Kış ortasıydı. Yağmur yüklü bulutlar boşaldı boşalacak, hareketsiz duruyordu gökyüzünde. Alacakaranlıkta kalan üniversite kampüsünün eski binaları gün ortasında ışıklarını yakmıştı. Işıkları yanmamış olarak kalan tek tük odalardan biri, Haberleşme Mühendisliği bölümünün ikinci katında, Entegre Devreler laboratuvarının köşesindeki Doç. Dr. Ömer Gün’ün ofisiydi.
Ömer ofisinde yalnızdı. O sabah gazetede komşusu Erman Bey’in intihar ettiğini okumuştu. Şok olmuştu. Erman Bey üniversitenin filarmoni orkestrasında çello çalıyordu ve ülkenin sayılı müzisyenleri arasında gösteriliyordu. Yaşı altmışı geçmiş bir müzmin bekârdı. Aileden zengindi ve anne babasını yıllar evvel kaybetmişti. Ekonomik sorun nedir tanımayan, ailevi problemleri olmayan, yetenekli, başarılı ve yaşını başını almış bu adama dünya neden dar gelmişti de bir otel odasında kendini şakağından vurmuştu? Anlamıyordu Ömer. Ancak yüreğinin bir köşesinde bu adama ve yaptığı işe karşı müthiş bir sıcaklık duydu.
Kendini bu düşüncelerden uzaklaştırmak için masasını incelemeye koyuldu. Masanın aşınmış köşelerine takıldı gözleri. Kaç yıldır bu masayı kullandığını hatırlamaya çalıştı. Bu aşınmalara kendisinin sebep olmadığını fark etti. Beş yıl kadar önce, bölüm başkanı ile laboratuvara yeni cihazlar alınması konusunda tartışmışlar; “Cihazlarımız çok eski. Teknoloji günden güne ilerliyor. Deneylerde kullandığımız cihazlar elli yıl öncesinin teknolojisi” şeklindeki talebinin karşılığında bölüm başkanı “Eğer laboratuvarı bu kadar önemsiyorsan, orada bulunan ofisi sana tahsis etmek bölümümüz açısından hayırlı olacaktır” diyerek onu bu eski ve küçük ofise göndermişti. Masa kim bilir kaç hocaya hizmet verdikten sonra Ömer’in kullanımına sunulmuştu ve Ömer uzun boylu bir adam olduğundan bacaklarını bu küçük masanın altına sığdırmakta güçlük çekiyordu. Üstelik masanın demir ayakları ve demir çekmecelerinin kenarları, artık üzerindeki yükü taşıyamayacakmış gibi paslanmış, yer yer yamulmuştu. Çekmecenin kilidini açmak için anahtarı birkaç kez denemesi gerekti. Biraz daha zorlasa kırılacaktı. Küçük bir gürültüyle açılan çekmecenin içinde katlandığı yerleri yüzünden düz duramayan ama katlı da duramayan, bu şekli ile anlamsız bir zikzak çizen bir kâğıt bulunuyordu. Kâğıdın beyazlığı, soğukluğu, yalnızlığı içindeki haberi anımsatıyordu. En çok da duruşundaki bozukluk, o arada kalmışlık, olmamışlık. Bu sırada laboratuvardan bir erkek sesi duydu.
“Onlara dokunma” dedi biri.
Ömer başını, ofisi laboratuvardan ayıran cam panele çevirdiğinde içeride amaçsızca dolaşıyor gibi görünen Doç. Dr. Kaan Bayrakçı’yı ve hemen karşısında diyotların bulunduğu küçük çekmeceyi açmakta olan dördüncü sınıf lisans öğrencisi Itır’ı gördü. Hocasının sesi ile afallamış bir yüzle Kaan’a bakmaktaydı genç kadın. Kaan doçentler arasındaki en gençlerden biriydi ve bölüm başkanının gözdeleri arasındaydı – yakında profesör olmayı umuyordu. Bu durum, Kaan’a yetki alanları dışında özgürce hareket etme olanağını sağlıyordu ve onun bundan haz duyduğu sarihti.
Ömer karanlık ofisinden çıkarak iri cüssesini kapıda gösterdiğinde Kaan ve Itır ona döndü.
“Itır Hanım benim öğrencim, Kaan Hocam” dedi sakince. “Kendisini ben çağırdım. Ekibimizdeki diğer arkadaşlar da az sonra burada olurlar. Bugün proje çalışmamız var. Laboratuvarımızdaki tüm ekipmanları bu projede kullanma yetkisi benimle birlikte ekibime de ait, bildiğiniz gibi.”
“Proje için olduğunu bilmiyordum, hocam.” dedi Kaan. Zayıf yüzüne sahte bir gülümseme yerleştirirken ekledi: “Tasarlayacağınız mikroçip için bölüm olarak çok heyecanlıyız. Sunumda anlattığınız sonuçları alabilirsek üniversitemiz adına da büyük iş yapmış olacaksınız.” Kaan yüzünü laboratuvar boyunca uzanan pencerelerin önündeki masalardan birine dönerek masanın üzerinde bulunan cihazı gösterdi. “Bu arada, istediğiniz multimetre de gelmiş. Güle güle kullanın.”
