Öykü

Doğruluk mu?

Ofis çalışanları gün içindeki yoğunluktan fırsat bulunca kendilerine eğlence bulmakta zorlanmıyorlardı. Elli katlı plazanın bir katının tamamını dolduran borsa şirketinin elemanlarını, dışarıdan bakınca dünyanın en mutlu insanları olarak adlandırmamak için hiçbir sebep yoktu. Sırf bu binada çalışmak bile bir ayrıcalık olmalıydı. Dışarıdan izleyenlerde kocaman bir tapınak hissi uyandıran binanın dış cephesi, tamamen camla kaplıydı. Renkli camdan içeri süzülen ışık mavi bir serinlik yaymıştı. Mavi serinliğin yarattığı gevşemeyle herkes koltuklarına gömülmüş, tembel tembel günün ikinci yarısını bekliyordu.

Artık ergenlerin oynadığı doğruluk mu cesaret mi oyunu, birkaç gündür ofisin öğlen arası eğlencesi olmuştu. Öğlen molasına çıkınca herkes ayaküstü bir şeyler atıştırıp aceleyle mola için ayrılmış bölüme geçti. Üzerinde kahve fincanları ve sürekli sıcak su bulunan elektrikli kazanın olduğu tezgâhtaki boş şişeyi alan birim şefi şişeyi çevirdi. Şişenin ağzı tam karşıda oturan borsacıyı gösteriyordu. Orta boylu, esmer, sokakta sıkça rastlanılan bir tipti. Ancak sesinde ve hareketlerinde insanı saygı duymaya zorlayan bir gizem vardı. Şef, “Ayarlasan bu kadar olmaz.” diye düşündü. Adam geldiğinden beri çok ketumdu. İş dışında pek kimseyle görüşmez, öğlen aralarında gurubu uzaktan izlerdi. Adı bay gizemliye çıkmıştı. Masaya yakın oturduğunu, şişe dönünce fark etmişti. Kalkmak için artık çok geçti. Şişenin Bay Gizemli’ye döndüğünü gören ayaktakilerden biri, bu keyfi kimseye kaptırmamak için heyecanla, “Doğruluk mu, cesaret mi?” diye bağırdı. Sesinin yüksek çıktığını odadakilerin gülüşmesiyle fark etti, hiç oralı olmadı.

Bay Gizemli tekerlekli koltuğunu kaydırarak ortaya doğru ilerledi. “İşte tam da böyle, mavi serinliğin çölü aydınlattığı saatlerdi.” diye söze başladı. Meraklı gözler ona doğru çevrilince, aldı devam etti.

Rüzgâr, uzayıp giden çöldeki yalnız yükseltinin bedenini yalayıp bir heykeltıraş gibi hayata dair olan her şeye parmak izini bırakıyordu. Bereketli Hilal’in bu unutulmuş köşesindeki tapınağın merdivenlerinde, her sabah çölden yükselen güneşi izlemek ve kadim zamanlarda anlatılan söylencenin gerçekleşmemesini dilemek; bilmeyenler için çocukça bir oyun gibi görünse de, onun varoluşunun gerekçesi bu idi. Eski kervan yollarından birinin üzerinde Tanrıça Savuşka’ya adanan tapınak, şimdilerde Tanrıça’nın kaderini paylaşıyordu.

