ettiler. Yolculukları boyunca keşfettikleri yerleri çizdiler, böylece ilk haritalar çizilmiş oldu.

Harita çizimleri de yazılı bir dil geliştirmelerine önayak oldu; ilk insanlar arasında yazılı bir dile sahip olan tek çocuklar denizin çocuklarıydı. Gemilerine isim verdiler, gördükleri şeyleri adlandırdılar. Büyük bir heyecan ve sevgiyle keşfediyorlardı dünyayı, balinaların gösterdiği yolu takip ederek.

Yol onları büyük bir kara parçasına götürdü. Gemilerini sahile çektiler ve yürümeye başladılar. Daha önce gittikleri her yerden daha uzun bir sahili vardı buranın. Uzunca bir süre kıyıdan içeri yürüdüler ve kumsalın değişip, ılık toprağa dönüştüğünü fark ettiler. Denizin çocukları upuzun ağaçların altında büyülenmiş bir halde yürüyorlardı. Orman genç ve kudretliydi o zamanlar; güçlü ağaçların, yemyeşil bitkilerin arasından yürüdüler. Karşılarına bir nehir çıktı, toprağın onlara ikram ettiği suda tuzdan kurumuş saçlarını yıkadılar. Ve bir şelaleyle karşılaştılar, o zaman anladılar kardeş topraklarda olduklarını ve daha da sevdiler ormanı. Ona kendi dillerinde isim verdiler; her bir ağacına, her bir bitkisine. Toprağa. Ve farkında olmadan, ormanın kalbine kadar yürüdüler. Yeşil insanlar onların geldiğini görmüşlerdi. Ormana karşı nazik ve saygılı olduklarını görünce denizin çocuklarına zarar vermemiş, evlerine gelene kadar onları izlemişlerdi.

Denizin çocukları yeşil insanlarla karşılaştıklarında önce şaşırdılar. Kendilerine oldukça benziyorlardı, elleri, ayakları, yüzleri… Denizin çocuklarından daha açıktı ten renkleri ve saçları çoğunlukla kızıl-kahve tonlarındaydı. Hemen hemen hepsinin yüzünde canlı bir gülümseme vardı. Ağaçlara inşa ettikleri çok iyi kamufle edilmiş evlerinden birer birer atlayarak yanlarına geldiler ve tanıştılar.

Yeşil insanlar hayvan seslerini taklit ederek birbirleriyle iletişim kuruyorlardı. Neşeli insanlardı, denizin çocuklarıyla kısa sürede kaynaştılar ve dillerini öğrenmeye başladılar. Birbirlerine denizi ve ormanı öğrettiler. Denizin çocukları onlara balinaları anlattı, yeşil insanlarsa onlara ayıları. Toprak çocuklarına ayıları göndermişti; yeşil insanlar da ormanda hayatta kalmayı ayıları izleyerek öğrenmişlerdi.

Bir gün, bulutların ardından gelen bir atmaca çığlığı duydular. O gün öğleden sonra, Gök çocukları indiler yaylalardan ve dağlardan. Böylece üç kardeşin çocukları da buluşmuş oldu.

Rüzgâr insanları diğerlerine nazaran daha sert mizaçlı ve sessizlerdi, kendi oluşturdukları bazı işaretlerle iletişim kuruyorlardı. Bir atmaca önderliğinde öğrenmişlerdi göğe yakın yerlerde yaşamayı. Esmer, kısa saçlı insanlardı, gözleri açık renkliydi. Hepsinin giysilerinde, kolları ve gövdeleri arasına gerilen kumaş parçaları vardı, bu sayede, doğru rüzgârı yakaladıklarında havada süzülebiliyor, hatta bazen uçabiliyorlardı.

Düşlerimin çocukları bir araya geldiler ve dördüncü bir düş filizlendi içimde; ateş yanmaya başladı yeryüzünün kemiklerinde.

Toprağın, göğün ve denizin çocukları bildikleri şeyleri birbirleriyle paylaştılar. Dağın eteklerine serilmiş orman genişti. Ayı onlara ormanı öğretti, atmaca dağda ve yaylalarda onlara göz kulak oldu, avlanmalarına yardım etti, balina ise denizde onlara yol gösterdi. Böylece ilk insanlar bir oldular; yeryüzünün ilk çocukları. Ve öğrendikleri her yeni şeyle beraber daha da geliştiler.

