“Kıyılardaki ağaçların dizleri; geleceğin mezarı. “
Adnan Metin
İnsana, gördüğünde hayatı hatırlatan ağacın, yine insan tarafından tabutlar, mezarların içine çakılan tahtalar, çuvallardan fırlayan mızraklar, ölü yakıcılığı için kullanılan odunlar, hatta yakılan ölülerin nehirlere bırakıldığı sallar ve hatta hatta bir darağacı haline getirilerek ölümlere alet edilmiş olması da bu dünyanın hazin öykülerindendir. Bu öykülerin uç verdiği ve verdiği yerlerde kök saldığı çok daha hazin oduncu gömlekli başka öyküler, ölümcül ahşap tuzaklara düşen dehşetli gözler, hesaba gelmez tarihiyle nice mahkûmiyetlerin gölgelerini taşıyan sayısız tahta kafesler, tomruk kuyruklu orman filleri, sırtları yükten nasırlı atlar, katırlar, kağnı öküzleri, yıllar yılı odunlarla dövüle dövüle döndürülen değirmen eşekleri ve nice içe dönük marangoz öyküleri de vardır elbet. Suratları mahkeme duvarı gibi olanların dışında, hangi marangoz karakteri darağacı yapmak isteyebilir?
İpe götürmenin revaçta olduğu dönemlerde, beldelerin gelişmişliğinin birer göstergesi olarak darağacı üretimi çoğaldıkça çoğaldı, marangozların en nazik, en duygusal olanları bile buna zorlandı. Bir zamanlar tomurcuklarındaki gözlerle dünyayı izleyen, yaşayan darağaçlarının yerlerini, budanmış bedenlerinden çakılan kalaslarla yapılmış darağacı tasarımları aldı. Ağır ağır çıkılan merdivenleri, kollu mekanizmalı sahnesi,kapakları, direği ve göğü bile boynundan yakalamak isteyen ipiyle; dilsiz cellatların ölüm sunuşu kürsüsü! Gösteri sürmeli!
Oysa bir marangoza en yakışanı, iskemleler, sandalyeler ve bir masa üzerinde ekmek ve şarap natürmortu yapmaktı. Bu natürmortun içindeki ahşap masaya on iki arkadaşıyla bir akşam yemeğine oturması yakışırdı. Bir marangoza belki daha da yakışanı; sular fışkırıp yükselmeden önce, çevresindeki canlıların çifter çifter gireceği dev bir gemi yapmaktı. Öyle bir geminin kaptanı da ancak yapan ustası olabilirdi. Kapıları sıkıca kapatın! İlmikleri çözün! Güverteyi terk edin! Herkes ambarlara! Eğer bir son yazılacaksa böyle sonlar yazılsındı. İnsanların çoğu ne masayı ne gemiyi yapanların çekiç seslerini duymazdan gelirken, ne masadakiler ne de gemidekilerin davetlerine de aldırmadı. Olmadı! Şarap devrildi, sular yükseldi, ekmek ıslandı.
İhtimal ki fi tarihlerde, henüz darağacı imal etmemiş olan insan, idam işlerinin idmanını doğrudan ağaçların kendisiyle yaptı durdu. Asarak öldürmenin tarihini ciltler dolusu mürekkeple özenmesinden belliydi. Asılarak ölmenin öykülerini ancak ölüler yazabilirdi öyle de oluyor: Boynu bükük fotoğrafçıların iç bükey aynalarından yansıyan halat kolyelilerin son an otobiyografileri. Uzun yaşamların dallarına asılmış anlık yaşamlar.
Çünkü infazın gerçekleşme esnası var ya! İşte o esna; ayrı bir yaşam öyküsüdür. O ana kadar biriken yaşamdan minör bir devinimle uç veren ve süresi çok kısa olan konsantre bir yaşam öyküsü. Ağaçların oksijen üreten dallarına asılmış ölülerin boynundan yaşama tutunarak gerilen nefes darlığı ipleri. Bütün ağaçların duruşlarında hüzün olduğu kadar, bu darağaçları yıllarca kendi kasvetlerini gölgeledi. Zamanın içine mıhlanmış darağacı infazlarının ardından boşlukta salınan bedenler. Ölüm vestiyerleri. Her biri son nefesini verdiği dünyanın o son anını o ana çakarak hafifçe salınan tek ipli süklüm püklüm kuklalar gibi. İpe gitmiş canlıların ipte kalan ölüleri, elleri iplerle bağlı tek ipli kuklalar, ipleri kesilmeden, yere kapaklanmadan ipin ucunda hafif hafif sallandılar.