Başrahibin ülkedeki saray kavgasında, son anda eski rahibe ihanetiyle elde ettiği makamındaki huzursuzluğu, tüm tapınağı sarmıştı. “Kim ki kötülüğe bulaşırsa, sunacağı şifa ağu olur.” Sanki bu kehanet bu tapınak içindi. Tanrıça Savuşka’ya adanmışlar, şifa bulmak için dağların ardından günler süren yolculuklarla gelip daha büyük acılarla geri dönüyordu. Tapınak, kötülüğün kalesine dönüşmüştü. Tabii bu ün kısa zamanda yayılmıştı. Her gün yüzlerce insanın uğradığı tapınağa şimdi umutsuz cüzzamlılar, çölde susuz kalan yankesiciler ve gece gelen hayaletlerden başka kimse uğramaz olmuştu. Tapınakta başrahip ve yardımcısından başka, rahibeler ve erkek hizmetçiler vardı. Başrahibin sabıkasından bahsetmiştik. Son ana kadar selefinin gölgesinden ayrılmamış, son dakikadaysa onun ayağını kaydırarak yerine geçmişti. Şimdi sabahtan akşama kadar onu hatırlatacak her şeyi silmek için Savuka’ya adaklar adıyor, kurbanlar kesiyor, dua ediyordu. Yardımcısı Gevro da tapınağa başrahip ile birlikte gelmişti. Tapınaktaki hayaletlerin onun emrinde olduğu söylenirdi. Bu yüzden başrahip onu yanından ayırmaz, yakınında olmasını isterdi. Çok fikir belirtmezdi: “He, ha, tamam.” dışında, bazen zamansız öfkeye kapılır; tepkiyi ölçerdi. Karşılık veren olursa, ilk iş onun yanında yer alıp, kontrol altına almak olurdu.

Rahibelerden ikisi hariç, tapınağın görkemli günlerini bilen yoktu. Stewr ile Situye, tapınağın görkemli günlerinden beri buradaydılar. Sitüye, Savuşka’nın kuyruğundaki kıskacın timsaliydi. Sert kabuğunun içindeki ağulu dili, kendi dışında kimseye yaşam hakkı tanımayan bencilliği, daha ilk karşılaşmada kendini ele veriyordu. Yüzündeki yapmacık gülücük, içindeki nefreti örtmeye yetmiyordu. Eğer ki kişi kendinden nefret ediyorsa dokunduğu her yerde cerahat biriktirir. Hiçbir derman o necisi temizlemez. Savuşka’nın yüreğindeki aşk, dudaklarındaki şehvet, kıskacındaki zehri besleyen kaynaklardı. Aşkı yaşayıp şehvetten haz olmayan bir aklın biriktirdiği arzu, nefretten başkası değildir. Stewr kendini bildi bileli tapınağın içindeydi. Yüksek basamakların, güzel bakımlı bahçelerin, karanlık çile odalarının, bol ışıklı zevk odalarının hepsinin, görünenin arkasındaki görünmez kavgaların şahidiydi. En büyük kavgası kendisiyle idi. Arzularını bir türlü doyuramadığı bedeninin her arayışına karşılık vermeye çalışmıştı. İlk başlarda kendi kendini doyuruyor, hazzın doruğunun bu olduğunu düşünüyordu. Ta ki başka bir bedenden akıp gelen arzuların sert sıcaklığını öğrenene kadar… O günden beri, Savuşka’ya adadığı benliğinin cismani kısmını doyurmak için tapınağın tüm ziyaretçilerini sunak odasında ağırlamıştı. Şimdi, yani Dızéwan geldikten sonra odasına kapanıp kendini sadece ona sunuyordu. Stewr’in tapınağa girmeden önce erkek bedeniyle yaşadığı başarısız deneyimin onu buraya getirdiği de söylenenler arasındaydı.

Hasat mevsiminde tapınağın kapısı dışarıdan gelenlere açılır, konuk erkekler zevk odalarına çıkarken rahibeler onları seçerdi. Gelen konuklardan bazıları gitmez, kendini tapınağa adardı. Dizéwan da bunlardan biriydi. Kim bilebilirdi ki binlerce yıldır erdem sayılanın bir günde yok olacağını? Aydınlık varken şüphe gerçeği tahkim eder. Ancak gerçeği öldürmek istiyorsanız şüphenin fitilini karanlıkta ateşleyin. Karanlıkta gördüğünüz gerçeğin gölgesidir. İnanmak istediğiniz ise gerçeğin tahtına kurulmuş olan yalandan hakikattir.

