“Ayın 3. çağının 113. yılıydı. Ilık bir Nisan sabahı, çocuklarımla kahvaltımı yapmış ve sonra çayımı almış balkonumda manzaramın keyfini sürüyordum. Birkaç ay sonra hasat edeceğim buğdaylarımın rüzgâr ile dansını seyredip, korkuluklarımdan daha çok benim çirkin suratımdan korkup kaçışan kargalara gülüyordum. Ekinlerimi rahat bırakıp uçmaya başlamışlardı. Onların havada süzülüşlerini seyrederken ufukta gözüme bir toz bulutu çarptı. Fakat doğudan gözlerime direk vuran güneş, gözlerimi kısmama sebep olmuştu ve ne olduğunu anlamak bir hayli zordu o an. Yaklaşık bir dakika olmuştu ki o toz bulutu sandığım şeyin bana doğru yaklaştığını fark etmiştim. Ne olduğunu anlamaya çalışırcasına kafamı yaklaştırıp gözlerimi daha çok kıstım. Bir grup atlının yaklaştığını fark ettim ve tam o anda soğuk sular dökülüverdi başımdan aşağı. Aklımdan geçenin doğru olmadığını umarak bekledim. Fakat bu bekleyişin sonunda, gözlerim bana düşündüklerimin gerçek olduğunu kanıtlamıştı. Hilal Bıyıklılar dörtnala sürüyorlardı atlarını.
Şimdiye kadar ulaklarını görmüştüm sadece. İlk defa karşı karşıyaydım ordularıyla. Tanımıştım, elbette Hilal Bıyıklılardı onlar. İri yapılı ve uzun boylulardı. Dudaklarının etrafını, bir yarım ay gibi kaplayan bıyıklara sahiplerdi. Kahverengi giyinirler ve atlarıyla adeta yekvücut olurlardı. Nasıl tanımazdım. O korkunç insanları bir daha göreceğimi sanmıyordum. Bir hafta önce, doğuda, Güven Kıyısı’nda yenildiklerini duymuştum. Nasıl oldu da bu kadar çabuk toparlanıp geldiler buraya kadar anlamış değildim.
Korkmaya başladığımın farkında bile değildim. Çayımı yudumlamak için bardağı ağzıma götüremediğimde anlamıştım. Ellerim titriyordu, dilim damağım çöle dönmüştü. Kendime geldiğimde içeriye girip eşime ve çocuklarıma döndüm. Olan biteni anlattım ve sessizce beklemelerini söyledim. Sandığı açıp kılıcımı kuşandım.Umuyordum ki yanımızdan geçip gideceklerdi sadece. Fakat kişnemeler yaklaştı. Kulakları sağır eden kişneyişleri atların… Nal sesleri kapımın önüne kadar yükseldi, yükseldi ve birdenbire kesildi.
Kalın bir ses, “Burada yaşayan var mıdır?” diye bağırdı. Ortak dilde konuşuyorlardı. Sonra yine aynı ses, “Korkmanıza lüzum yok, sadece su için durduk, sözümdür ki bir zararımız dokunmayacak!” deyiverdi. Bir nebze rahatlamıştım fakat yine de görünmek istemiyordum. Fakat eve zorla girerler ise daha kötü olabilirdi, çocuklarım vardı. Çıkıp istediklerini vermeye karar verdim, bir an önce gitmelerini istiyordum. Kapıyı açtım ve karşımda at üzerinde ya kırk ya da elli atlı buldum. Kişnemeye benzeyen sesler devam ediyordu. Artık benzer diyorum çünkü o sesler atlardan çıkmıyordu. Hep bir ağızdan bağırıyorlardı. İçlerinden iri yapılı ve oldukça uzun boylu olanı, komutanları olacak ki sağ yumruğunu kaldırdı ve herkes sustu. Komutan, “En yakın kuyu nerededir?” diye sordu bana. Sol elimle, tarlamı sulamak için kullandığım kuyuyu işaret ederek “Şu tarafta efendim,” dedim ve gözlerimi toprağa dikip gitmelerini bekledim. Atını sürmeye başlarken, “İçeri girin ve gitmemizi bekleyin,” dedi ve kuyuya doğru sürdüler. Ailemin yanına döndüm. Karım ve çocuğum meraklı ve bir o kadar da endişeli gözlerle olup biteni açıklamamı bekledi. “Sessizce oturup bekleyeceğiz, su alıp gidecekler.” dedim. Yüzümü ellerimin arasına gömüp ne zaman gidecekler diye düşünürken, “Baba! Baba! Bak, ne yapıyorlar.” dedi kızım fısıldayarak. Pencerenin kenarındaydı ve askerleri izliyordu. Çabucak yanına gittim ve gizlice gözetlemeye başladım.