Eşyanın tabiatının sessizliğindeki öyküleri en iyi anlatan görüntü; asılmış bir kukladır. Çoğu sanatçının gözlemevlerini birer tımarhaneye çeviren, eşyanın tabiatına ters olarak var olmuş ve var olduğundan itibaren varoluş sancısı çeken kuklalar! Kendisini oluşturan bütün parçaların durağanlığa olan ihtiraslarına rağmen, hayat boyu cebren hareket ettirilen kolları, bacakları, tüm eklemleri ve kafası, kementli sahiplerinin esaretindeler. Bir kukla, ipe gitse de buna işte bu yüzden aşinadır! Henüz ipe gitmemiş bir kuklanın hayatı da ipe götürülmenin tatbikatlarıyla geçer. Siparişli eğlencelerin salya sıçratan vahşi tebessümler ürettiği kalabalıkların ortasında, orasına burasına tutturulan iplerle dans ettirilir, kıkırdamalar eşliğinde kendisine ait olmayan sözler söylettirilerek yorgunluğunu örten dürtüklemelerle sallandırılıp durulur. Eğlence bitmeye yakın sıkılan aç gözlü suratların yavaş yavaş yüzlerine tükürmesine ramak kaldığı saatlerde herkes evlerine çekilirken, o günlük işi bitmiş bu zoraki soytarı da duvara asılır. Duvarda asılı duran bir kukla, bütün kitaplardaki düşünceleri zemininden titretir, bütün roman yazarlarının yakasına yapışır. Hangi yazar bir mekânı ya da çevredeki sessizliği anlatmaya kalksa cümlesinin yankısının çarptığı duvara asılmış bir kukla belirerek, yazara okurun bile ürpereceği derin bir varlık sancısı yaşatır. Bazıları bunu gizlese ve bazıları reddetse bile aslında hepsinin dimağının yükseklikleri çeşitlilik gösteren duvarlarında idam edilmiş bu kuklanın sessizliği durmaktadır.Bu gerçekliğin ufkuna yöneltilen bir dürbünle bakıldığında; asılmış bir kukla her merceğe, her bakış açısına göre kendi hareketli geçmişini üzerinde taşıyan bir hüzün duruşu sergiler. Öyle ki; şair kalemini kırarken, yazar kendi romanına saldırır, ressam kendi kulağını keser. Bütün bunlara sadece duvara asılan bir kukla neden olabilecekken, bir tanesi çok uzaklarda, zamanın derinliğinde bir yerlerde kararan o manzaranın kıyısında yüzyıllardır kuruyan darağacında hafif hafif sallanmaktadır.
Bin yıllardır darağaçlarında sallandırılan ölü bedenlerinin yavaş yavaş kuklalaştığı insanlara nispet bu kukla, daha asılmadan öncesinde de bir kukladır. Köleliğin ve zoraki varlığının acısı, çok önceleri dizlerine inmiş ve kısa yaşamı boyunca bunun eziyetini çekmiştir. Onun idam sehpasını bir marangoz yapmadı!Katli gerekli görüldüğü yer; daha eskilerden büyümüş bir ağacın ana kucağı dalıdır. Tahta bir kuklanın iç burkan hüzünlü öyküsü; ağaç annesine yağlı bir urganla bükük boynundan bağlanarak öylece boşlukta salınmasıyla noktalanmıştır. Bütün anneler ve çocuklar buna şahit olsun!