Ömer elinde olmadan gülümsedi. “Hep istemiştim bir tane. İmkânım olsa evime de alırım. Ama pahalı cihaz. Neredeyse bir maaşım kadar…” Birden heyecanına gem vurdu, daha fazla konuşmak istemediğini fark etti. “Ama proje için şarttı. Hassas ölçümler yapmamız gerek” diye noktaladı Kaan ile konuşmasını. Elinde bulunan tükenmez kalemi ceketinin cebine koyarken Itır’a döndü. “Neye ihtiyacın varsa alabilirsin. Senden istediğim raporları getirdin mi?”
Itır sırt çantasının içinden acele ile bir dosya çıkardı. “Getirdim, hocam. Bu konuda size sormak istediğim bazı şeyler vardı.” Itır bölümün çalışkan öğrencileri arasında sayılmazdı, okulu uzattığı şimdiden kesindi. Ancak çok okur ve yazardı. Ömer onu tasarım aşamasında çalışmanın dışında tutuyor, yalnızca o günkü ilerlemenin kaydını tutmasını istiyordu. Itır biraz mahcup olma korkusundan, biraz da konuyu öğrenmeye başladığından sık sık sorular soruyor, bu sırada ilgisinin nasıl hızla arttığına kendi de şaşıyordu. Ömer bundan gizli bir haz duyuyordu.
Orada artık yeri bulunmadığını anlayan Kaan laboratuvardan ayrılırken yüzü tehdit altındaki bir kedi gibi kasılmış, kendi kendine söyleniyordu: “Kullanma yetkisiymiş… Yaşı geldi altmışa, profesör olamadı. Neden? İşte bunun yüzünden… Öğrencilerle harca kıymetli vaktini… Sen bu kafayla biraz zor profesör olursun Ömer Hoca…” Kapıdan çıktığında sesini yükseltmeye başladığına dikkat bile etmemişti. Bu sırada karşısından gelen kel ve yuvarlak bir başın iki yanında kasılmaya başlayan yağlı yanakları fark etti. Bu yanaklar beyinciğini, ellerine ceketinin düğmelerini hızla kavrayıp kapatması emrini vermek için harekete geçirdi.
“Merhaba, başkanım. Nasılsınız?” Kaan, bölüm başkanına “Başkanım” diye hitap ederdi. Ondan başka herkes “Hocam” derken onun bu hitabı kullanması başta yadırganmışsa da sonraları kabullenildi. Bölüm Başkanı Prof. Dr. Süleyman Maruf ise şikâyetçi görünmüyordu. Hatta kendisine “Bölüm Başkanı Prof. Dr. Süleyman Maruf” diye hitap edilse belki çok daha iyi…
“İyidir Kaan Hocam. Sen nasılsın?”
“Çok iyiyim, başkanım, teşekkür ederim. Ömer Hoca ile karşılaştık laboratuvarda. Lafladık biraz… Az sonra ekibi ile proje çalışması yapacaklarmış, rahatsız etmek istemedim, erken ayrıldım. Ömer Hoca’ya imreniyorum doğrusu. Öğrencilerinin her zaman yanında. Laboratuvardan tam manasıyla faydalanmaları için elinden geleni yapıyor. Tüm ekipmanları sorgusuz sualsiz kullanmalarına müsaade ediyor.” Bölüm başkanının gözlerine baktı birkaç saniye. “Belki hepimiz öyle olmalıyız ama ben çekiniyorum doğrusu. Ekipmanlarımız pahalı. Üniversite yönetiminin bölümümüze ayırdığı bütçe malum. Çoluk çocuğun elinde oyuncak olacak malzeme değil bunlar.”
“Haklısın, hocam. Ben de aynı fikirdeyim. Şimdi biraz işim var. Daha sonra müsaitsen odama gel, bir kahvemi iç.” Süleyman koca cüssesini kulvarında ilerleyen bir bowling topu gibi gösteren hızlı ve küçük adımlarla koridorda uzaklaştı.
Kaan, bölüm binasının beyaz floresanların çiğ ışığıyla yer yer aydınlatılmış koridorlarından geçerek ofisinin kapısına kadar gelmiş, bu sırada kafasının içinde Ömer’le birçok tartışmaya girmiş ve hepsini kazanmıştı. Ofisine girmek üzereyken genç bir erkek sesinin arkasından seslendiğini duydu.
“Sizinle iki dakika konuşabilir miyiz, hocam?” Üçüncü sınıflardan Çağrı’nın sesiydi bu. Kaan’dan iki yıldır Devreler dersini alıyordu. Bu sene kalırsa okulu uzatacaktı. Kaan halin bu olduğunu bile bile,
“Tamam” dedi. “Konuşalım.”
Çağrı sözü döndürüp dolaştırmadan malumu ilan etti: “Biliyorsunuz, hocam, Devreler’i ikinci kez alıyorum. Bu sene kalırsam okulu uzatacağım. Vizeleri henüz açıklamadınız. Ben de kendi notum hakkında…”
“Seninkini okudum” diye kestirip attı Kaan. “Bu sene de zor görünüyor, şimdiden söyleyeyim. Olmadı yaz okuluna gelir, orada verirsin dersi.”