Porézer ana tanrıçaya armağan olarak sunulduğunda, saraydaki tüm rahipler kutsal lezzetin yeryüzünde bir bedende olabileceğine hep birlikte yemin etmişlerdi. İnancın tüm gizemini, dişiliğin yakıcılığında hapsedip ateş saçan gözleriyle basamakları tırmanmaya başladığında, beyaz ipekler içindeki bedenin insan olabileceğine kimse inanmıyordu. O yüzdendir ki en son basamağa geldiğinde, kral rahip ve tüm savaşçılar diz çöküp yere kapanarak bu kusursuzluğu selamlamışlardı. Şeffaf ipekler içindeki kusursuz bedenin yaydığı kokunun, tanrısal bir koku olmadığını kim iddia edebilir ki? Onun şerefine eski dininin sönmez ateşi, tapınağın en yüksek kulesinde yeniden yanmaya başladı. Onuruna düzenlenen ışık odasında yaşayıp sadece törenlerde dışarı çıkardı, aklını arzularına esir edip gece gelen hayaletlerden birisine teslim olana kadar. Porézer, her ölümlü gibi bedeninin arzularına yenik düştüğünde rahip yardımcısı bir şekilde olaya tanık olmuştu. Sorulduğunda: “Ha. Ha, evet.” demişti. Onu saraydan da, büyük tapınaktan da sürdürmüştü. Arkasından kendisi de kovulmuştu. Burada karşılaştıklarında da yardımcı: “Haa, seeen!” deyip, başrahibin gölgesinde devam etmişti.

Porézer geldiğinden beri rahibeler kendi aralarında eski ve yeni diye bölünmüşlerdi. O eski alışkanlıklarını burada devam ettirmek istemiş ama kısa sürede esir ve sürgün olduğunu kavramıştı. Bu yüzden Bébal ve Şirwan’la birlikte sadece akşam güneşin batışını izleyip, şifa dileyen cüzzamlılara uzaktan el sallıyordu.

Şirvan’ın anlatılacak çok bir şeyi yok. O, kocaman göğüslerinden akıttığı sütünü şifa dileyenlerin yaralarına süren bir iyilik meleğidir. Savuşka’nın yüreğinin sıcak yanı… Bébal kendi kabilesine karşı gelip yıllarca Arinna’nın izinden yürüdükten sonra, yeryüzüne bıraktığı günahını korumak için buraya sığınmıştı. Ne bedeninde ne ruhunda kötülüğe yer yok gibiydi. Savuşka’nın aşkı temsil ettiği dönemlerden kalmaydı. Diğer rahibeler de inandıkları görkemli inancın yılmaz savunucuları olduklarını söyleyip, tapınağın dehlizlerinde sessiz sedasız yaşıyorlardı.

Erkek hizmetçilerin görünür olması yasaktı. Tapınakta başrahibin yanında olmak ve ona hizmet, haber taşımak hizmetçilerin başta gelen görevleri idi. Her erkek hizmetçi aynı zamanda köleydi. O yüzden tapınaktaki rahibeler ile birlikte olamazlardı. Tami tapınağın rahip ve rahibelerinin isteklerini, alışkanlıklarını, beklentilerini bilir; onlar harekete geçince gölge gibi onları izlerdi. Beklenmedik anlarda çıkar, sonra kaybolurdu. Tapınaktaki tüm tabletleri okumuş, Savuşka’nın yılmaz savunucusu olmuştu. Başrahibin saray kavgası ile ele geçirdiği iktidarın, tanrıçanın isteği olmadığını düşünüyordu. Bu yüzden de mezarında mutsuz bir ruh gibi dolanıyor, sönmez ateşin olduğu kuleye gizli gizli çıkıp tanrılardan huzur vermesi için yardım diliyordu. Tapınağın, adandığı tanrıça aynı zamanda gökyüzünün en parlak yıldızıydı. Oysaki tapınağın içi kibrin kirlettiği bir bataklığa dönüşmüştü.

