Öykü

Issız Ada

Hayattım mükemmeldi.

Bu mükemmellik kendimi tanımaya başladığım ilk yıllardan beri vardı. Çocuklukta herkes tarafından parmak ile gösterilen, herkesin çocuklarına örnek gösterdikleri biriydim. Başarılarım en üst düzeydeydi. Fiziksel olarak Hitlerin numunelerinden biri olabilirdim. Hiçbir sıkıntı yaşamadan üniversiteye, istediğim bölüme girmiştim. Oradan da derece ile mezun oldum.

İş hayatı da bu silsileye uygun şekilde devam etti. Mükemmel bir iş ve harikulade ortam. Bunun sonucunda birçok insanoğlunun hayal edemediği bir eş ile ödüllendirildim. Kariyer basamaklarını hızlı bir şekilde tırmanıyor, ideal bir hayat örgüsünü tamamlıyordum adeta.

Ama bir şeyler eksikti. Mükemmelliğe ulaştıkça, doyuma ulaştıkça içten içe doyumsuzluğum da artıyordu. Görünürde zirveye yaklaştıkça, ruh dünyamda dibe batıyordum. Artık yaptığım iş, kazandığım başarılar, mükemmel eşim ve ailem kısacası hiçbir şey bana mutluluk vermiyordu. Üzerimdeki ağır yük beni dibe çektikçe gözlerimdeki cansızlık artmaya başlamıştı.

Artık öyle bir an geldi ki nefes almakta zorluk çekmeye başladım. İşe gitmeyi bıraktım, çaresini doktorlarda aradığım mutsuzluğum için karanlık yollara düştüm. Hiçbir şey çare olamıyordu. Modern hayat ve düşünce ile öyle bir sarılmıştım ki inzivaya çekilmek bile mümkün olmuyordu. Sıfırdan başladığında paket olarak gelen modern hayat kültürü, içinde yaşadığın toplumdan soyutlanmana izin vermiyordu.

Kendimle baş başa kalmak zorundaydım. O zaman ya zehrin kaynağını bulup kurutacak ya da o zehirle ölecektim. O sıralarda okuduğum kitaplardan birinde, galiba İsviçreli Robinsonlar ailesiydi, bu kitaplarda referans olarak aldığım İbn-i Tufeyl’in Hay Bin Yakzan’ı ile arasında dünyalar kadar fark vardı, bir ada hayatı anlatılıyordu. Benim için bugünkü modern hatta postmodern dünyada bir ada düşüncesi bir hayalden ibaretti. En azından o ana kadar.

Yine de aklıma geldiği ilk andan itibaren hızlı bir şekilde hazırlanmaya başladım. Bir uydu-gözlem programı ile ıssız adaları keşfe çıktım. Pek ıssız ada olmasa da çeşitli durumlardan dolayı bazı adalara uzun süredir insan girişi yapılmasına izin verilmiyordu. Giriş yasak olsa da zaten her şeyi göze aldığımdan bu durum beni pek caydırmadı, hatta daha da cezbetti diyebilirim. Sonuçta ıssızlığı garanti altına alacak bir durumdu.

İhtiyacım olan nakit parayı ve birkaç eşyayı yanıma alıp adaya en yakın yerleşim yerine gittim. Orada paramın büyük bir kısmıyla motorlu bir tekne aldım. Yiyecek, içecek ve adada ihtiyaç duyacağım malzemeleri tekneye yükleyerek yola çıktım. Artık dünya ile irtibatımı koparmıştım.

Uzun bir yolculuğun ardından adaya ayak bastım. Bir an Endülüs’e çıkan Tarık bin Ziyad gibi geri dönüş umudumu yakmak istediysem de bu fikri öteledim. Doğrusu yaptığı büyük cesaret istiyormuş.

Sahile çıktığım yere yakın bir düzlükte kendime kalacak sade bir barınak yaptım. Kalacak yeri belirleme ve inşa etme, eşyaları düzenleme, etrafı tanıma derken yeni yerime ve hayatıma yavaş yavaş alıştım.