Çağrı az önceki nazik sesini çabuk yitirdi. “Siz yaz okulunda ders verdiğiniz zaman her zamankinden fazla ücret alıyorsunuz, değil mi hocam?”
“Sen ne demeye çalışıyorsun?” Kaan sinirlenmiş gibi yaptı. Bu anın içinde olmasa gerçekten buna sinirleneceğini düşünürdü ama böyle olmadı. Hiç sinirlenmedi. Hatta gözlerinden belli belirsiz bir gülümseme geçtiğinden emindi.
Çağrı, soğuktan pembeleşmiş tüysüz yanaklarıyla kendini ele veren yeniyetmeliğine hiç yakışmayacak şekilde elini masaya koyarak tehditkâr bir edayla hocasının yüzüne yaklaştı. “Bu yaz okulu sana ne kazandıracak, hoca? Konuşalım, anlaşalım. Ben yaz okulunu bekleyemem.”
Entegre devreler laboratuvarında Ömer ve ekibi hummalı bir çalışmaya başlamışlardı. Üç öğrencisi ile donanımı tasarlamakta olan Ömer zaman zaman masanın uzak köşesinde, dizüstü bilgisayarının başında oturan İlker’e dönerek yazılım aşamasını kontrol ediyordu. İstedikleri sonucu elde edemedikçe İlker boğumları çatlamış parmaklarını uzun saçları arasında gezdiriyor, mavi gözlerini kısarak ekrana biraz daha yaklaşıyor, çenesini sıvazlıyordu. Uzun saatlerini kaldığı yurdun bilgisayar odasında geçiren bir bilgisayar kurduydu. Donanımdan hiç anlamasa da yazılımda kayda değer tecrübeye sahipti. Sinirleri pek sağlam sayılmazdı. Bu yüzden yazdığı program başarısız oldukça hırçınlaşıyordu. Ömer’den çekinmese çoktan laboratuvarı kendi başına yıkmıştı. Ömer masadan uzaklaştı, ofisinin kapısına kadar gitti. Ekibini, masanın üzerinde dağınık halde duran küçük diyotları, transistörleri, kartları, devre şemasını çizdikleri beyaz tahtayı teker teker inceledi.
“Nerde hata yapıyoruz?”
Kaan ofisinden dışarı çıktığında az önce öğrencisi ile aralarında geçen konuşmayı düşünüyordu. Çağrı Kaan’ın istediği meblağı duyunca hiç şaşırmamış, tereddüt dahi etmeden kabul etmişti. Bu dünyada ne kadar zengin, ne kadar güçlü insanlar vardı…
Bölüm başkanının makam odasında Süleyman ve Kaan sipariş ettikleri kahvelerin gelmesini bekliyordu. Kaan deri koltuğu tüm hücrelerinde hisseder gibi zayıf kalçasını derinin üzerinde kaydırıyor, Süleyman’ın bunu fark etmesinden çekinerek onun gözlerine bakıyordu. Gerçekten çok rahattı. Kendi küçük odasını ve kumaş kaplı koltuğunu düşündü, yüzünü buruşturdu. Konuya girebilmek için akıllıca bir girizgâh arıyor, bir türlü bulamıyordu. Sonunda ilk cümlesini damdan düşer gibi kurdu.
“Bölümümüzün şu mikroçip projesine bütçe ayırması da büyük iş doğrusu. Başka bir sürü ihtiyacımız varken Ömer Hoca’nın projesine güvenilmesi ve bütçe ayrılması çok önemli bir karar. Hani, neredeyse fedakârlık diyeceğim. Umarım bölümümüz adına iyi olur.”
“Bölümümüzün ihtiyaçlarının farkındayım, hocam. Açıkçası bütçenin bu projeye ayrılmasından yana değildim. Ama Dekan Bey araya girdiler, projeye inandıklarını belirttiler. Üniversitenin büyük reklamı olacak başarı kazanırsa. Yoksa bütçe ayırmamız gereken bir sürü eksiğimiz var.” Utanılacak bir şey söylüyormuş gibi başını eğip sesini alçaltarak devam etti. “Makam odamın tuvaleti akıyor. Öğrencilerle aynı tuvaleti kullanmak zorunda kalıyorum, çok af edersin.”
Kaan başını önüne eğdi. “Olacak iş değil” diye mırıldandı, belli belirsiz.
“Ama proje başarılı olursa, seneye bölümümüze ayrılacak bütçe artacak. O yüzden varımızı yoğumuzu Ömer Hoca’ya bağlamış durumdayız.”
