Öykü

Can Arafta

Güneş gökyüzü sahnesindeki her zamanki yerini almak için tüm bildiği hazırlıkları yaparken, gecenin bir parça serinliğinin çöktüğü toprak gelişmekte olan ayakların ağırlığıyla esnedi hatta gerindi. Zemin tatlı bir uykunun ardından amaçsız bir güne gözlerini açan bir ihtiyar gibiydi adeta.

“Nerede kaldı bu çocuk? Cemşit, doğru köydeyiz eminsin değil mi?”

“Akkuzu’dan Can, eminim Emir Hocam.”

İlk ışıklar orman yolunun toprağını sarıya boyadığı sırada, altı ergenliğe yeni girmiş erkek ve dört yetişkin yolun kenarında gelişigüzel çalı çırpıyla yaktıkları ateşin etrafında kümelenmişti. Böylesine cansız bir ateşin ışığını bile gür sakalda dans ettirebilen alt çene tekrar hareket etti.

“Anlaşıldı benim yükümü taşıyacak kişiyi belirlemek için kısa çöp çekmek zorunda kalmayacaksınız.”

Günün ilk esintisi ile orman yönünün aksinde bir hareketlilik hissedildi. Akkuzu’nun ormana yakın son hanelerinden olan ahşap kulübenin kapısı hatırı sayılır bir gıcırtı ile açılıp örtüldü. Ardından tekrar açıldı ve gıcırtıyı bastıran tembihler işitildi.

“Oh yavrum, aman dikkat et. Babanı, kardeşini yitirdim senin yokluğunda yüreğimi dağlayacak; tez geri dön. Ne olur bana mektup yaz, beni dağlara baktırtma.” Tembihler açık bir şekilde işitilirken oğlan olabildiğince kısık sesle anasını rahatlatıcı fısıltılar bahşetti ve hızlı adımlarla köyün çıkışındaki insan kümesine vardı.

“Geldim Emir Hoca.”

“Sana gelen mektupta gün doğmadan denmişti, nerede kaldın çocuk?” soru sormaktan çok azarlama içeren soruyu oğlan elinden geldiğince cevaplamaya çalışırken ak sakal tekrar kıpırdandı.

“Ateşi söndür, benim heybemi sırtlan, ormanın derinlerine varmadan bizi yakala; zira Araf’a giden yola koyulmadan okuldan atılan ilk öğrenci sen olacaksın.” dedi Emir Hoca. Araf’a giden yolu yeryüzünde bilen birkaç kişiden biri olduğunu söylenirdi. Üç nesildir Aktolga imparatorluğunun suikastçılarını yetiştirmişti. Altına yapmayı neredeyse dün bırakan bir köylü çocuğu beklemek zoruna gitmiş olmalıydı.

Oğlan omzunda getirdiği çıkını olduğu yere bıraktı, kapılarının önünde duran geniş ağızlı küreği kaptı, olanca kuvvetiyle ateşin üzerine toprak savurdu. Bu güne dek toprak tek uğraşı olmuştu oğlanın. Babadan kalma topraklarını anasıyla beraber ekip biçmek, yiyecek bir lokmayı topraktan çıkarmak için bu kürek en iyi arkadaşı olmuştu. Toprak darbelerini vurdukça ateş “cız”ladı. İlk darbeler daha kuvvetli olmalıydı ki daha kuvvetli inlemeler işitildi, sonrası Can için kolaydı. Toprağın üstünü küreğin sırtıyla düzledi ki tekrar harlama şansı olmasın, harlamasın ki anası dâhil köyünü yalayıp yutmasın.

Küreği kapılarının önüne dayayıp geri dönüp çıkınları omuzladı. Çıkın dediği bez parçasına sardığı anasının bir hafta önce pişirdiği ekmekten son kalanla birkaç parça keçi peyniriydi. Ellerinde olan buydu. Anası daha fazla peynir almasını istemiş o yüzden tartışıp gecikmişti. Bir gayretle ormana giden tepeye tırmandı. Küçük tepenin zirvesine ulaşınca döndü köyünü seyretti.