Artık sırada bozulan psikolojim-ruh halim vardı. Nedenleri üzerinde bol bol düşünüyordum. Sanırım en büyük sebeplerinden biri gerçek-yaşanılan hayata çıkmamdı. Aile tarafından üretilen ve sıkı sıkıya korunan yaşamım, değerlerim, hayata bakış açım gerçek yaşama çıkmamla beraber alt üst olmuştu. Hayatta her şey mükemmel değildi. İnsanlar dürüst değildi. Aldatmalar, sahtekârlıklar almış başını götürüyordu. Ailemin verdiği ütopik kültür, binlerce yıldır gelen kültürle çelişiyor bu da çatışmalar yaratıyordu.

İnsanoğlu iyisi ile kötüsü ile uyum sağlamak konusunda hep iyi olmuştur. Ben de bu uyumu yakalamak için maskeler üretmiştim. Her duruma uygun her yerde uygun maskeyi takıyordum. Tabii bu da içsel tutarlılığımın parçalanmasına yol açmıştı.

Kendimi irdeledikçe sorunları görüyordum. Modern dünyanın dayattığı cansızlığın beni neredeyse silip yok edeceğini anlıyordum. Yavaş yavaş dış dünyaya bakmaya başladım. Acaba burada yaşayan birileri varsa onun düşüncesi nasıl olurdu? Bu yüzden adada keşfe çıkmanın vakti gelmişti.

Bu amaçla, adanın içlerine doğru ilerledim. Yeni yerler, olağanüstü manzaralar, tatlı su kaynakları keşfediyordum. Muhteşem bir yerdi burası. İlk başlarda doğal güzelliklerinden başka bir şey görmesem de bir süre sonra etrafta insan olabileceğini fark ettim. Birkaç eski yerleşim yerine rast geldim. Birkaçını inceledim. Uzun süre kullanıldıkları belliydi. Öyle basit barınaklar da değildi. Gördüğüm kadarıyla adada elektrik ve su vardı. Sandığım kadarı ile öyle bakir bir ada değildi.

Bir gün tüm hayatım ve bildiklerim değişti. Giderek derinleşen gezilerimden birinden geri dönüyordum. Bu sefer farklı rotalar kullanmıştım. Büyük şelale yolunda dinlenmek üzere oturdum. Kuş cıvıltıları ve rüzgârların ağaçlar arasındaki esişi ile birlikte şelaleden akan suyun sesine dalmıştım. Birden çok yakınımda onu gördüm. Ağaçlardan dolayı çok net görmesem de gittikçe yaklaşıyordu. İlk gözüme çarpan sallana sallana gelmesiydi. Tuhaf.

Görüntü yaklaştıkça netleşti. Yanlış görmemişim gerçekten sallana sallana yürüyordu. İliklerime kadar titreme neden olan ayrıntı ise ellerini önüne uzatarak kaskatı bir şekilde bana doğru gelmesiydi. Gerçekte olmasa da hepimizin bilinçaltında bilinen bir yaratıktı: Zombi.

Nasıl hareket ettim, oradan nasıl kaçtım, hiç hatırlamıyorum. Kulübemde uzun süre kendime gelemedim. Aklım almıyordu. Göz yanılsaması mı, muzipçe bir oyun mu, açıklaması olan ama benim bilmediğim başka bir şey miydi bu? Çağımızın kazandırdığı gerçeklik olgusu böyle şeyleri kabullenmeme izin vermiyordu. Çünkü okuldan önce başlayan süreçle birlikte verilen kültür paketindeki pozitivizme, bilime aykırı şeylerdi.

Birkaç gün kulübemden çıkamadım. Olayın üzerinden zaman geçtikçe merak, korkunun yerini almaya başlamıştı. Zombilerin mutlaka bir açıklaması olmak zorundaydı. Öğretilerim bunu kabullenemiyordu. Nihayet tekrar yola koyulmaya karar verdim.

Şelaledeydim tekrar. Onlarla mümkünse yolda karşılaşmak istemiyordum. Zihnimdeki resimlerde zombiler gece-karanlık ile ilişkiliydi. Bu yüzden de sabahın erken saatlerinde gelmiştim. Yaşadıkları yeri bulursam bir sonuca ulaşabilirim gibime geldi.