Bu sırada duyulan tok bir sesin ardından kapıda sarı boyalı, küt saçlarıyla Doç. Dr. Gülben Demir göründü. Siyah eteğinin üzerindeki yeşil bluzu ve kırmızı ceketi çok ucuz görünüyordu. Göz kapaklarına sürdüğü yeşil far ile bluzu arasında bir uyum yakalamaya çalışmış, başaramamıştı. Kapıda, öğretmeninin sözlüye kaldırdığı bir çocuk gibi çekingen, bir balık restoranındaki masaların başında bekleyen kediler gibi talepkâr duruyordu. Gülben’in hem giyimi, hem tavırlarında hep bir eksiklik vardı. Erkeklerin dünyasında güçlü durmaya çalışan kadın olmak rahat hareket etmesini engelliyor, onu zorluyor, yaşadığı çetin mücadele onun olduğundan yaşlı görünmesine sebep oluyordu.
“Buyurun, Gülben Hanımcığım.” Gülben’in konuşmasına fırsat vermeden atıldı Süleyman, saklamaya gerek duymadığı bir memnuniyetle.
“Açtığınız profesörlük kadrosu için görüşmek istemiştim, hocam.” Açılan kadro için başvurduğu sır değildi, bu yüzden Kaan’ın yanında bu konuyu görüşmekten çekinmemeye karar vermişti. Oysa Kaan’ın da aynı kadro için başvurduğunu henüz bilmiyordu.
“Konuşuruz, konuşuruz.” Uyanık bir tüccar gibi geçiştirdi Süleyman. “Kaan hocamla Ömer Hoca’yı ve mikroçip projesini konuşuyorduk.”
Gülben’in tadını kaçırdı bu ismi duymak, bakır yalamış gibi buruştu yüzü. “Umarım başarılı olur” dedi, temkinli.
“Nasıl yapacak bilemiyorum, başkanım. Hayır, ekibine aldığı öğrencilere bakıyorum da… Dördüncü sınıflardan Ahmet’i almadı mesela. Çocuğun bölüm birincisi olması neredeyse garanti. Neden ekibinde istemedi? Anlamak mümkün değil.”
“Ahmet’le benim aram iyidir. Asistanım olarak yetiştirmeye başladım bile. Profesör olduğum zaman bana çok yardımı dokunacağına eminim.” Gülben lafı, açılan kadroya getirmeye mi çalışıyordu yoksa bu kadrodan başka bir şey düşünmediğinden mi böyle söyledi, kimse anlamadı.
Kaan aradığı damarı bulmuştu. “Ömer Hoca da profesörlük için başvurdu, değil mi başkanım? Sonuç bekliyor.”
Gülben tedirginliğini gizleyemeden “Evet” diye yanıtladı. “İkimiz de sonucumuzu bekliyoruz.”
“Kaan Hoca da sonucunu bekliyor.” Saklı bir gerçeği yumurtlayıverdi Süleyman. “Genç yaşına rağmen başvuru yapabilmek için gerekli şartları sağladı.”
“Ne güzel… Şartları sağlamakla bitmiyor, tabi. Tecrübe de önemli.” Kendini öne çıkarmaya çalıştı Gülben. Kaan Gülben’i rakibi olarak görmüyor, onunla mücadeleye girmeyi gereksiz buluyordu. Bu yüzden konuyu tekrar Ömer’e getirdi.
“Ömer Hoca biraz da o yüzden projeyi aceleye getiriyor bence. Yıllardır başvurur, geri çevrilir. İstiyor ki bu proje ile profesörlüğü de garantilesin.”
“Bir kişilik kadromuzu açtık. Şimdilik üçünüz haricinde başvuru dilekçesi almadık. İlan süresi dolduktan sonra dosyaları inceleyip kararımızı vereceğiz” dedi Süleyman. Gönlü Kaan’dan yana olmasına rağmen sözünü Gülben’e dönerek tamamladı: “İyi olan kazansın.”
Entegre devreler laboratuvarında proje çalışmasının sona ermesinin ardından öğrenciler toparlanmaya başlamıştı. Ömer;
“Tahtayı silmeyelim, arkadaşlar. Yarın aynı saatte buluşup kaldığımız yerden devam ederiz. Itır, bugünkü ilerlememizi raporlamak yine senin işin. İlker, sen de programı koşup çıktılarını getir” dedi.
İlker; “Tabi, hocam. Yalnız yarın aynı saat Dalgalar dersimizle çakışıyor” dedi. Bakışlarını yarı hicap, yarı muzırlık ifadesi ile kaçırdıktan sonra ekledi: “Alttan alıyorum da…”
“O zaman Çarşamba günü öğle arası yapalım. İtirazı olan?” Kısa bir sessizliğin ardından “Peki öyleyse, Çarşamba görüşmek üzere” diye bitirdi konuşmasını.