Köylüler yenice uyanmış kulübelerin ahşap kapılarının gıcırtıları birbirine selam veriyordu. Can’ın bu sesi bu uzaklıktan duymasına imkân yoktu ancak her sabah olan şeydi, biliyordu işte. Camileri köyün en eski binasıydı. Yakın zamana değin köydeki ikinci kata sahip tek yapıydı. Üst kat kadınlara ayrıldığından hiç çıkıp görmemişti. İmam caminin halılarını üst kata çıkan merdivenin ahşap korkuluklarından sallandırmış, elindeki değnekle var gücüyle toz kaldırıyordu. Anasının dediğine göre imam dişe dokunur hiçbir iş yapmaz, havadan para kazanırdı. “Bu gün iş yapmak nereden esti hayret doğrusu” diye düşündü Can.

İnsan sahip olduğu şeyin değerini onu kaybedene dek anlamaz derler. Canda köyünün kokusunu, manzarasını, binbir ezgiye sahip kuşların seslerini, akrabalarını, komşularını (çoğu komşusu aynı zamanda akrabasıydı) ve en değer verdiği insan olan annesini kaybedecekti. Belki bir daha hiç köyünü şu anki haliyle göremeyecekti. O yüzden bu düşüncelerle yapabildiği kadar uzun köyünü seyretti. Karşı komşuları Haticelerin kapısı açıldı, güneşin sarısından bir parça çalınmış saçları bu uzaklıktan bile net seçiliyordu. Uzun uzun Hatice’nin arkasından baktıktan sonra “ah Hatice’m ah, seni bırakıp gidiyorum ama söz gün gelecek kavuşacağız.” diye mırıldandı ve köyünü son bir kez süzdü.

Köydeki evlerin alana dağılımını en iyi tanımlayan geometrik şekil daire olurdu. Dört bir yanı tepelerle çevrili derenin ortasındaki camiyi köyün merkezine alan evler onun etrafında halkalar çizerek inşa edilmişti. Ahşap ve taşla inşa ettikleri dört duvarın üstüne saz damlar oturtulmuş evlere sığınmıştı Akkuzular. Sonradan modern denecek kiremit çatılılar kondurulmuştu evlerin üstüne ama sayıları bir elin parmağını geçmezdi

“Biraz daha kalırsam Araf okulunun en tecrübelisi tarafından suikasta kurban gidebilirim” diye mırıldandı. Bu kez gideceği yöne baktı. Ormanla aynı istikamette olduğundan ağaçların büyük kısmını engellediği, kalanını da yıllardır baktığı halde görmediği (bakmakla görmek arasında ince bir fark vardır derdi rahmetli babası) Araf Dağını gözüne kestirdi. Çıkınları omzuna attı ve orman yolunu hızlı adımlarla arşınlarken “Amma da ağırmış,” diye mızmızlandı. Köyünü son kez izlerken zaman mefhumunu yitirdiğini fark etti. Ona onlarca dakika gibi gelen zamanda yeni yol arkadaşları en fazla yüz adım atmış olmalıydı ki onları kolayca yakaladı ve muhtemelen işiteceği azardan kurtuldu.

“Çoluk çocuk gezdirecek yaşı çoktan geçtim Cemşit bu işi artık senin omuzlaman lazım. Benim yaşımdakiler torunlarıyla oyun oynayıp bahçesindeki domatesleriyle konuşuyor. Bense uçsuz çöllerde ki kervanların başını çeken develer gibiyim.”

“Kendinize haksızlık etmeyin efendim. Meret’in başına gelen onlarca suikastta doğrudan yâda dolaylı sizin parmağınız var. Meret’in sizin Araf’ın başında olduğunuz yıllarda belini doğrultamaması ve yıkılmanın eşiğine gelmesi bunun en büyük kanıtı.”

Meret Aktolga imparatorluğunun en büyük düşmanıydı. Araf Okulu nice savaşlar görmüş bir süvari misali aynı adla anılan Araf Dağının zirvesine konuşlanmıştı. İşte bu süvari ve onun imparatorlukları ayıran kısrağı yüz yılı aşkındır giriştiği her savaşın sonunda ibreyi Aktolga’dan yana çevirmişti. Üstelik Araf’ın yeri bilinmediğinden faaliyetleri de engellenememekteydi. Cemşit’in Emir Hoca’yı yüceltmesi bu yüzdendi.

Can ilk defa ekip arkadaşlarını yakından süzdü. İlk karşılaşmalarında yediği azar yol arkadaşlarını incelemesine mani olmuştu. Kendisi dâhil yedi onlu yaşlarının başında genç adım adım dört yetişkinin peşi sıra ilerliyordu. Başı Emir Hoca çekiyordu. Ona en çok yaklaşabilen ve onunla konuşma şerefine nail olan Cemşit’ti. Can ekibi yakaladığını bildirip bildirmemekte kararsız kalmış ve en sonunda sıranın en arkasına eklenmişti.