Askerler kadife örtüyle sarılı değirmen taşı büyüklüğünde bir şeyi yere indirdiler. Örtüyü açtıklarında, beş köşeli altın renginde bir şey olduğunu gördüm. Ortasında kıpkırmızı parlayan bir yakut vardı. Etrafını ise yedi adet elmas kaplıyordu bu kırmızı cevherin. Askerler susuzluklarını giderirken hayranlıkla bakıyorlardı ona. Oldukça ihtişamlı bir görüntüsü vardı. Nereden yağmalamışlardı ki böyle değerli bir şeyi. Daha fazla inceleyemeden yüklendiler azıklarını. İçlerinden biri yayına bir ok yerleştirdi. Havaya, ileriye doğru fırlattı. Sonra atlarını dörtnala sürdüler. Arkalarından bende çıktım dışarıya. Ok ise tırmanabileceği yere kadar tırmandıktan sonra patladı ve kırmızı bir ışık yaydı. Çok geçmeden uzaklaştılar. Ben ise ufukta kaybolmalarını bekledim. Onlar gittikten sonra derin bir nefes aldım ve evime döndüm.”
İşte bu kadardı Hassan’ın anlattıkları. Binlerce yıl bu topraklarda hüküm sürmüş Ortkhanlıların, nam-ı diğer Hilal Bıyıklılar’ın ortaya çıkışından bahseden kısa bir yazıt. Ayın 3. çağında, Kır Boğazı savaşıyla Yurt Kıranı topraklarına giriş yapan Ortkhanlılar, burada on asır hüküm sürecek bir devlet kurmuştur. Durmak bilmeyen fetihlerle sınırlarını her geçen yıl büyütmüşlerdir. Fakat 4. çağa girmeden, birçok düşman edinmiş Ortkhanlılar, gerek topraklarına yapılan seferler yüzünden, gerek iç sorunları sebebiyle çöküş sürecine girmiştir. 4137 yılında ise son kalan toprakları da fethedilmiştir.
Ortkhanlıların sisli geçmişine ışık tutmak amacıyla araştırmalar yapmaya başladığımda rast geldim bu yazıta. Bir ceylan derisine güzel bir el yazısıyla yazılmış, ortak lisana henüz çevrilmemiş bir yazıt. Biraz yardım alarak çevirdim. Sonra okuyup incelediğimde oldukça heyecanlanmıştım çünkü Hassan yazısında Orthkan mitlerinde de bahsi geçen bir objeden söz ediliyordu. Saf altından, tanrıları tarafından onlara bahşedilmiş oldukça eski bir obje.Bazı Orthkanlılar bunun göklerden inen bir mühür olduğunu söylerler. Bazıları ise böyle bir şeyin varlığına inanmazlar.
Mitlerde şöyle bahsedilir bu efsaneden:
Kral Tzemonda’nın toprakları, vebadan dolayı harap olmuş, verimsizleşmeye başlamıştır. Ekinleri büyümez olmuş, suları içilmez olmuştur. Kral ise askerlerine, verimli topraklar bulmalarını emretmiştir. Bunun üzerine dört grup izci ülkenin dört bir yanına dağılıp yeni bir yurt aramaya başlamışlardır.
Kuzeye giden grup, karşılarında soğuktan çoraklaşmış topraklar bulmuşlar. Güneye gidenlerin atları, dizlerine kadar bataklıklara batmış, ülkelerine zorlukla dönebilmişlerdir. Doğuya yol alanlar da, kendilerine yeni düşmanlar edinmiş ve bu üç izci grubu da krallarını hayal kırıklığına uğratmıştır. Güneşin batışını kovalayanlar ise çölleri aşmış, göllerin kenarlarından dolaşmış ve halkına layık bir toprak bulmuşlardır. Fakat getirdikleri haberler sanıldığı kadar iyi de değildir. Göç etmesi kolay fakat ülke kurması zor bir yermiş. O topraklarda yüz yıldan fazla hüküm süren bir devlet görülmemiş bile o zamana kadar. Kral ise askerlerine destanlar yazdırmaya hazır olun deyip, seferi başlatmak için emir vermiş.
Kral Tzemonda yeni topraklarda yüzyıllarca hüküm sürecek bir devlet kurabileceğinden çok eminmiş fakat bunun sebebinin kralın özgüveni değil, Ortkhanlıların atalarına göklerden inen, tanrının hediyesi Altun Taş’ın olduğunu yazar mitler. Evet, Hassan’ın hikâyesinde bahsettiği o taş, kuvvetle muhtemel Ortkhanlıların kutsal mührü Altun Taş’tır.
