Benim adım yok. Ama vampir diyorlar. Kana susamış ölü bir adamsın diyerek sarımsak ve kazıkla bekliyorlar. Bir evim yok. Ama var diyorlar. Ormanın ardındaki kara kubbeli şatoyu ateşe vermek istiyorlar. Bir ülkem yok. Sen Rumensin diyorlar. Macar dağlarında doğup Transilvanya ormanlarına gömüldüğümü söylüyorlar. Ya beni biriyle karıştırıyorlar ya da kim olduğumu bilmiyorlar.
Dediklerine göre ölmeden önce fena işler yapmışım. Askerleri kazıklara çakmış, bakirelerin kanlarını fıçılamışım. Krallığımda aç kalmasın diye akşamları yoksul doyurmuş, gün doğmadan kızgın demirlerle karınlarını yarmışım. Çoluk çocuk dememiş, nice gövdelerden nice başlar kopartmışım. Güneşten saklanır, ay ışığında dışarı çıkarmışım. Uluyan kurt adamlar ve inleyen cadılarla arkadaşmışım. Onlarla beraber avlanır, kimi zamansa anlaşamazmışım. Zaten genelde yalnızmışım. Dişlerimi geçirdiğim bir masum bulursam gırtlağını koparır, bulamazsam çığlıklar atarak, yapayalnız şatoma uçarmışım.
Tabii tabii, bir de keskin mi keskin, sipsivri dişlerim ve rüzgârlı gecelerde açtığım upuzun kanatlarım varmış. Bunlarla ısırıp uçar, sonra da yarasalarımla oyalanırmışım.
Derim dökülürmüş, yanaklarım içe çökükmüş. Tırnaklarım pençe gibiymiş ve nefesim çürükmüş. Saçlarım yoluk, sırtım hafif kamburmuş. Feri sönmüş kara gözlerim, ateşte kızıl görünürmüş.
Camdan kadehlerim ya da kerpiç odalarım yokmuş. Kafatasından kan içip, kemik oymalı korkunç bir tabutta yatıyormuşum. Çekmecelerimde kemikler, dişler duruyormuş. Kanepelerim sırt derisiyle kaplıymış. Misafirlerim göğüs kafesinden oyulmuş uzun kaşıklarla yemek yiyormuş.
Misafirlerimi tanımıyorum ama şimdi onlara imreniyorum. Çünkü yarasaların kanat çırpıp, kurtların uluduğu bu alacakaranlıkta saatlerdir yürüyorum ve acıkan karnımın sırtıma dikildiğini hissediyorum. Hiçbir şey hissetmediğimi söyleyen masalcılara duyurulur!
Önlerinden geçtiğim mısır tarlaları bomboş görünüyor. Sanki saçaklarının içlerinde danelerden eser yok. Uzatsam bir koçan parçası yerine, rüzgârı bulacağım ellerimde. Oysa ben görebileceğim ya da dokunabileceğim bir şey bulmak istiyorum. Bu istek uğruna günlerdir hiçbir şey yemeden yürüyor, yine de bu bıkkınlık verici yorgun açlığa rağmen durmayı hâlâ düşünmüyorum. En azından az önce adımlarımı yavaşlatan yüksek karartıyı görene kadar böyle düşünüyordum.
Sonra acılı ulumaların uzaklaşıp, kanat çırpan çığlıkların çoğalarak yakınlaştığı bir yere geldim. Başımı kaldırdığımda, ayın ışığını daha da solgunlaştıran kapkara bir şatoyla karşılaştım. Tepeleri sivri kuleleri bulutların karnını yarmıştı. Birbirine kenetlenmiş yarasalar çığlık çığlığa uçuşurken, yırtık bir paçavrayı andırıyorlardı.