Emir Hoca Cemşit’le muhabbetinin arasında kafasını bile çevirmeden, yüksek sesle“Geldiğini fark ettim çocuk, çıkınıma sahip çık yoksa derinden kendime bir çıkın yaparım,” dedi.

Bu tehdit yeterince etkili olacaktı ki Can sağ elinin parmaklarını sıktığını bile fark etmedi. Yanında yürüdüğü ekibin en kısa boylu ve çelimsiziydi. Ortada yürüyen üçlü ortalama boylardaydı. Onların önündeki ikili tıpkı Can gibi uzun boylu ve geniş omuzluydu. Gençlerin önünde yürüyen iki orta yaşlarında adam sessizce Cemşit ve Emir’i takipteydi. Onlarda orta boyluydu ancak ağızlarını örten, suikastçı olduklarını bağıra çağıra ilan eden soluk siyah peçeleri vardı. Cemşit kadar işinin ehli durmasalar da herhalde arkalarında onlarca leşleri olmalıydı. Emir Hoca ise içlerinde neler yaptığını yâda neler yapabileceği kestirilemez bir görüntü sergileyen tek adamdı.

Araf’ın zirvesinin buzu yakın zamana kadar toplu iğne başı gibi parlarken yolculuklarından birkaç hafta önce buzdan eser kalmamıştı. Uzun yaz günleri sayesinde epey yol kat ettiler. Meşe ve gürgenlerden fırsat bulup bir açıklığa denk gelince Emir Hoca geceyi burada geçirmeye karar verdi. Daha önce bu açıklıkta çok defalar konaklandığı insanların bıraktığı atıklardan belliydi.

Aktolga ve Efrat arasındaki tek yol bu ormandan geçerdi. Araf dağını doğusuna, Kuruçay nehrini batısına alan Akyol Ormanı; pek çok yolcuyu, kervanı yâda ulağı misafir ederdi. Ormanda kuzey güney yönlü ulaşım Sultan Yolu’ndan dolayı çok rahatken doğu yâda batıya saptığınızda dipsiz uçurumlara yâda derin vadilere rast gelme ihtimalinden ötürü kaybolmanız içten bile değildi. Doğudaki Araf okulunun yeri bu nedenle bulunamazdı. Yolcular şu ana dek Sultan Yolunu takip etmişti. Ekip daha önce defalarca ateş yakılan alanda kendi ateşlerini tutuşturup başına oturdu.

“Gençler, bu geceden itibaren hayatınızda hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Yıllarca vatanı için suikast gerçekleştirenler ve suikasta uğrayanlar dışında insan yüzü görmeyeceksiniz. Ben, Cemşit Hocanız, Hasan ve Hüseyin hocalarınızdan tarih, coğrafya, felsefe ve matematik gibi saygın dersler göreceksiniz.” İsimlerini söylediği yetişkinleri sağ işaret parmağıyla göstererek konuşmuştu. Hasan diye tanıttığının siyah uzun saçı gür sakalına karışmıştı, Hüseyin ise sarışın ve köseydi.

“Sabah uyandığımızda ben dâhil buradaki herkes körol özü içecek. İsminden anlayacağınız üzere bu öz sizi okula varana dek kör edecek. Burada şunu hatırlatayım körol tehlikelidir. İçip günlerce yataktan kalkamayan öğrencilerim oldu, ebedi kör kalan öğrencilerim oldu, hatta uyandıramadığım öğrencilerim oldu. Araf’ın kutsal olduğunu düşündüğünüzü biliyorum, hepiniz bu okulda okumak için büyük istek duyuyorsunuz bunu da biliyorum. Okula kaydolmak için yolladığınız mektubun ardından seçildiğinize dair tarafınıza gelen mektupta ayrıntılı olarak yer almasına rağmen tekrar hatırlatmak istedim. Bu gece köylü çocuklar olarak son geceniz olacak. Eğer hâlâ köylü çocuk olarak kalmak isteyen varsa şimdi cesurca söyleyebilir. İçinizde Araf’ın yetiştirdiği suikastçılardan biri olmak istemeyen var mı?” Emir Hoca’nın bu sorusu uzun süren bir sessizliğe neden oldu. Gençlerin suratında bilinmezliğin verdiği korkunun yanı sıra büyük bir oluşumun parçası olmanın heyecanı okunuyordu.

