Öykü

Horoz Öttü

Horoz Öttü.

“Aptal horoz!”

Uzanıyordu. Kalktı. Tavandaki saate baktı. Perdeli gözleri ile seçmeye çalışıyordu. Altı mı yedi mi? Saatin yanında, duvarda karısıyla fotoğrafı vardı. Kim bilir kaç yıllık? Belki kırk belki elli yıllık siyah beyaz, suratları asık. On yıldır gözleri rahmetli karısını arıyordu. Yoktu… Onun yokluğundan beri oturma odasında çek yatta yatıyordu. Yattığı yer, eski oturma odası ön bahçeye, yokuşa bakıyordu.

Bahçede fındık ağaçları, kızılcık, kiraz, elma, çam ağaçları, Karadenizin her karışında yetişen ağaçlar, hepsi düzensiz olarak kimbilir kaç yıl önce ekilmişti. Muhtarda çok hatırlamıyordu, bir tek erikleri hatırlıyordu. Sıra sıra ince gövdeli, mor yapraklı ağaçları. Çünkü bunları her bir çocuğu için, zamanında onlarla beraber dikmişti. Yol kenarında sıralı altı tane ağaç, biri diğerlerinden bodur, biri solmuş, biri meyvelerinden yoksun, biri ezik büzük erikler veriyordu. Kalan iki tanesi en güzel erikleri veriyordu muhtara göre. Karısı ona erik ağaçlarının yerlerini beğenmediklerini söylemişti. O yüzden bu haldeler. Sen ne anlarsın diye bahçede bağırmıştı karısına yıllar önce. Bahçedeki bu 6 ağaca her baktığında kendi çocuklarına benzetirdi bunları, bodur olan Ayşe için dikmişti. Tıpkı ağaç gibi en kısaları oydu, meyve vermeyen tek ağaç, oğlu Murat’a aitti. Karısıyla çocukları olmuyordu. Yaprakları dökülmüş olan kızı Fadime genç yaşta, kızamıktan ölmüştü. Ezik olan Fatma’nındı, çocuklarını sevmezdi muhtar. Kalan ikisi de, iki büyük oğlunun ağacıydı. Torunları ne isterse yapardı.

Yataktan kalktı, atletini pijamasının içine soktu. Uzun beyaz sakallarını kaşıdı. Yatağın ayakucundaki pencereyi açtı. Panjura yaslanıp bahçeye baktı. Evin arkasından Horoz ötüyordu. Bunak horoz kendisini kestirecekti. Gecenin bir yarısı ötmekten başka işe yaramıyordu. Bahçedeki otlar uzamıştı. Tavukları kümesten çıkaracaktı. Yere düşen elmaları toplayacaktı. Evin önündeki Hurdaları gördü. Kaç yıldır orada bahçesinin ortasında duruyordu? Üç yıl önce çocukları bu hurda yığınını evden ve alttaki eski kiracının evinden çıkarmış. Bir hurdacı uğrayınca ona veririz diyerek buraya bırakmışlardı. Ne vardı bunların içinde?

Eski karısıyla beraber kullandığı yatağın oksitlenmiş telleri. Rosberg marka alman testeresi; yıllar önce bir ya da iki kez, uzayan çamın dalları için kullanılmıştı. Eski kontraplak parçaları ve metal çerçeveler, soba boruları, kovduğu kiracıdan kalan ocak demirleri, unutulmuş televizyon kumandası, yırtık ütü masası. Bu Eşyaların hiçbirinin kullanım değeri yoktu muhtarın gözünde. Hurdacıya göre, hurda değeri de yoktu. Sadece atılması gerekiyordu.

Geçen yaz fındık toplamaya geldiklerinde, ortanca oğluna demişti çay içerlerken bahçede, Akşama doğru;

“Alın şunları bir arkadaşının kamyonu varsa yükleyin atın, Neydi o? İsmail, geçen getirmiştin mangal yapmıştınız. Her yeri dağıtmıştınız.”

“Atarız bir ara,” demişti ortanca oğlu Murat, 48 yaşında.

“Atarız bir ara.” Uğraştırma be bizi baba, gelmişiz şuraya iki sohbet edip bir çay içip gideceğiz sonra diye geçirdi içinden.

En Büyük oğluna da söylemişti atsın diye Recai’ye. Ama ondan bekleyemezdi ince hastalığı vardı; dışarı çıkmıyordu artık, babasıyla da dargındı. Muhtar hatırlamıyordu artık niye darıldıklarını çok mu laf ederdi oğluna, oğlu çok mu kırılırdı buna. Her lafta kırılır mı oğul babaya? Ölmüş karısı da derdi ona, dilinin sınırı yok. Çok kırdın bunca yıl beni derdi. Ölmeden önce demişti bunu, Yatakta terler içindeyken. Recai gelecekti bugün. Hatırladı. İyi değilmiş bu aralar. Gelinden öğrenmişti. Düzelir ama bir şey olmaz, muhtarın oğluna. Kaç gibi gelecektir bugün? Öğleden sonra, hava kararmadan, iyici hava soğumadan. Recai.