İnsanın evrende bir şey var etmesinin adıdır aşk. Savuşka kadim zamanlarda aşkın üretkenliğinin ve kuşatıcılığının timsali idi. Tanrı kralların kendi iktidarları için gerçeği öldürmeye başlamasıyla güneşin en güzel kızı, onlara isyan edip bin tanrılar koalisyonundan ayrılmıştı. İnsan mı tanrıları yönlendirdi bilinmez ama tanrılar insanı önce doğadan koparıp dağı, taşı, suyu, ağacı, kuşu, rüzgârı onun için yeniden şekillendirdi. Önlerinde engel olarak tek kadın kalmıştı. Bir süre sonra kadının varlığını sorgulayıp önce tapınaklardan, sonra hayattan el çekmesi için kurallar icat ettiler. Savuşka adına yapılan tapınaklar o günden beri lanetlenmiştir. Savuşka laneti kabul etmediği için tapınaklarında rahibeleri efendi, erkekleri köle yapmıştı. Başrahibin ve yardımcılarının erkek olması, rahip kralların tapınakların açık tutulması için koyduğu şarttı. “Kovulanlar lanetlidir.” diye düşünürüz. Belki de kovulacak kadar cesur olmayı seçenlerdir.

Mavi serinliğin dinginliğinin yerini alan kavurucu sıcağın uçsuz bucaksız kum deryasına hâkim olduğu saatlerde, duvarların arasındaki huzursuzluk dışarı taşmıştı.

Sözcükler kendi başlarına kaldığında her biri masumdur. Düşünceye nakşolup da dile döküldükten sonra bütün masumiyeti bozulur. Tıpkı mesaneden dışarı çıkana kadar idrarın en temiz sıvı olması gibi. İnsan evladı da durduğu yerde masumdur ama ilk adım attığında, ilk günahını işler. O da durduğu zaman masum olanlardandı. Tapınağa adımını attığı ilk gün ardı sıra gelen bulutun bereket getirdiği kehanetinde bulunmuşlardı. Oysaki bereket de felaket de bir yağmur damlasına hapsolmuştur. Selefinin tahtına oturan başrahip onun Savuşka’nın hizmetçisi olamayacağını daha ilk gün anlamıştı. Ama sönmeyen ateşin kulesine izinsiz çıkan yankesicileri ilk görüp püskürten de oydu. Bu yüzden Savuşka’nın koruyucusu olduğu kehanetinde bulunarak korumasına almıştı. Sadece özgür erkeklerin özgür kadınlarla birlikte olacağı kuralını ilk bozduğunda kovulacağına kesin gözüyle bakılırken, o, kral rahibe gidecek olan buğday kervanın öncüsü olacağını söylemiş bu yüzden de affedilmişti. Tüm bu olanları içine sindiremeyen Porézer, Bébbal ve Tami’den yardım istedi. Kutsal suyun sunağa döküleceği törene çıkmayarak tepkisini gösterdi. İşte asıl o gün beklenmeyen şey oldu. Savuşka’nın yeryüzündeki görüntüsü olduğuna inanılan Porézer’in törenindeki görevini Stewr yerine getirmişti. Beyaz ipekler içinde merdivenlerden aşağı inen Stewr’in arkasında yine o vardı. Başrahip ilk başta olayı kabul etmemiş, ancak ne olmuşsa yardımcısı onu ikna etmişti. Dızéwan’ın tapınağa geldiği günden bu yana tüm gelenekler alt üst olmuş; tapınak Savuşka’nın değil başrahip, yardımcısı ve Dızéwan’ın tapınağına dönmüştü.