Öğrenciler laboratuvarı boşalttıktan sonra Ömer ışıkları söndürdü, laboratuvarın köşesindeki ofisine gitti. Pencereye yaklaştı. Akşam çökmek üzereydi, gökyüzü kara bulutların arasına vurulmuş gri fırça darbeleri gibi görünüyordu. Yıllarını üniversiteye, bilime ve öğrencilerine adamıştı. Sayısız makalesi uluslararası yayınlarda yer almış, kitaplar yazmış, en önemli bazı yabancı yayınların çevirisini yapmıştı. Ancak kendini tatmin olmuşluktan çok uzak duyuyordu. Hep bir boşluk hissi… Boşlukta yankılanan çiğ gürültü… Tıpkı içi boş bir yağ tenekesine vurulduğunda çıkan o rahatsız edici, hiçbir yere ait olmayan ses gibi. Belki karısından beklediği takdiri görse böyle olmazdı. Belli ki kadının başka türlü beklentileri vardı hayattan, Ömer’in hiç anlayamadığı. Ömer başkalarını anlamakta hep zorlanmıştı. Onları anlamaya çalışmadan memnun etmeye çalışmak gibi bir yol izliyor, bir türlü başaramıyordu. Karısını memnun etmek için harcadığı çabanın da karşılığını alamamıştı. Ve Ömer’i bir türlü anlayamıyordu kadın. Ömer masasının demir çekmecesini zorlamaya koyuldu yeniden. Anahtarı çevirmeye çalışırken avucunu kanattı ama sonunda çekmeceyi açtı. Boşanma dilekçesini, o soğuk, o yarım kalmış, yalnız kâğıdı çıkardı. Defalarca okuduğu bu kâğıdı elinde evirip çevirirken gözü tekrar çekmeceye ilişti. Not defterlerinin arkasında, çekmecenin en karanlık köşesinde belli belirsiz parlayan metale doğru uzattı elini. Kabzasını kavradı. Hemen burada bir son verebilirdi her şeye – Erman Bey’in yaptığı gibi. İçindeki boşlukta yankılanan çiğ gürültüyü sonsuza dek susturabilirdi. Zaten karısıyla girişecekleri mal paylaşımı ve nafaka pazarlıkları gözünü korkutuyordu. Kim bilir kaçıncı kez başvurduğu kadroya yerleşemeyeceğinden emindi. Hep birileri araya girer, bir pürüz çıkarır, bir dolap döndürür mani olurdu Ömer’e. Bu hep böyle olmuştu. Herkes onu aşılması gereken bir engel gibi görmüş ve ona engel olmak için elinden geleni yapmıştı. Herkesten sıkılmıştı. Kendinden sıkılmıştı. Şimdi gitmemek için bir sebep bulamıyordu. Her şeyi bitirip gitmek…
Laboratuvardan bir tıkırtı geldi; eskimiş cihazlar, yaşlı adamların zamansız derin solukları gibi, zaman zaman böyle sesler çıkarırdı. Başını kaldırıp baktığında gözü entegre devre şemasını çizdikleri beyaz tahtaya ilişti. Aynı konu hakkında yıllarca çalışmanın sinsi sinsi oluşturduğu içgüdü ile devrenin üzerinden geçerken “Bu transistörü yanlış uçlara bağlamışız” diye mırıldandı. Yerinden kalktı, heyecanlı adımlarla tahtanın yanına vardı. Bir elinde silgi, diğer elinde kartuşlu tahta kalemi olduğu halde acele ile tahtanın bir bölümünü siliyor, bir bölümünü dolduruyordu. Dudaklarının kenarlarının memnuniyetle kasıldığını duydu. Sevindi. Laboratuvar kapısına doğru neşesini gizlemeyen devinimlerle yürürken telefona sarıldı.
“Programı bugün koşma, İlker.” Ne bir merhaba, ne hal hatır sorma. Cevap dahi beklemeden komutunu yineledi. “Programı bugün koşma. Nerde hata yaptığımızı buldum.”
Koridora çıkmıştı ki, gülümseyen yüzünü hiç bozmadan arkasını döndü.
“Allah kahretsin! Çekmeceyi açık unuttum.”
Gece olunca kara bulutlar yüklendikleri yağmurun bir kısmını boşaltmışlar, ancak henüz dağılmamışlardı. Sabahleyin arabaların ışıkları yağmurla ıslanmış yollarda parlıyordu. Soğuk hava Ömer’in burnunda keskin bir ferahlık hissi bırakarak ciğerlerine doluyordu. Dün gece uyuduğu otel odasını arkasında bırakmış, laboratuvarda başladığı çalışmasını bitirmek üzere hızlı adımlarla kampüste yürüyordu. Fark ettiği yanlış domino etkisi yaparak bir yanlışlar silsilesi oluşturmuştu ve bugün tüm devreyi tekrar kurması gerekecekti.
Haberleşme mühendisliği bölümünün iki katlı, beyaz badanalı, eski binasına girdiğinde karşısında Gülben’i gördü. Gülben gülümsüyordu.
“Günaydın, Ömer Hocam” dedi kadın. “Bölüm başkanı sizi odasında bekliyor.”
“Günaydın” dedi Ömer. Gülben’le vakit kaybetmek istemediğinden hızlı adımlarını merdivenlere yöneltti. Yine de kafasının bir köşesinde, küçük bir hamamböceğinin uykusundan uyanırken eklemlerini esnetmesi gibi belirdi bir düşünce: “Bölüm başkanı beni niye çağırır?”