Kapısı penceresi nerededir, elimi kolumu sallayarak içeri girebilir miyim bilmiyordum. Üstelik içeride biri olup olmadığını ve neyle karşılaşabileceğimi de bilmediğimden biraz korkuyordum ama olduğum yerde öylece dikilecek hâlim yoktu. Üzerimdeki cübbenin yakalarını dikerek ve bana vampir diyen insanların sayısının oldukça fazla olduğunu aklımda tutarak şatoya doğru yürümeye başladım.
Şatonun etrafı surlarla çevriliydi. Bunu, dik bir yamaçtan çıkıp, zincirlere bağlı büyük bir kapıyı görünce fark ettim. Ayrıca şatonun sık ormanların bittiği büyük bir vadi ile kurbağa seslerinin geldiği kapkara bir gölün kesiştiği yerde olduğunu da görebildim. Karanlığı çevreleyen yoğun sisin ortasında, şatonun bulutları delen kulelerine benziyordum. Güçlükle seçebildiğim yolda, düşmemek için tutunacak bir şeyler arayarak sessizce yürüyordum. Yarım saat sonra nihayet parmaklarım, soğuk bir demire dokundu. Demirin soğukluğu kesici savaş aletlerini hatırlattığından önce korktum. Sonra bunun, şatoyu çevreleyen surların kenarına ilişmiş, kümes kapısı gibi ufacık bir geçidin üzerindeki işleme olduğunu gördüm. Şatonun, girilebilecek bir yere benzeyen en yakın yeri olan dev zincirli kapısına oldukça uzakken, ufacık bir geçit deliği bulmamı şanslı olmaya mı yormalı, yoksa tam tersi bundan endişe mi duymalıydım bilmiyordum. Dilimi köpek dişlerimde gezdirip yürümeye devam ettim.
Geçidin ardından -şatonun ne tarafına denk geliyordu kim bilir- bir başka işlemeli demir kapıyla karşılaştım. Fakat diğerinden farklı olarak, bu kapı sur duvarından bahçeye değil, şatonun duvarından içeriye açılıyordu. Ne ben açıp açamayacağımı fazla düşündüm ne de kapı açılmakta güçlük çıkarttı. Elimi uzatmamla gıcırtılı bir ses duymam ve aynı gıcırtıyı ikinci kez duyarken kendimi içeride bulmam bir oldu.
Kapı kapandığı an, dışarıdaki çığlıklı uğultular kayboldu. İçerisi oldukça sessiz ve bir o kadar da soğuktu. Bir koridorun ucundaydım ve duvarlara çakılı haznelerde meşaleler yanıyordu. Yürüdükçe duvarları kaplamış örümcek ağlarını ve küçük çerçeveli, tozlu tabloları görüyordum. Her adımımda, gördüğüm her son şey, gölgemle kaplanıyordu. Bir süre sonra, tam da koridorun hiç bitmediğini ya da yürümeye başladığım yere dönüp durduğumu düşünmeye başlayacaktım ki kapısı olmayan bir kirişin önüne geldim.
İçeriyi görebilmek için kafamı uzattığımda, buranın bir yemek salonu olduğunu düşündüm. Ama yine de gerçek bir yemek salonu olmamalıydı. Çünkü böyle büyük bir şatonun yemek salonu olmak için oldukça küçük görünüyordu. Gerçeğini taklit etmek üzere ya da bir örnek olması için yapılmış gibi görünen uzun bir masanın üzerinde sönük mumlu şamdanlar, işlemeli tahta sandalyeler, geniş tabaklar; yaldızlı kadehler, kaşıklar, çatallar ve bıçaklar vardı.
Tüm bunları, koridordaki meşalelerin yansıyan ışığı sayesinde görebildim. İçeriyi aydınlatabilmenin başka bir olanağı olup olmadığı belli değildi. Bu yüzden şamdanlardaki mumlardan birini meşaleyle yakıp, cılız alevi diğer mumlara pay ettim. Salon aydınlanınca da az önce yanıldığımı fark ettim. Burası bir salondan çok mutfağı andırıyordu. Sıradan bir ev mutfağını değil, saraylarda yemek hazırlayanların yemek yediği alana benzeyen bir mutfağı.