Tami tüm tabletleri okumuş, hatta iki kutsal suyun kaynağındaki bilgilere dahi sormuştu. Kimse bu olayı açıklayamamıştı. Savuşka binlerce yıldır kendi adına adanan tapınakları korumuş, kendine sunulan her kurbanın karşılığı verilmişti. Şimdi ne olmuştu da kendi kabilesinin dahi kabul etmediği bir adam, onun adına yapılan bir tapınakta, rahibeler ile birlikte oluyordu? Kutsal suyun dağıtılacağı töreni kendi kafasına göre yönetiyordu. Stewr, kutsal suyu sönmeyen ateş kulesinden aşağı heliz otu ile serperken kulenin dibinde şifa bekleyenler, helizi tutan eli görünce ürkerek kaçmışlardı. Çünkü o el, bir kölenin bedeninin en mahrem yerlerine değmiş, kirlenmişti. Ondan şifa değil lanet gelirdi. Tami kaçışmaları görünce heyecanla bağırdı. Meydanı dolduran kalabalığın tapınağa sahip çıkmasını istedi. Gelin görün ki kalabalık önce bir dalga yaparak kuleye doğru yöneldi ama sonra vazgeçerek gökyüzünden düşecek bereketli damlayı beklemeye koyuldu. Hâlbuki kehanette helizi tutan el kirlendiğinde Savuşka’nın kıskacının onu koparacağı söyleniyordu. Yoksa Savuşka onları terk mi etmişti? Kalabalık tabii ki bunları düşünmüyordu. Bunları düşünen Tami idi.

Bereketli damlalar töreni bittikten sonra tapınağın iç kapıları açıldı. Şimdi özgür kadınlar eş seçecek, bütün gün boyunca seçtikleri erkeklerle birlikte olacaklardı. İlk seçimi Savuşka’nın ruhunu bedeninde taşıyan Porézer yapacaktı. Herkes kapıdan çıkacak Porézer’i beklerken, Dızéwan ile Stewr’in el ele görünmesi görenleri bir daha şaşırtmıştı. Merdivenlerin iki yanına dizilmiş olan Bébal, Şirvan, Stüye, Tami ve diğer rahibe ile hizmetkârlar gelenleri selamlamak için eğildiler. Tami, gelenin Porézer olmadığını görünce, “Durun!” diye bağırdı. “Bu Savuşka değil! Bu lanet, bu kötülüğün bedenlerde yeşermesi…” Sözünü bitirmeden başrahip savaşçılara Tami’yi göstererek alandan uzaklaştırdı. Dızéwan merdivenlerin ortasına gelince Stewr’in omuzlarındaki şalı indirdi. Çıplak bedeni tüm diriliğiyle ortadaydı. Stewr hâlâ elinde tuttuğu helizi Dızéwan’ın başında silkeledikten sonra yavaşça yere bırakıp merdivene uzandı. Dızéwan, üzerindeki tek parça giysiyi yukarı doğru çekerek Stewr’in iki dizini kavrayarak bacaklarının arasına girdi. Meydandaki kalabalık Savuşka’nın kıskacındaki kanı görmek için sessizliğe gömülmüştü. Birleşmenin tamamlanmasıyla birden tapınağın surlarından aşağıya doğru kanlı irin akmaya başladı. Ansızın ateş yalımları, tapınağın dehlizlerine dalarak her şeyi tutuşturmaya başladı. Kötülüğe sessiz kalanların altındaki yer öyle bir sarsıldı ki, sarsıntı ile yarılan meydan kocaman bir mezara dönüştü. Tabii bunların hiçbiri olmadı. Hepsi yine Tami’nin kafasının içindeki bir anlık düşünceden başka bir şey değildi. Tami bulunduğu yerden olanı biteni izleyen izliyor, bunun bir kâbus olmasını diliyordu. Arabası yedi aslan tarafından çekilen tanrıçanın ruhunu taşıyan bir bedenin yok sayılması, bir rahibenin kendisini tanrıçanın adına, bir hizmetçiye, bir köleye sunması aklın alacağı şeyler değildi. Merdivenlerin karşısındaki platformda meydanda olanları izleyen başrahip ve yardımcısı, taş heykelleri andırıyordu.