Sabahları laboratuvarın eski ve tozlu floresan lambalarının teker teker gürültüyle açıldığını duymaya alışkındı. Bu yüzden laboratuvara gelip ışıkların açık olduğunu gördüğünde şaşırdı. Bir saniyeden kısa bir süre içinde bir terslik olduğu kafasından geçti, hemen bu düşünceyi kovdu. Bugün devre şemasını tamamlayacak, projenin tüm problemleri çorap söküğü gibi hallolacak, bir hafta içinde taslak donanım kurulacak, yazılım tamamlanacak, mikroçip hazır olacaktı. Tedirgin gözlerini laboratuvarda gezdirirken tahtaya yazdıklarının silinmiş olduğunu fark etti. Yedekleri yoktu. Ancak daha önemlisi laboratuvara yeni alınan multimetrenin yerinde olmamasıydı. Hemen ofisine gitti. Kitaplığındaki kitapların bir kısmı devrilmiş, masası dağılmıştı. Kilitli çekmecesine baktı. Açıktı. Bölüm başkanının odasına koşarken ciğerlerinin sıkıştığını duydu.
Makam odası rahatsız edici şekilde aydınlıktı. Gereğinden gösterişli tavan işlemelerinin her bir boşluğundan, su dolu delik bir balondan fırlayan sular gibi, ışık huzmeleri akıyordu. Süleyman makamında, yerinden oynatması imkânsız bir gülle gibi oturuyordu. Hemen yanında güvenlik şefi vardı. Karşısındaki koltuklarda Kaan ve Gülben sakin kalmaya çalışan ama heyecanını saklayamayan iki acemi çocuk gibi oturuyordu.
“Biri laboratuvara girmiş. Yeni aldığımız ölçü aleti yerinde yok. Ofisime de girmişler…”
“Ofisine biz girdik.” Ömer’in sözünü kesti Süleyman.
Bu Ömer’in beklemediği bir cevaptı. Gözleri öyle büyük açılmıştı ki, sanki biri göz kapaklarını gözlerinin arkasında birleştirmeye çalışıyordu. Birkaç saniye ne diyeceğini bilemeden odanın köşelerinde gezdirdi gözlerini. Çocukluğunda babasından dayak yemeyi beklerken elleri gömleğinin manşetlerine giderdi. Titrek başını önüne eğerken kareli ceketinin manşetlerini parmak uçları ile hissetmeye çalışıyordu. Solukları boğazına takılıyordu.
“Anlamadım” diyebildi neden sonra.
“Ofisine biz girdik, hocam. Açıkçası beni hayal kırıklığına uğrattın.”
“Boşandığına üzüldüm” dedi Gülben. (Sırası mıydı şimdi?)
“Olacak iş değil doğrusu. Senin gibi kıymetli bir hocamızdan beklemediğimiz bir ihtiyatsızlık.”
“Bir dakika…” Ömer düşüncelerini ancak toparlıyordu. Ellerini ceketinin manşetlerinden ayırdı, göğsünü sabah ötüşüne hazırlanan bir horoz gibi kabarttı. “Ben hâlâ niçin ofisime girdiğinizi anlamadım.”
“Multimetreyi bulamayınca ofisinde olabileceğini düşündük” dedi Süleyman.
“Hep bunlardan bir tane istediğini söylememiş miydin?” diye araya girdi Kaan. Belli ki ofise girmek onun fikriydi. “Kullanıp ofisine götürmüşsündür diye…”
“Ben hırsız mıyım?”
Bölüm başkanının makam odasında soğuk bir rüzgâr esti.
“Akşamları laboratuvardan en son sen çıkıyorsun. Çantana attın, götürdün belki. Nerden bilelim?” Konuşan, yanağında bir yanardağ patlamış gibi görünen çopur suratlı, boş bakışlı güvenlik şefiydi. Biçimsiz yüzünün ortasındaki gözleri iki kara leke gibi görünüyordu. Düpedüz hırsızlıkla suçlamıştı Ömer’i. Gülben’in, Kaan’ın ve Süleyman’ın günah dolu ağızlarında ıslatıp beklettiklerini o kaba, o kötücül, o güven vermeyen güvenlik şefi bir çırpıda tükürmüştü. Üstelik Ömer’in az çayını içmemişti bölüm kantininde. Diğer öğretim görevlileri onu emir eri gibi kullanmaktan çekinmezken Ömer bir gün olsun saygısız bir harekette bulunmamıştı. Bu nankörlüğün sebebi neydi? Ömer önce Gülben’e döndü; başını önüne eğmişti Gülben. Kaan gözlerini kaçırıyor, Süleyman hiçbir şey söylemeden Ömer’in gözlerine bakıyordu. Ömer’in göğsüne bir öküz oturmuştu o an. Kendisine güvenen tek bir insanın bulunmadığı bu dünyada nefes almanın, yer kaplamanın hiçbir kıymeti harbiyesi yoktu.
“Ölçü aletini bizden sen istedin, hocam. Hassas ölçümler yapman gerektiğini, aksi takdirde projenin başarıya ulaşamayacağını söyledin. Biz de imkânlarımızı zorladık, dünyanın parasını döktük, istediğin aleti aldık. Ama sen sahip çıkamadın. ‘Sen aldın’ demiyorum. Onu zaman gösterecek. Belki de öğrencilerden biri almıştır.”