O kadar acıkmıştım ki bunca zaman sonra girmeyi başardığım ilk deliğin bir mutfak olduğunu görmek, durumu iyi ya da kötü şanstan ziyade, neredeyse ilahi bir müdahaleye yormama sebep oldu. Günlerce yürümek bacaklarıma ne verdiyse, bir şey yememek de mideme benzerini vermişti. Ama mumun aydınlattığı sofrada yiyecek hiçbir şey yoktu. Tabaklar da kadehler de bomboştu. Sanki birileri telaşlı bir sofra hazırlığı içindelermiş de bir anda bir yere çağırılmışlar ya da başlarına olmadık bir şey gelmiş gibiydi. Ayrıca koridordaki her köşeyi kaplayan tozlu ağlara rağmen, burada yıllanmışlığa dair hiçbir belirti yoktu. Sofra sanki az evvel bırakılmış gibiydi. Bu içimde belli belirsiz bir endişe uyandırdı. Yine de üzerinde fazla durmadım.
Her ne olmuş olursa olsun, sofra ufacık bir ziyafete hazırlanmışa benziyordu ve ne yazık ki tıpkı midem gibi bomboştu. Belki birbirimize yeterince benzememiz için benim de midemi bir ziyafete hazırlamam gerekiyordu. Bu akıllıca bir fikir gibi geldi ve mutfağı aramaya koyuldum.
Açtığım her dolap kapısında, her çekmecede, eğildiğim her tezgâh altında yalnızca mutfak eşyalarıyla karşılaşıyordum. Tek bir lokmayı geçtim, yemeğe eklenecek bir tutam tuz, yağ ya da biber de yoktu. “Belki geleceğimden haberleri vardır” diyerek sarımsak olup olmadığına baktım ama onu da bulamadım. Kış uykusundan uyanmış bir yarasa kadar açtım.
Masadaki bir sandalyeyi çekip oturmuş ve umutsuzca önümdeki mumun ışığına bakıyordum ki gözümdeki kamaşma, yüzümü başka bir yöne çevirtti. Döndüğüm yön, mutfağın çaprazındaki köşeydi. Şakaklarım ve çenem neşeyle gerildi. Ayağa fırlayıp köşedeki tahta kapıya koştum. Hemen açılacağını umuyordum ama kapı kilitliydi. Kulpunu tutarak gerildim ve var gücümle kapıyı ittim. Sonuç olarak eskimiş demir kulp elimde kaldı ama süngüsü sökülen kiler kapısı açıldı. Tam tahmin ettiğim gibi içerisi çuvallar ve kavanozlarla doluydu ama doğru düzgün görünmüyordu. Koşup masadan bir şamdan aldım ve kilere döndüm.
Mumun ışığını neyin üzerine tutuyorsam, ışığın bana dönüşü hüsran oluyordu. Çünkü çuvallar da kavanozlar da dolu olmasına doluydu ama içlerindeki yiyecekler küflenip çürümüştü. Taze kalmış tek bir lokma yiyecek yoktu. Küçücük odada bir dilim de olsa ağzıma atabilecek bir şey bulurum ümidiyle her köşeye baktım. Hatta bir ara yere eğildiğimde şamdan elime ağır gelince az kalsın mumla kaşlarımı yakıyordum.