Kalktı tuvalete gitti. Sifon tekrar bozuldu, kovaya su doldurup iki kere, boşalttı. Ellerini birkaç kere sabunla yıkadı. Mutfağa gitti, buzdolabına bakındı. Boştu. Oğlu gelmeden bir şeyler almalıydı. Görürse buzdolabını boş, hemen bakkala gider, buzdolabını doldururdu. İstemiyordu oğlunun bunu yapmasını, zaten kendi halinde zar zor yetinirken. Peynir, bal, siyah zeytin aldı. Yerden topladığı elmalardan iki tane alıp tepsisine koydu. Ortadaki geniş odaya geçti. Yere örtü serdi tepsiyi koydu.

Saat kaçtı? Bire geliyordu. Hangi ara olmuştu? Recai ne zaman gelecekti? Tepsisini mutfağa götürdü. Pijamasının üzerine gri pantolonunu giydi, üzerine bir yelek birde ceket geçirdi. Şapkasını taktı, bastonunu aldı. Önce iç kapıyı sonra da dış kapıyı kilitledi. İç kapı ile dış kapı arasında ayakyolu vardı. Merdivenlerden inip bahçeye çıktı. Karşısında duruyordu hurda yığını. Bu hurdaların bir yere gideceği yok. Kışın üzerine kar çökünce iyice ağırlaşır, taşınmaz buradan. Geçen seneden hatırlıyor. Yanından geçerken bastonuyla birkaç kez vurdu, Eski soba borusunu tekmeledi uçuştu, yokuştan aşağı yuvarlandı. Ütü masasını çekmeye çalıştı. Bir yere sıkışıktı. Bir de ütü vardı, eski tip. Onu geçen yaz çocuklarına attırmıştı. Yanında eski, altı delik sobayı da. Çocuklar bahçedeyken gidip taşımaya kalkmıştı, kazım ile Recai koşup kolundan tutmuşlardı.

“Yok baba dur! Biz atarız. Biz ne güne duruyoruz?”

“Bize niye söylemiyorsun?”

Bir şeyler mırıldandı. Suratı asıldı.

Arkadan Fatma’nın oğlu, muhtarın torunu Hasan, “Bırakın atsın,” diye güldü.

Bahçede torunları, torunlarının çocukları hasırlarda oturuyordu. Aralarında Hasan. Torunu olmasından utanırdı, Küçüklükten beri her gördüğünde iteler azarlardı. Hasan’ın annesi, Fatma yokken birkaç kere tokat atmışlığı dahi vardı. Küçükken çocuğa bahçede paytak paytak gezerken, bir an için mutlulukla bakmıştı, tam şu an baktığı yerden. Hurdaların yanında. Küçük torunu Ayşe zannetmişti onu. Kazım’ın kızı. Hasan olduğunu anlayınca, bağırdı. “Yalın ayak gezdirmeyin şu çocuğu!” Çocukları yerine Hasan gelse şu an yığılı durumdaki hurdaları oradan tek tek alıp, yolun aşağısındaki çöp kutusunun kenarına atardı. Sevmezdi Hasan da muhtarı. Nefretleri karşılıklıydı ve duyguları. Ama büyüklerinin bir dediğini de iki etmezdi. Babası öyle yetiştirmişti. Onu.

Ütü masası elinden kaydı. Muhtar tam yana düşerken sol ayağının üzerine yan bastı. Bileğini burktu. “Hay!” dedi.

Bahçedeki plastik sandalyede biraz soluklandı. Yolda acıkır diye yerden bir tane elma aldı. Ceketinin cebine attı. Bahçenin kapsını açtı, yolda iki başıboş köpek gördü. Muhtarı görünce hemen yolun aşağısına kaçtılar. Arada havlardı bu sahipsiz köpekler. Bir kere kümesine girip bir tavuğunu boğmuşlardı. Yerden bir taş alıp köpeklerin ardından attı. Sol ayak bileği sızlıyordu. Köy merkezi biraz yukarıdaydı, gençliğinde yürümesi beş dakika bile sürmezken(muhtar hızlı yürür derlerdi), şimdi bu haliyle yarım saati buluyordu. Ayağının ağrısı arttı. Topallamaya başladı. Yolda giderken ormanlıkların arasında durdu. Kestane ağaçlarının arasında bir açıklığa bakındı. Karısının mezarını gördü. Dua okudu. İçi hüzünlendi.

Merkeze vardı. Köy merkezinde herkes tanırdı muhtarı. Şenlendi içi. Bir zamanlar iki dönem yönetmişti buraları. Özal döneminde. O zamanlar köyü çok iyi yönetmişti. Suyu o getirtmişti belediyedeki tanıdıkları sayesinde. Şimdilerdeki muhtar için burnu havada derlerdi. Muhtar da zamanında Kendini beğenirdi, Eskiden her mahalleye asfaltı yaptırmıştı. Köy okuluna erzaklar getirmişti.