“Öğrencilere sorgusuz sualsiz cihazları kullandırırsak…” Kaan ayıplar gibi kaşlarını kaldırdı, başını sağa sola salladı.
“Laboratuvardaki tüm ekipmanlar senin sorumluluğunda” diye sözü aldı Süleyman. “Soruşturma açılacak. Bu süreçte projeyi rafa kaldırıyoruz. Soruşturma tamamlanana kadar da uzaklaştırma alacaksın.”
Ömer odadan çıkarken gök gürledi. Yağmur başladı.
Bölüm binasının hemen karşısında bulunan kantinin çirkin plastik sandalyelerinden birine çöktü Ömer. Kantinin kirli camlarının önünde oturuyor, camdaki cansız yansımasına bakıyordu. Elini kareli ceketinin cebine attı, bir sigara çıkardı, ateşledi; onlarca yılın alışkanlığı ile birbirini izleyen devinimler. Kendini savunmaya çalışmamıştı bile. Oysa soruşturma açılması gereken bir durum yoktu. Tamam, kendi sorumluluğundaki bir demirbaşın kaybolması bir problemdi, ancak telafisi imkânsız değildi.
Aradan yarım saat kadar geçmişti. Art arda çaylar, sigaralar… Ceketinin altında duran tabancasını hatırladı – bereket, önceki gün kapıdan döndüğünde yanına almıştı, yoksa sadece kampüste silah bulundurması bile soruşturma açılmasına yeterdi. Neden yanında taşıyordu ki silahını? Eski bir aile geleneği, yüz yıllık bir itiyat. “Herkesin tutunacak bir dala ihtiyacı vardır bu hayatta.” Böyle söylemişti dedesi. Bugüne kadar kimseye sezdirmeden, utanılacak bir şey yapıyormuş gibi, sırtındaki bir yük gibi, yüreğindeki bir suçluluk gibi taşımıştı tabancayı. Ama işte buradaydı: tek sırdaşı, tek yoldaşı, tek arkadaşı olarak. Belki de Ömer’i bu kör sokaktan çıkaracak olan sadece oydu. Önceki gün Erman Bey’in ölümünü öğrendiğinden beri kafasının içini bir fare gibi kemiren intihar düşüncesini uzaklaştıramıyordu. Tek bir insanın kendisine duyacağı itimat onu hayata bağlamaya yeterdi aslında. Ama hayır. Başka bir seçenek göremiyordu. Yine de son sözünü söylemeden ölmeye niyeti yoktu. Bu yüzden birazdan içeri girecek, Süleyman’ın odasına kadar ağır adımlarla yürüyecekti – belki de bölüm başkanının odasında Kaan da olacaktı, evet, böylesi daha iyiydi. Karşısına dikilecek, “Ben hırsız değilim!” diye bağıracaktı. “Ben dürüst bir adamım!”
Sigarasını plastik kül tablasının pürüzlü zeminine bastı, ayağa kalktı. Yürürken yağmurun kendisini ıslatmasına müsaade ediyordu. Son bir kez, ruhunu temizlemeye çabalıyordu. Her soluğunda soğuk hava beyin kıvrımlarının arasında dolaşıyor, onu uyandırıyordu.
Bölüm binasının kapısına geldiğinde karşısında Kaan’ı gördü. Kaşları çatık, uğursuz gözlerini yere dikmiş, hiçbir şey görmeden, büyük adımlar atarak geçti Ömer’in yanından.
Hemen ardından Gülben göründü. Apartmanın meraklı komşusu gibi, her olayın şahidiydi. Bir dedikoducu merakıyla mı, yoksa rekabet ortamında ayakta kalabilmek için mi her şeyden haberi olsun istiyordu anlayamadı Ömer. Bir şey sormasına fırsat kalmadan Gülben atıldı.
“Sizi gördüğüme sevindim, hocam. Süleyman Bey’in odasına çıkalım isterseniz.”
Planları alt üst olduğunda Ömer boşluğa düşerdi. Sonbaharda bir çınarın kuru dallarından kopmuş bir yaprak gibi, rüzgâr nereye eserse, su nereye götürürse kapılır giderdi. Teslimiyetin dayanılmaz hafifliğini duyardı. Umarsız ve umursamaz.
“Çıkalım” dedi, usulca.
Makam odası tıpkı bıraktığı gibiydi; bölüm binasının eskimiş koridorları, sınıfları ve laboratuvarları ile uyumsuz, insanın gözünü yoracak kadar gösterişli, ziyaretçisini bir an evvel kovmak ister gibi zevksiz, ışıltılı ve girintili çıkıntılı. Ancak şimdi Ömer hesap verir gibi ayakta durmuyor, bölüm başkanının karşısındaki deri koltukta rahatça oturuyordu. Süleyman beklenmedik bir sıcaklıkla içeri buyur etmişti onu. Ömer ayrıldıktan sonra olanları bir çırpıda anlatıvermişti.