“Güzel ancak son kez söylüyorum bu düşüncede olan biri bu gece biz uyurken bizi terk edebilir. Kızarım ancak saygı duyarım, bu böyle biline.” dedi ve çıkınını Candan isteyip bir kenarda karnını doyurdu. Kimse konuşmadan çıkınlarını boşaltarak ona eşlik etti. Ardından Emir Hoca açıklığın uzak köşesinde yere kıvrılıp uyumaya başladı.

Emir Hocanın Horultusu kısa süre içinde gençlerden biri tarafından yenice ateşe eklenen odunun çıtırtısını bastırır oldu. Birkaç baykuş geceye narasını bahşetti, yarasanın teki ateşe yakın bir salto gerçekleştirdi. Derken Cemşit Hoca horultuyu bastırır cinsten konuşmaya başladı.

“Can, Murat, Ferhat, Gökhan, Alpay, Timuçin ve İsmet sizlere çay ikram etmek isterim. Açık havada, ay ışığının altında isli çaydanlıktan çay yudumlamak gibisi yoktur.” dedi. İsimleri söylerken aynı zamanda parmağıyla işaret etti ve sonra yanındaki çıkından bahsettiği isli çaydanlığını ve çay kutusunu çıkardı. Ateşin harı iyice azalınca üzerine dallardan, yanmayacak şekilde bir düzenek oluşturdu. Çıkınından çıkardığı suyu ve çayı çaydanlığa katıp kaynamak üzere çaydanlığı düzeneğe astı.

“Hasan hocam sende gençlerin bardaklarını hazırlar mısın?” diye nezaketen sordu. Hasan Hoca kendi çıkınını karıştırıp bakır bardakları çıkardı. Hasan ve Hüseyin Hocalar yol boyunca konuşmamıştı, aynı istikrarı kamp alanında da sürdürmeye niyetli görünüyordu.

“Bizim yolumuz kanla kaplı, çok arkadaşımızı yitirdik nice haini kara toprağa koyduk. Cana kıymak çok zordur, hele ki insan canına kıymak tarif edilemez. İçinizde tavuk bile kesmemiş olanlar var, buna eminim. Ancak bizim minvalimiz yücedir. Minvali yüce olanın karşısında engin dağlar duramaz. Gönül ister hepinizi yetiştirelim ancak şartlarımız çok çetin. Bu yolda nice genci yitirdiğimizi bilirim. Ama bizle edineceğiniz tecrübeyi servet verseniz kazanamazsınız.” Cemşit hoca uzun uzun konuşurken bir yandan çayı içilebilir hale getirdi. Hasan hocanın çıkından araya araya bulduğu bardaklar yeni demlenen çayla doldu. Çay Aktolga’da içilmek için her ağızı açtığı gibi sohbeti de açardı. Her genç kendi köyünü anlatmaya başladı. Ay pusun içine girip çıkınca kamp alanı yakılan ateşe nazaran bir ayrı aydınlandı. Ekibin en kısa boylusu olan İsmet köyünden, Aktolga’nın doğusundan bir dağ köyü olan Sivrice’den bahsetti. Orta boylu gençlerden biri olan Timuçin ova köyünü anlata anlata bitiremedi. Can yarı dinler yarı dinlemez vaziyette muhabbetin orta yerinde söz aldı. Babasıyla geçirdikleri güzel anılardan bahsetti. Sonra Araf’a katılış amacını anlatmaya başladı.

“Babam bir sabah elinde Merkez Tımar Beyliğinden gelen bir mektupla kahvaltı soframıza oturdu. Meretle yapılacak büyük savaşa piyade onbaşı olarak çağrıldığını söyleyince kahvaltı anneme ve bana zehir oldu. Annem hiç konuşmadı ama biliyordu, dul kalacağını, babamı kaybedeceğimizi biliyordu. Çok geçmedi babam köyden birkaç adamla ayrıldı. Meret’in generali Vilisus tarafından kılıçtan geçirildiğini görenler olmuş. Babamın ne bedenini görebildik nede babamı mezara koyabildik. O günden sonra aldığım her nefes Vilisus’u katletmek için oldu.” Tekrar parlayan ateşe ait kırmızıyla sarı göz bebeğinin ortasında birbirine karışırken içindeki ateşi harladı. Yolcular uykuya dalarken yanan ateş yavaş yavaş sönse de Can’ın içindeki ateş aynı kaldı.