Bakkala girdi. Tavuklara yem, bir parça ekşi peynir, Domates, pirinç aldı. Bir şey daha vardı alacağı. Ne idi? Kahvenin önünden geçerken, çaycı, “Vay muhtarım!” diye seslendi. Kahvenin camında kendi yansımasını gördü. “Kıraathanesi” kelimesinin hemen altında uzun beyaz sakalları. Tıraş bıçağı almayı unutmuştu.

Çaycı hışımla dışarı çıktı. Elini öpmeye kalktı. Muhtar elini zevkle uzattı.

“Göremiyoruz seni artık kahvede.”

“Ne işim olur benim bu yaşlılarla!”

Çaycı güldü. Muhtar yemeklik birkaç şey aldığını söyledi. Büyük oğlu Recai’yi bekliyorum dedi. Gelecekmiş bugün babasını görmeye. Çaycı, Recai’nin durumunu hatırladı, Senin oğlan dedi…

Muhtar duymamış gibi konuştu: “Sende kamyon gibi bir şey var mı?”

“Hayırdır, ne için Lazım?”

“Çok mühim bir şey değil. Bahçede birkaç eski döküntü hurda var. Çok ağır bir şey de değil. Şu Lapsekili hurdacı almadı. Hurda değeri yok deyip durdu.”

“Oğlanlar?”

Onların kendisine faydası mı var bana olsunlar. Atarız atarız deyip geçiştiriyorlar.

“Anladım. Ne konuşacaktım seninle? Senin eski kiracı uğradı buraya.”

“Hangisi?”

“Hani vardı ya. Şu topal olan, Paşabahçe’deki. Güvenlik miydi neydi?”

“Sen Recep’i mi diyorsun? Hayırdır Niye uğramış?”

“Öyle yer bakıyormuş burada, bir de muhtar buralarda mı hâlâ dedi? Onun bir elini öpeceğim, özür dileyeceğim demiş.”

“Bak eşek oğlu eşeğe!”

“Vallahi öyle dedi. Ben dedim zaten hiç görme muhtarı, hatayı yaptın bir kere, çizer dedim muhtar. Eskilerdendir dedim.”

“İyi demişsin.” Demek anlamış hatasını diye düşündü muhtar.

Çaycı, gel otur, dedi. Israr etti.

Muhtar oğlunun geleceğini hatırlattı. Çaycı ayrılırlarken muhtarın elini öpmeye uzandı. Muhtar zevkle elini uzattı. “Hadi sağlıcakla,” dedi. Dönerken caminin avlusunda tanıdık sesler duydu. Caminin altındaki kasapla biri konuşuyordu. Kasap avluda, Muhtarın kardeşi Hacı Mehmet’e hararetli bir şekilde bir şeyler anlatıyordu. Muhtar hızlıca kamyonun arkasına geçti oradan da hızlı adımlarla evin yolunu tuttu. Muhtarın en küçük kardeşi, Hacı Mehmet. Sevmezdi kendisini. Kardeşi olacağına düşmanı olmasını isterdi. Düşman gibiydi. Henüz ikisi de gençken, birbirlerini boğazlamışlardı. Babaları araya girip, ayırmıştı, ikisini de eşek sudan gelinceye kadar dövmüştü. Hacı Mehmet kapıyı vurup çıkmış haftalarca akrabalarında kalmıştı. Muhtara sorduklarında, o benim kardeşim değil, gelmesin eve diye söylerdi hep. Birkaç yıllık kardeşlik, On yıllar süren düşmanlıkları vardı. Bayramlarda birkaç kere barıştırılmalarına rağmen halen konuşmazlardı. Muhtarın iki yan bahçesinde otururdu. Önünden geçerken muhtarın bahçesine tükürürdü.

Merkezden biraz uzaklaşıp viraja geldiğinde. Durakladı. Koca bir kayaya yaslanıp soluklandı. Belki bir araba geçer de durur. Muhtarı tanır ve arabasına alır. Hacı Mehmet geçerse arabasıyla, kafasını çevirirdi başka tarafa. Rasim geçerse bir taş atardı arkasından. Geçen aylarda Rasim’le şu kısa mesafede tartışmışlar. Mezarlığın orada kovmuştu muhtarı arabasından. Biraz daha durdu. Kimse geçmeyince bastonuyla, topallaya topallaya yürüdü. Bahçe kapısını kapattı. Yerden birkaç elma alıp ceketinin cebine attı. Evin arkasına gidip, kümesi açtı. Hurdaların yanından geçerken, bastonuyla birkaç kere dürtükledi. Eve çıktı. Torbaları yere bıraktı. Tuvalete gitti. Pantolonu çıkarıp pijamasıyla kaldı. Yatağına geçip uzandı.

Yataktayken duvardaki saate baktı. Kaçtı saat? Dört olmak üzereydi.

Bir araba sesi duydu. Ses yaklaştı. Bahçe kapısı açıldı. Yatağından kalkıp camı açtı.

Büyük oğlu gelmişti herhalde. Ortanca Murat’ı gördü.

Bağırdı: “Sen mi geldin it oğlu?”