Batıdaki verimli toprakların sınırlarına ulaştığında, kral, büyük bir kamp kurdurtur. Bu kampın amacı, askerleri fetih için dinlendirmek gibi görünse de, aslında asıl amacı kutsal olan mühür için yapılacak bir ayindir. Her bir asker sağ avuçlarından bir damla kanı, taşın ortasındaki elmasa damlatır. Elmas giderek kırmızılaşır. Bu yüzdendir ki Hassan gördüğü şeyi bir yakuta benzetir.
Ayin biter, fakat dökülen kanlar bu ayinle sınırlı kalmaz. Kralın askerleri büyük bir direnç ile karşılaşır ve uzun süren kanlı savaşlar gerçekleşir. Sonunda Kral Tzemonda, hayalini kurduğu toprakların sahibi olur. Sarayına yerleştikten sonra kral, mührü bir at arabasına yükleyip ortadan kaybolur ve günler sonra elleri boş sarayına döner. Tzemonda mührü gömmüş ve bu sırrı da kendisiyle birlikte toprağa götürmüştür.
Ortkhan mitleri şöyle yazar: “Biline ki; her kim bu mühre kanlarını işler ve bir toprağa gömer ise, o kana sahip olanlar ve onların soyları, o topraklardan atılamayacaktır. Ve ayrıca biline ki; ne zaman o kana sahip olanlar, haysiyet sahibi olmaktan uzaklaşır, masum kanı akıtır ve erdemli davranışları unuturlar ise, yedi elmas kararmaya başlar ve siyahlara bürünür. İşte o vakitten korkun, çünkü o zaman kan taşı kırılacak ve herkes birbirine düşecektir. Ve işte o vakitten korkun, çünkü o zaman kardeş kardeşi kesecek ve o topraklar onlara cehennem olacaktır.”
Kimi inanır, kimi inanmaktan korkar, kimi ise reddeder böyle bir mührün varlığını. Fakat insanlar bir şeyi unutmuşlardır, “Ha taş altın, ha kara! Sen yönel önce hakka. Sonra başın düşerse dara, kabahat bulursun taşa.”
- Belgaroth’un Düşüşü - 1 Nisan 2020
- 3. Ay Çağı: Ortkhan Miti - 1 Mart 2020
Bir an kılıç ve büyü evrenindeymişim gibi hissettirdi. Ve buna uygun şeyler de beklemedim değil. Ama hikaye anlatımı güzeldi, merak uyandırıcıydı. Biraz daha aksiyon bekledim aslında.
Tek bir yere kafam takıldı: Direk kelimesi. Onun yerine doğrudan kelimesi daha uygun olurdu.
Öncelikle teşekkür ederim zaman ayırdığınız için. Yorumunuz beni çok sevindirdi. Sizi okurken eğlendirebildiysem ne mutlu bana. Bende aksiyon katmak istedim aslında. Fakat daha çok ana fikre, vermek istediğim mesaja odaklanmak istedim bu yüzden aksiyondan kaçındım. Sonraki hikayelerimde daha çok aksiyon göreceğinize emin olabilirsiniz. Tabii eğer seçilirsem Ayrıca yapıcı yorumunuza katılıyorum gözümden kaçmış. Bir dahakine daha dikkatli olacağım.
Canımmm seçkiye hoÅgeldin. Genel olarak kurguyu beÄendim,ancak biraz daha uzun olmasını isterdim çünkü okudukça okuyasım gelen bir kurgu olmuÅ.
Burada haysiyetten ne kast ettiÄini görmek isterdim.
Virüs için kollarını sıvayıp kalemini kuÅanmanı istiyorum!!!
Benim güzel kardeşim hoş bulduk. Kısa tutmamın sebebi, okuyucuya aktarmayı amaçladığım fikrin aslında çok basit, kısa ve öz olduğunu vurgulamak istemem. Hikaye ve onun ayrıntıları üzerinde değil de, daha çok vermeye çalıştığım mesajın üzerinde durulmasını istedim. Bunu amaçlayarak yazmaya başladığımdan dolayı kısa tuttum. Umarım okuyucuya bunu aktarabilmişimdir. Aktaramadıysam da bu benim başarısızlığımdır. Elimden geleni yapacağım
Vurgulamak istediğin kısım gayet açık ve net olmuş. O konuda hakkını yemem