Pinokyo, darağacında idam edildiğinde burnu kısacıktı. Son sözleri sorulduğunda, en etkili yalanını söyleyerek, uzayacak olan burnuyla kurtulmayı deneyebilirdi ama yapmadı. İlk başlarda durum böyle de değildi, burnu değil boyu uzuyordu. Üstelik yalan söylediğinde değil bilmediği şeyleri öğrenip dile getirdiğinde oluyordu bu. Onu öldüren katil, bunu fark ettiğinde önce onun bacaklarını kırıp yerine cüce meşe ağacından yapılma protezleri takmıştır. Kırarak bedeninden ayırdığı bacaklarının bir parçasıyla da burnunu değiştirmiştir. Eğer bu müdahaleler, bu eziyetler yapılmasaydı ve onun burnu değil boyu uzuyor olsaydı, idam edildiği sırada ipten kurtulmayı dener miydi? Boyunu uzatmak için bilmediği bir şeyi o an öğrenip dile getirebilirdi. Ölürken bile bir şeyler öğrenilebilir. Yine de onun infaz sırasında hiçbir şey yapmayacağı ve yapmadığı ortadadır. Annesine kavuşmanın sessiz salınımına bırakacaktır kendisini çünkü. Yılda sadece birkaç santimetre hareket edeceği, varlığının eşsiz sessizliğine…
Onun katili aynı zamanda cellâdı; Floransalı tuhaf bir gazeteci yazar olan Carlo Lorenzini (Collodi)’ydi ve bu cinayeti benim yorumuma göre; eşyanın sessizliğinden dolayı çıldırmamak için işlemiş ve suçu bir tilki ve bir kedinin üzerine yıkmıştır. Tasarlayarak öldüren çocuk katili Carlo bu işin uzmanıydı. Bunun üzerine kitap bile yazmıştır. Pinokyo’yu öldürürken, olaya şahit olan tilki ve kedi bunu engellemek için ne yaptılarsa olmamış, her defasında Carlo’nun hışmına uğramışlardır. Carlo, tilkiyi yakalayamamış ama kedinin gözlerini kör etmiştir. Tilki ve kör kedi hiçbir şey yapamamış olmanın acısıyla öykünün köşesine sinerek öylece kalmışlardır. Ne de olsa onların da üzerinde Carlo’nun soğuk cellat nefesinin beslediği büyüyen bir ölüm tedirginliği vardır.
Ah Pinokyo! Hâlâ nesiller boyunca kandırılan çocukların okullar dolusu nefretiyle cezalandırılan Pinokyo!
Dünyanın bitki örtüsüne meydan okurcasına bir ağacı bir ağaca asarak, idam ederek öldüren bu adam; bütün şairlerin en kuytu imgelerine, bütün yazarların varoluşla pataklandığı kurgularına, bütün ressamların çala fırça ağlama odalarına isteseler de istemeseler de bir maktul bir kukla asmıştır. Bütün sanatçıların ilham tarlalarının ortasında duran bu suskun korkuluk, bir hüzün paratoneri, bir içe dönüş davetçisi, bir gözyaşı değirmenidir.
Carlo, başkalarının üzerine yıktığı bu cinayeti haklı göstermek için Pinokyo’ya akıl almaz iftiralar düzmüştür. Elindeki yetenek ve gazeteci olmasının gücüyle bu iftiraları her yere ulaştırmış, dergi ve gazetelerde yazı dizisi olarak yayınladıktan sonra da kitaplaştırmayı düşündüğü sıralarda, karşımızdaki bu iç çekiş ağacında salınan hüzün abidesinin omuzlarına tüneyen kara kargalar aniden havalanarak çok uzaklardaki buğday tarlasına doğru uçmaya başlamıştır.
Vincent, kendi izlenimlerini izleyişini izlediği rengârenk ve dingin buğday tarlasının sonsuz gibi görünen narin güzelliğini uzun pozlama yapan müthiş gözleriyle izlerken, güney yönünden yaklaşan kargaların önce protesto seslerini duymuş, duyduğu anda içinde hızla büyüyen bir öfke kabarmaya başlamıştır. Yaklaşan gürültülü karaltıdan, uzaklardaki cinayeti sezinleyen Vincent, vedalaşmayı kısa bir süre de olsa ertelemeyi başardığı tarlasını gözünden ayırmazken, kargalar havada düzensiz eğriler çizerek, tarlanın ortasına sıça sıça,“Bir daha asla! Bir daha asla!” diye çığlık çığlığa dolaşmış ve kıyısında duran tuvalin üzerine zift karası haberler şeklinde dağılmıştır. Çileden çıkan Vincent o anda empresyonizmin en ağır fırça darbelerini tuvalinin her yanına patlatırcasına indirmiş, isyankâr bir cinnet haliyle, kendini cezalandırırcasına tüm dünyayı çekiçlemiştir.