Kalabalık sessizlik yemininden kurtulmuş, merdivenlere doğru yönelmişti. Seslerin artması Tami’yi kendine getirdi. Kalabalık ilerlediği merdivenlerden yukarı doğru tırmandı. Yukarıdan gelen bir sesle birden olduğu yerde durdu. Stüye, arkasında sürüklediği harmanisinin taşlardan kayışını duyumsayarak basamakta birbiriyle kenetlenmiş olanların yanına geldi. Koynundan çıkardığı kırmızı bir gülü Dızéwan’ın iki küreğinin arasına bıraktı. O anda kalabalık merdivenlere kapanarak, ellerini onlara doğru uzattı. Kehanet gerçekleşmişti. Yoksul bir çobanken tapınağa sığınan bu adam, Tamuzi’nin ruhunu taşıyor olmalıydı. Başrahip lir çalan rahibelere işaret verince müziğin sesi alanı doldurdu. Tüm alan bir anda sese, gülüşe, eğlenmeye kesmiş; herkes kehaneti kutluyordu. Herkes diyerek sizi kandırmayalım. Tami ve Porézer öylece bakıyorlardı. Her zamanki kayıtsızlığı ile yanlarına yaklaşan Bébal: Unutmayın ne demiştik? Felaket de bereket de bir yağmur damlasına hapis edilmiştir. Kehaneti gerçekleştiren ne tanrılar ve tanrıçalardır. Kehaneti gerçekleştiren inanan kalabalıklardır.” Kalabalık merdivenlerden yukarı doğru ilerledikçe uğultu insanı sağır edecek hale gelmişti.

Döner koltuğunu tam bir tur attırıp ellerini iki yana açıp alçaktan uçan jetin gürültüsünün geçmesini bekledi: “İşte böyle, siz söyleyin bakalım doğruluk mu cesaret mi? Nasıl beğendiniz mi?”

Herkes birbirine şüpheyle karışık bir merakla bakakalmıştı. Saçlarının gerçek rengini uzun zaman önce unutmuş olan moda tabirle çakma sarışın, her zaman vurdumduymazlığıyla tanıdığı arkadaşıyla göz göze gelince, ikisi birden birimin en eski çalışanı olan bölüm şefi ve yanındaki uzmanı süzdüler. Bakışlardan rahatsız olan ikili hiçbir şey söylemeden kalkıp çıktı. Birime bu yıl katılmış olan dar gömlekli genç erkek, elleri cebinde yüzünde anlamsız bir gülümsemeyle kapıya dayanmıştı. Odadan çıkanlara yol vereceğim derken dengesini kaybetmiş, kendini zor toparlamıştı. Kirli sakallı başka bir borsacı tam ağzını açıp bir şey soracaktı ki, borsanın ikinci yarı başlangıç gongu duyuldu. Bay Gizemli, “Tapınağımız borsa, tanrıçamız tabelalar, hadi bakalım bir masaldı anlattık gitti. Herkes işinin başına!” diyerek ilk müşterisine bağlandı.

Okuyucu şimdi hemen şunu söyleyecek: “Bu nasıl bir öykü? Birçok eksik var. Bay gizemli anlatırken dinleyenler hiç mi bir şey söylemedi ya da hiç mi tepki göstermedi?” Göstermez olur mu? Sen okurken her beklentin boşa çıktığında ne yaptıysan, dinleyenler de aynısını yapmıştı. Eğer son senin beklediğinden farklı çıktıysa ve beğenmediysen sonu değiştir. Sende kendi öykünü yaz. Ama unutma yaşadığın tapınağında Tamiler ve Dızéwanlar olacak mesele senin kimi çoğaltmak istediğindir.