Şelaleden daha önce kullanmadığım diğer yola doğru girdim. Yarım saat yürüdükten sonra kasabayı gördüm. Karanlık-zombi teorim çökmüştü. Zira ortalıkta gezinen sürüyle zombi vardı. Dev ağaçların arkasından onları izledikçe kendimi bambaşka bir evrendeymişim gibi hissediyordum. Onlara fazla odaklandığım için gevşek zeminin kum gibi akmasını fark edemedim. Fark ettiğimde ise gerçekten çok geçti.

Yaklaşık yirmi metre kayıp büyük bir gürültü ile zemine düştüm. Kasabanın ortasına bomba atsaydım ancak bu kadar dikkat çekerdim. Haliyle tüm zombiler bana döndü. Korku filmlerinde gördüğüm o sallanan zombiler etrafımı çevrelemeye başlamıştı. Gitgide çember daralmaya başlamıştı. O yaralı, irin akan ölü yüzler bana iyice yaklaşmıştı. Bu gördüklerim rüya ise en berbatından bir kâbustu bu. Giderek büyüyen meraklı korkum ise bu ölümün bir son değil tekrar zombi olarak geri dönüşü olup olmadığıydı.

“Nereden geldin sen?” diye bir ses duydum. Şaşırmıştım. Gayet insani bir sesti.

Gözlerimi açtım. Daha önce hiç düşünmemiştim ama belki de zombiler de bizim gibi konuşuyordu. Öyle saldırgan bir tavırları da yoktu.

“Kimsin sen?” dedi yüzü paramparça olmuş bir zombi.

“Asıl siz kimsiniz?!” Sesim güçlükle, hırıltılı ve kekeleyerek çıkıyordu.

Ölümcül bir korkuyla attığım bakışım ve sesimin hali, onları nasıl gördüğümü gösteriyordu. Yanındakilere baktı. “Haklısın, ben kendimi her ne zaman görsem altıma kaçırıyorum.” Gülüşmelere benzer sesler duydum. Artık ne kadar benziyorsa.

İlerleyen birkaç saat içinde her şey ortaya çıktı.

Meğer eşsiz güzellikteki bu adanın yüzyıllardır yaşayan halkıymış bunlar. Teknolojiden ve illetli medeniyetten uzak kendi hayatlarını sürdürüyorlarmış. Sömürgecilerin tarih sahnesine çıkması ile kaderleri de değişmişti. Adayı yüz yıl sömürmeleri bu halkın tüm tarihini, emeklerini, gerçekliklerini alt üst etmiş. Ama sonrasında daha korkunç bir olay onları bekliyormuş.

Bilim ve teknoloji ilerledikçe silah sanayisi de ilerliyordu. Bu alandaki rekabet akla gelmeyecek silah çeşitliliğini de arttırıyordu. Biyolojik silahlar dediğimiz virütik-silah deneyleri adada yapılmaya başlanmıştı. Bir dikkatsizlik mi yoksa kasti bir gözlem-deneyi mi bilinmez, virüs nihayetinde adadakilere bulaşmış.

Miyalji denilen kas sertleşmesi ve yüz dokusunun iltihaplanıp irinle dolması, akması bu yeni silahın etkileri arasında imiş. Özellikleri kıvrım noktalarında oluşan sertlik zombi gibi hareket etmelerine daha doğrusu edememelerine neden oluyor. Tabii savunma şirketleri durumun vahametini anlayınca adayı kapatmışlar. Ama bu önlem hastalıkların kolay kolay biteceği anlamına gelmiyor.

Binlerce yıldır biriktirerek edindiğimiz bilgi ile birçok sorunumuzu çözmek varken bütün bu olanlar çok garip. Galiba yükselirken üzerinde yükseldiğimiz daha çok kan, haksızlık ve adaletsizlik. Bu yüzden medeniyetimizin varacağı nokta kendini yok etmek olacak.

Yusuf Hasan Erdem