Hangi marangoz çekiç kullanmamıştır ki? Buna rağmen marangozların da kendi duygularıyla, paralel kitaplar yazma eğilimleri olabilir. Bu, insan olabilmenin bir dışa vurumu olarak da kabul edilecektir. Örneğin bir marangoz asla tabut siparişi kabul etmeyebilir, bir diğeri darağacı yapmaktan imtina edebilir. (Tabii bu, bulunduğu yerin ve durumun, üzerine getireceği mecburiyetlere de bağlıdır. Mecburiyetleri de, var olma sancısı ile bertaraf etmeye çalışanlar olmuştur.) Bir başka marangoz, merdivenden düşerek sakat kalan çocuğu yüzünden asla merdiven imalatı yapmazken, bir diğeri, çocukluğunda karların bütün yolları dağlar gibi kapattığı bir zamanda, uzak bir dağ kulübesinde sallanan sandalyesinde oturan ölü büyükbabasıyla geçirdiği uzun gece yüzünden, sonradan kazanacağı el sanatının bütün hünerine rağmen hiçbir zaman sallanan sandalye yapmayacak, tablo çerçeveleriyle uğraşacaktır.
Antonio ve Geppetto! Her ikisi de aslında Carlo kadar suçludur. Belki de yıllar yılı unutulmaya yüz tutmayı dileyen derin sessizliklerini büyüten şey; bu vicdan azabıdır. Kim bilir? Antonio (Kiraz Usta) neden o kütüğü eline alıp bir masa yapmaktan vazgeçti? Ya Geppetto! Carlo’nun atölyesine gizlice girmesine, kendisiyle yaşlanmayı görev bilmiş olan çekiçle, yine kendi masasında duran kalender cırcır böceğini bir darbeyle ezerek öldürmesine sessiz kalan Geppetto, evladı gibi sevdiği Pinokyo’nun öldürülmesine nasıl sessiz kaldı?
Bütün mahcubiyetlere kolayca eğilim gösteren gözleriyle o nahif cırcır böceği Jiminy’nin dünyaya sevgiyle bakarken, bir marangoz çekiciyle vahşice öldürülmesi Vincent’i delirtmişti. Duvarları yumruklaya yumruklaya ağlamış, kendisini yatıştırmak için seslenenler içeri girmesin diye bir tekme darbesiyle yatağını odanın kapısının önüne savurmuş, yastıkları paramparça etmiş, etrafındaki sandalyeleri tekmeleyerek, masanın üzerinde duran her şeyi kapıya fırlatmış ve ardından, odanın penceresine çılgınca atılarak, bedeninden çok daha dev bir cüsseden çıkabilecek korkunç davudi bir sesle gökyüzü boyunca haykırmıştı. Buna rağmen cırcır böceği katili Carlo’ya öfkesi yatışmamış, kare bölmeli pencereyi, bölmelerindeki camların birkaçını kırarak şiddetle kapattıktan sonra yerde duran ekmek bıçağıyla kendi kulağını keserek Carlo’nun suratına atarcasına duvara fırlatmıştır. Sakinleşmesi günler alan Vincent’in yanına bu süreçte hiç kimse girememiştir.
İşte Pinokyo’nun idamından birkaç öykü önce gerçekleşen bu hadiselerden kısa bir süre sonra, Carlo, yaptığı yetmezmiş gibi; cırcır böceği cinayetini Pinokyo’nun üzerine attığında, Vincent kestiği kulağını bir kutuya koymuş ve kutuyu bir fahişeye vererek Carlo’ya götürmesini istemiştir. Kutuda, kesik kulağın yanına bayat tereyağı sarısı boyayla şu notu iliştirmiştir:
“Carlo! Bu yalanlarını kulağıma bir daha söyle!”