“Senden hemen sonra Kaan ve Gülben Hoca odalarına çekildiler. Üçüncü sınıflardan Çağrı yanıma geldi – Çağrı’yı tanırsın, babası iş adamı olan hani. Bir ses kaydı dinletti. Kaan’ın yanına gitmiş not istemek için, rüşvet teklif etmiş, bizimki de kabul etmiş. Çağrı’ya da sıra gelecek tabi, yaptığı kabul edilir iş değil. Ama önce Kaan’ı halletmem lazımdı. Hemen fırladım, odasına gittim. Estim, gürledim. ‘Böyle bir davranışla üniversitemizin adını nasıl lekelersin?’ dedim. Seninki ne yapacağını şaşırdı. Dut yemiş bülbüle döndü. Eli ayağına dolaştı. Yerinden kalktı, bir yandan kendini savunmaya çalışıyor, bir yandan diğer hocaları ve öğrencileri kötülüyordu. Dolabına gitti. Bir şeyler arıyormuş gibi yapıyordu. Heyecandan saçmalamaya başladı. Dolabın kapağını açınca üst raftan senin multimetre yere düştü. Onun da hesabını anında sordum tabii. Senin ayağını kaydırmak için yapmış. Kendince seni aradan çıkarıp profesör kadrosu için bir rakibi eleyecek. Köpürdüm tabii… Kaan Hoca’nın hırslı olduğunu bilirdim ama bu kadarını da beklemiyordum doğrusu. Velhasıl, hocam, multimetreyi çalan, odasında saklayarak da asıl ihtiyatsızlığı yapan oymuş. Beyhude günahını almışız senin. Sen de hiç yardımcı olmadın bize, ne bilelim… Kaan Hoca’ya soruşturma açılacak. Hem rüşvetten, hem hırsızlıktan.”
Süleyman bunları anlatırken Ömer onun yüzüne bakıyor, göz kenarlarındaki kırışıklarda, gözlerinin akı ile karasının buluştuğu çizgilerde, dudaklarının kenarlarındaki kasılmalarda bir hicap ifadesi arıyordu. Boşunaydı. Aksine, büyük bir suçluyu yakalamış olduğundan kendisiyle gurur duyuyordu Süleyman. Kendini kahraman ilan ediyordu.
“Bir şey çıkmaz o işten” dedi Ömer.
Ömer bu ana kadar sesini hiç çıkarmamıştı. Bölüm binasının kapısında kendisini bıraktığı rüzgârın kollarındaydı hâlâ. O rüzgâr Ömer’i sürükleyip buraya kadar getirmişti; hiçbir şey yapmadığı halde üzerine yüklenen suçlamadan, hiçbir şey yapmadan aklanmıştı. Ancak bulunduğu yerden memnun olamıyordu. Ağır bir hastalık sürecinin ardından hastaneden çıktığı andaki gibi bir ferahlık hissi duyacağını düşünüyor ama duyamıyordu. Boğazında takılı bir gıcık sürekli onu rahatsız ediyordu. Gençlikten erişkinliğe geçtiğinde oluşan, kandırılmanın, aptal yerine konmanın, üzerine basılmanın, kullanılmanın ve umursanmamanın yarattığı bu gıcık bir türlü geçmek bilmiyordu.
“Şimdi ne yapmayı düşünüyorsunuz?” diye sordu Gülben.
“Emekli olacağım, sanırım. Şu projeyi bitirelim de – öğrenci arkadaşları yarı yolda bırakmak istemem.”
“Doğru dedin, hocam” dedi Süleyman. “Yönetime verdiğimiz sözleri tutmamak olmaz. Sonra istirahate çekilirsin.”
Ömer ağır başlı bir eda ile müsaade istedi, makam odasını terk etti.
“Adama bakın, yahu. Bir teşekkür bile etmedi. Yazık” diye sitem etti Süleyman. Gülben’in pek umurunda değildi bu durum. Konuyu kendine çekmek için söze girdi.
“Hocam şu kadro ile ilgili…”
“Merak etmeyin Gülben Hanımcığım. Kaan Hoca soruşturma geçirecek. Ömer Hoca da emekli olmak istediğini söyledi – hoş, istemeseydi de kadroyu ona vermezdik. Kadro sizin.” Arkasına yaslanırken kendi kendine söylendi: “Ne kadroymuş arkadaş!
Hakan selam,
Hikayedeki tüm karakterleri gerçekçi buldum. Hepimizin hayatından birer Süleyman geçti maalesef. İçi çürümüş ve doymak bilmeyen egolarıyla kaç zihni körelttiler. Ömer bir öykü karakterinden fazlasını hissettirdi bana. Her gün karşı kaldırımda yürüyen renksiz takım elbiseli, yaşlıca ve düşünceli adamlardan biri. Ömer’in nafile hak arayışını, ki kendisi bile umutsuz, kasılmış yanak kaslarımın gerginliği eşliğinde okudum. Sanki onun zaferiyle rahatlayacaktık okurlar olarak. Ama aksine çekmecenin karanlığına geri döndük Ömer’in boşanma kağıtlarına ve metalik kabzasının soğukluğuna. Belki Ömer hayatın, ihtiyar kaşlarına oturttuğu büyük kayanın ağırlığından kurtulacak emeklilikte. Ömer’in umuduna, çabasına, senin de eline sağlık Hakan.