Onlar keşfettikçe ateş de harlanmaya başladı ve yeryüzüne ulaştı bir gün. İnsanlar ateşi ilk gördüklerinde büyülendiler. Toprak, Gök ve Deniz gibi değildi, hepsinden daha küçüktü, daha cılız. Ama hepsinden daha canlı gözüktü gözlerine. Nereden geldiğini, nereye gittiğini, nasıl kullanacaklarını öğrenmek için uzun süre uğraştılar. Ateş’in bir yol göstericisi yoktu, sadece kendisi vardı. Denemek ve yanılmak, doğru yolu kendileri bulmak zorundalardı. Yanarak ve yakarak ateşi kullanmayı öğrendiler. Ateş’in varlığıyla daha fazla geliştiler. Onu kullandıkça ateş içlerine işledi ve tutkuya dönüşüp içlerinde de yanmaya başladı.” Yaşlı kadın gözlerini ateşe dikti. Neşeli yüzü gölgelerle doldu ve gülümsemesi yavaşça yüzünden silinip karanlığa karıştı.

“Önceleri içleri karanlıktı. Arzuları, günahları onlardan gizliydi. Ateş içlerine ışık getirince görmeye başladılar. Arzuladılar, kıskandılar, kibirlendiler, sahip olmak istediler. Açgözlülük ve kibirle yakıp yıktılar sahip olamadıkları şeyleri, birbirlerini. Rehberlerine de zarar vermeye, onları avlamaya başladılar. Bu yüzden atmaca gökyüzünün en derinlerine uçtu, ayı bir mevsim boyunca hiç yanlarına gitmedi ve balinalar derinlere yüzüp dönmediler bir daha kıyıya. Rehberleri onları terk edince insanlar geldikleri yeri unuttular. Dillerini unuttular. Kavgalar ve yıkım başladı ve hiç bitmedi bir daha.

Böylece sizin zamanınıza geldik işte. Yaşlı kadın iç çekti. “Şimdi, bir kez daha ateşi düşlüyorum.” dedi.

“İçimde büyüyor, yanıyor. Her şeyi yutuyor. Dağların derinlerinden, denizin içinden fışkırıyor, gökyüzü yarılıyor ve kaynayan ateş yeryüzüne damlıyor. En küçükleri ama en canlı duranları, şimdi herkesin ve her şeyin canını alıyor.” Bakmakta olduğu ateş parladı ve daha da harlandı. Büyüdükçe büyüdü, sahildeki bütün gölgeleri yuttu.

“İçinizde yanmakta olan, dünyanın damarlarında yanmakta olan, toprağın karnında ve gökte, rüzgârlarla çevrili. Ateş her şeyi yiyip bitirecek ve burada bitecek hikâye dediğiniz. Diğer bütün dünyalara ne olduysa buna da o olacak; yanacak, yanacak, yanacak sadece.”

Yaşlı kadın kafasını kaldırıp ateşin başında oturan insanlara baktı. Ateş artık daha sakin yanıyordu, aynı birkaç hikâye öncesinde olduğu gibi. Kadın gülümsedi. Dünya gülümsedi.

 

“Aslında olmayacak bunların hiçbiri.” dedi. Artık kemikler yoktu, ateş sönmüştü. İnsanlar gitmişti. Küçük bir adanın sahilinde yalnızca küçük bir kız ve kendisi vardı.

“Yani?” dedi küçük kız, “Ne yaptın hayaline?”

“Yaşayabilecekleri pek fazla şey kalmamıştı fakat çok güzel bir düştü, çok güzel bir şarkıydı. Öylece yok etmek istemedim. Artık üzerine bir söz söylemenin pek gereği kalmamıştı zaten, çoktan kullanılamaz hale gelmişti. Ben de onu bırakıyorum işte, bu dünya artık benim düşüm değil, ben artık Dünya değilim.”

Sonra ayağa kalktı ve bastonuna yaslanıp yavaşça yürümeye başladı.

“Şimdi ne olacak?” diye bağırdı küçük kız arkasından.

Yaşlı kadın yürümeye devam ederek seslendi, “Kim bulursa, kim alırsa, bu eski dünya onundur artık. İsterse onun fikri olsun, isterse bestelesin, isterse de çizsin. Tekrar tekrar kullansın. Artık benim düşlememin gereği yok.”

Sonra uzaklaştı yavaşça.

Gün doğuyordu adanın üstüne. Tatlı bir kızıllık sarmıştı her yeri. Küçük kız adada tek başına oturuyordu. Yaşlı bir kadın yürüyordu sahil boyunca ve gözden kayboldu. Küçük kız gözlerini kapattı ve gülümsedi.

Güneşin ilk ışıkları yavaşça uzanıp dokundu kızın yanağına. Küçük kız gülmeye başladı.

Kahkahası, gün doğumuna eşlik etti ve uzun süre havada çınladı.