Vincent haklıydı. Onun için pek müstesna bir sığınak olan Arles’teki yatak odasının sessizliğini de bozan Carlo’ydu. Yaşanan büyük cinnetle birlikte, kulağını Carlo’ya gönderen Vincent’in sonraki günlerde odasını toparlamaya nereden başladığını buradan dürbünle anlamak oldukça zordu. Odadaki eşyaların boyaları her yana sıçramış, tüm renkler birbirine geçmiş ve ürkütücü bir şekilde kontrastlarının arttığı seçilebiliyordu. Köşelere savrulmuş ve birinin bacakları, diğerinin sırt kısmı parçalara ayrılmış sandalyeleri, önce arkadaşı Gaugin’in verdiği kasnak yapıştırıcısı ile tutturmuş ardından çerçeve çivileriyle sandalyeleri sağlamlaştırarak tamir etmeyi başarmıştı. Bunu yaparken boyu uzamasın diye bacakları kırılmış olan Pinokyo’yu düşünmeden edememişti. Bunu, kardeşi Theo’ya gönderdiği mektuptaki cümlelerin kırılgan hüznünden, virgüllerin araladığı uzun eslerden, kelimelerin arasından derin derin bakan hüzünlü mavi bakışlarından anlıyoruz. Devrilmek üzereyken duvara yan yatmış masasını ve yarım açılmış çekmecesini düzeltmiş ve iki sandalye ile birlikte eski yerlerine yerleştirmişti. Ne var ki yerlerde tuz buz olan sürahi ve bardakları toplaması zaman almış, küçük cam parçalarını yeri çizmeden toplamak için büyük gayret göstermişti. Çünkü buraya ilk geldiğinde odanın tabanını da izlenimci fırçasıyla kendisi boyamıştı ve üzerinde durduğu zeminin ve zeminle birlikte izlenimlerinin zarar görmesini istememişti. Kırılan sürahi, bardak ve yemek kabının yerine aynı mavi renkte yenilerini edinerek masanın ölü doğasına yerleştirmişti. Köşelerinden yamulmuş ama yırtılmaktan kurtulmuş olan ve üzerinde üçüncü eskizinin durduğu otuz numara tuvalini de kapının arkasındaki duvara yaslamıştı.Pencerenin camları tamir edilmiş, tablolar yerlerine asılmış ve yatak eski yerine çekilerek bizzat Vincent tarafından sanki Pinokyo için hazırlanırcasına özenle temizlenip, düzeltilmişti. Bu toparlanmadan kısa bir süre sonra Vincent buradan taşınmıştır. Bu süreçte kardeşi Theo’ya yazdığı bir mektupta şu satırlar da bulunmaktadır:
“Duvarlar soluk menekşe rengi. Yer kırmızı karolardan oluşuyor. Karyolanın ve sandalyelerin ahşap kısımları taze tereyağı sarısı. Yatak çarşafı ve yastıklar limon yeşili. Yatak örtüsü kızıl. Pencere yeşil. Tuvalet masası turuncu, lavabo mavi. Kapılar leylak rengi. Ve hepsi bu kadar – pencereleri kapalı olan bu odada başka bir şey yok. Eşyaların geniş çizgileri gene dokunulmazlığı olan bir dinlenme havası ifade etmeli. Duvarlarda bir iki tablo, bir ayna, bir havlu ve birkaç giysi. Çerçeve – resimde hiç beyaz bulunmadığı için – beyaz olacak.
“Zorlamalarla içine itildiğim sevimsiz dinlenme döneminin öcünü alacağım böylece.” Vincent Gogh
Vincent’in odadan taşınmasına neden olan olaylar zincirini Carlo’nun işkenceli cinayetleri başlatmıştı. Odanın pencerelerine yaklaşan, zemindeki tahtaların aralarından sızmaya çalışan meşum havanın, odanın içindeki eşyaların durağanlığını etkilemeye başlayarak, yavaş yavaş renkleri değiştirmeye başladığını hissediyordu. Bu, aynı zamanda bir korku değil, nefretle büyüyen bir öfke duygusuydu. Vincent bunu engellemek ve durağanlığı sürdürmek için odasını kısa süre içerisinde iki kere daha resimlemiş ve sonuncusunda, bu tehlikeden korumak ve onları da sürekli bildiği bir yerde bulundurmak için kendisi odadan taşınırken, annesini ve kız kardeşinin oraya yerleşmelerini istemiştir. Annesi ve kız kardeşi o günden beri hâlâ Amsterdam’da aynı odada oturmakta ve asla mektup kabul etmemektedirler.
Carlo, kendisine gelen kesik kulaklı mektuba aylar sonra cevap vermiştir. Carlo’dan gelen mektubu Vincent’e teslim eden postacının kapıyı tıklatma sesi, onu uyurken uyandırmış ve kapıyı çalan kişinin Pinokyo olduğunu bir an düşündürmüş, hızla yataktan fırlayıp kapıyı açtığında ise bu anlık hayalinin yüz yıllarca çekmecelerde duracak olan bir gerçek olduğunu anlamıştır. Bunu, yıllar sonra odasında yapılan bir tadilat çalışmasında, yatağının tahtalarının arasında sıkıştırılmış olarak bulunan buruşuk kara kalem eskizlerinden anlıyoruz.
Carlo cevap mektubunda şöyle yazmaktadır:
Vincent Willemvan Gogh’a
“Şiddetli bir günbatısı esmeye başlamıştı bu arada; öfkeyle uğuldayan rüzgâr, zavallı kuklayı bayram çanı gibi döndürerek oraya buraya çarpıp duruyordu. Bu sallanma yüzünden şiddetli titremeler geliyor, boğazına gittikçe sıkışan ilmik soluğunu kesiyordu.
Gözleri yavaş yavaş sislenmeye başlamıştı; ölümün yaklaştığını duyumsamakla birlikte, her an için iyi yürekli birinin çıkıp geleceğinden ve kendisine yardım edeceğinden umudunu kesmiyordu. Ama bekle bekle, kimse gelmiyordu, hiç kimse. Zavallı babasını anımsadı o zaman, ölmek üzere, kekeledi:- Ah babacığım! Sen burada olsaydın!
Başka bir şey söylemeye soluğu yetmedi. Gözlerini yumdu, ağzını açtı, bacaklarını gerdi, şiddetli bir sarsılmadan sonra, donmuş gibi sallandı kaldı.”
Carlo ‘Collodi’ Lorenzini
Cırcır böceği Jiminy’nin öldürülmesinden sonra hayatı allak bulan olan Vincent’in kendi kulağını kesmesine varan tepkisine, Carlo’dan gelen bu yalan dolu cevabın; Vincent odaklı şu an seninle ikimizi de alaya alan bu korkunç cevabın onu tam olarak nasıl bir duyguya sürüklediğini bilemesek de orayı terk ettikten sonra bir süre sanatoryumda kaldığını biliyoruz.
Carlo işlediği cinayeti, uydurduğu başka bir öyküyle başkalarının üzerine çoktan yıktığı ve herkesin de buna inandığı o dönemde, Vincent, Carlo’nun o iğrenç mektubuna kısa bir cevap yazmış fakat hiçbir zaman Carlo’ya göndermemiştir. Arles’teki Yatak Odası’nda bulunan masanın çekmecesinde duran bu tek cümlelik mektup, muhtemelen birazdan söz edeceğim aynı siyah boyayla büyük bir öfke ve ağır bir itina ile yazılmıştır.
Vincent, kasvetli hastane günlerinin ardından nihayet buğday tarlasının kıyısında sakin evine yerleşmiş ve baktıkça içinde parıldayan taneleriyle bir şiir, salınan başaklarıyla uzun bir roman ve yer ile göğü öpen buğdaylarıyla beyin kıvrımlarında uçsuz bucaksız bir tuvaller kütüphanesi oluşturan buğday tarlasını fırçasının ucuyla izlemektedir. Ne var ki zorlukla ulaştığı bu paletinin siyah boyaları unuttuğu sarı mavi dinginliğe, çok uzaklardan ağır ağır kanat çırpan kara haberler yaklaşmaktadır. Katilin ilk olarak kendisine mektupla haber verdiği Pinokyo’nun idam haberi, uydurma suçlamalarla kısa sürede her yerde yayılarak, bulunduğu güzel çiftlik evinin dinlendirici arazilerine kadar, güneyden yaklaşan kargalar halinde ulaştığında Vincent, ayaklarının yavaş yavaş fırçaya dönüşerek adım adım hayatının sonuna yaklaştığını hissediyordur.Manzarasının nice duygulara ilham ürettiği, sırt üstü yatan sarı saçlı mavi göğün ufkundan yaklaşan darağacı kargaları beraberinde fırtınayı da getirmiştir ki, Vincent son dokunuşları yaptığı açık mavi rengine bulanmış fırçasını yerdeki boya kutularından siyah olanına çoktan çala kürek daldırmıştır. Vincent, kendi zamanının sonunu, dile getireceği tüm sızıların sözlerini tek tek başakların gövdelerine işlerken içli hıçkırıklarla ağladığından, tarlanın sağına doğru giden patikaya düşen gözyaşlarının izi hâlâ görülebilmektedir.
Düşlerin tek gerçeklik olduğuna inananlardan biri olan Vincent, imgelerin tohumladığı nakışlı bir intihar öyküsüne filizlenen tuvalini kargalara rağmen tamamlamıştır. Manzaranın orta yerinde Pinokyo’nun bedeni tarlanın ufkunda kaybolan bir patika şeklinde yatmaktadır. Yaklaşan fırtına, çok uzaklarda kendi içine gömülen kasvetini büyüten ıssızlığın kıyısındaki darağacının son kalan yapraklarını da, “Bir daha asla” diye bağıran kargaların peşinden uçurmuş ve Vincent’in gözünden tuvallerine yansıyan o efsanevi mavisine karanlığı yaklaştırmıştır. Başaklar Vincent’in bakışlarını kabullenmiş bir şekilde savrulmaya başlamıştır.
Vincent, başaklarının dalga dalga tsunamiye dönüştüğü bir tuvali, Arles’teki yatak odasındaki yatağında bütün çocuklardan vazgeçmiş bir kuklayı ve masanın çekmecesinde siyah boyalı içe dönük bir notu ardında bırakarak son nefesini vermiştir:
“Üzüntü sonsuza kadar sürecek.”
- Hurdalık - 1 Kasım 2020
- Araf Atı - 1 Ağustos 2020
- Som Bahar İçin Adım Bohçaları -I- - 1 Ocak 2020
- Kestanemtrak - 1 Kasım 2019
- Tahta Kuklalar İçin Ağlama Yastığı - 1 Ekim 2019
Merhaba,
Kaleminize sağlık. İçeriği dolu bir metni okunması çok güç bir şekilde yazmışsınız. Nasıl desem, anlatmak istediğiniz şeyler kelimeleriniz arasında boğulmuş. Uzun cümleleriniz de vermek istediğiniz duyguyu ve anlatımınızı sekteye uğratmış.
Aslında detaylarınız ve örneklemeleriniz çok özgün, başvurduğunuz imgeler çok yerinde. Ama metninizin kesinlikle sadeleştirilmeye ihtiyacı var.
Belki bir marangozun yaptığını yapıp, bu metni biraz daha düzelterek, barındırdığı güzelliği daha parlatarak ortaya çıkartabilirsiniz.
Görüşmek üzere
Merhaba,
Zaman ayırıp okumanıza, ilginize ve değerli yorumunuza teşekkür ederim.
Merhaba,
Pinokyo ve Vincent Van Gogh’un hayatını kesiştirmekle çok farklı bir öykü sunmuşsunuz. Fikrinize sağlık. Van Gogh’un tablolarından da kesitler sunmak oldukça keyifliydi. Tekrar tekrar o tabloları seyretme imkanı buldum sayenizde.
Anlatım diline gelirsek eğer; @Muge_Kocak Hanım’ın tespitlerinin paralelinde yorum yapacağım ben de. Açıkçası okurken biraz yoruldum. Uzun cümleler, hikayenin akıcılığına biraz sekte vurmuş. Benzetmeler gerçekten de özgün, akıllıca fakat uzun cümleler arasında etkinliğini kaybetmiş gibi.
Sonraki öykülerinizi iki kulağım da kirişte bekliyor olacağım.
Sevgiler…
Merhaba,
Bu öyküde amaçladığım şeylerden biri de içinde işaret edilen sanatsal unsurları (tablo, şiir ve sanatçıların kendileri, yaşadığı dönemlerin paralellikleri vb.) okuyucuya hatırlatmak ve öykü dışına çıkarıp göz atmalarını sağlamaktı. Bu konuda sevindim.
Tümüyle okumaya zaman ayırdığınız ve kıymetli yorumunuz için teşekkür ederim.