Yiyecek bulmaya dair bütün umutlarımı tüketmiş ve burada tıpkı çuvallara tıkıştırılıp, kavanozlara doldurulmuş yiyecekler gibi çürüyüp kokacağımı düşünmeye başlamıştım ki içeriden gelen bir tıkırtı duydum. İçeride birinin olacağını biliyordum! Bu ister bir fare, ister bir insan olsun. Yalnız olmadığımı düşünmek, bir düşünceden çok, endişelerimi haklı çıkartan bir gerçekti. Korkmak istemiyordum. Karnım bu kadar acıkmışken, içimi korkuyla değil yemekle doldurmak istiyordum. İşaret ve başparmağımı önce dilime, ardından mumun fitiline bastım. Yerimden doğrulup kilerden çıktım. Masadaki mumları üfleyerek söndürdüm. İçeriden gelen her kim ya da ne olacaksa, beni görsün istemiyordum. Onu karanlıkta karşılayan ben olacaktım. Gözlerim karanlığa alışana kadar bir köşeye sinip beklemeye koyuldum. Ama dakikalar geçmesine rağmen tek bir ses gelmiyordu. Acaba gerçekten fare miydi? İlk tahminim olan fareden başlayıp, başka tahminlere doğru ilerlerken, ilkinden daha büyük bir ses duydum. Ne olduğunu anlayamadan devamı duyuldu. Bunlar artık tıkırtı olmayı aşmış gürültülerdi.
Sindiğim karanlıkta, tıkırtıyla başlayıp gürültüye dönüşen seslere kulak vererek sessizce beklemeye devam ettim. Sesin neye ait olduğunu düşünmeye çalışıyordum. Bu aidiyet merakı, sesin sahibinden çok, sahibin ne yaptığıyla da ilgiliydi. Alışmış olduğu karanlıktan koparmak istemediğim gözlerimi kapamadım. Hayalimi soluk karanlıkta canlandırıyordum.
Önce bir yerleri karıştırdığını düşündüm. Fare olsaydı bunu yiyecek aramaya yoracaktım ama gürültüler iki ayak üzerindeki bir fareye işaret ediyordu. Sanki çekmeceleri açıyor, koltukları kaldırıyordu. Gürültüler saniye aralıklarıyla sürüyorken aklıma iki ihtimal geldi. Sesin sahibi başta sessizce hareket ediyorken, içeride kimsenin olmadığından emin olarak gürültü yapmaya başlamış olabilirdi. Bu yüzden benden korkma ihtimali oldukça yüksekti. Yani ben de bir ses çıkararak onu korkutabilirdim. İkinci bir ihtimalse sesin sahibinin aynı zamanda ev sahibi olduğuydu. Yani bu, şatoyu avucunun içi gibi bilen biri anlamına gelirdi. Karşısında nasıl şansım olabilirdi? Anlatılan hiçbir hikâye de işime yaramazdı üstelik. Ne sipsivri dişler, ne uzun deri kanatlar, ne kana susamış çığlıklar… Onun karşısında bir şansım olduğunu sanmıyordum. Belki de aynı hikâyeler onun için de vardı. Tabutta uyuyan ölü bir adam. Kan içerek hayatta kalıyor. Bazı geceler çığlık çığlığa uçuyor. Belki yüzlerce yıldır yaşıyor. Zaten ölü olduğundan hiçbir zaman ölmüyor. Yaralanırsa inzivaya çekiliyor. Ve onu engelleyebilecek tek şey bir baş sarımsak! Üstelik o da yok. Olsa bile şu arkamdaki kilerde çürümüş halde duruyordur.
Ben de duruyordum. Gürültüler ne kadar sürüyorsa ben de o kadar bekliyordum. Artık yerimden kalkmam gerektiğini düşünüp, en azından uyuşan bacaklarımın sızısını geçirmeye niyetlenmişken, demir bir kapının gürültüyle açıldığını duydum. Bu bana sakarca bir hareket gibi geldi. Sanki yapan kişi cahilane bir cesaretle dolarak, şatoda yalnız olduğundan emindi. Ne düşünüyor olursa olsun açtığı bir kapıdan koridora çıkmıştı ve meşalelerin asıldığı duvarlara kara çizgiler dadanmıştı. Yaklaşıyordu, duyabiliyordum. Adımlarının sesi arttıkça merakım ve endişem de artıyordu. Tam tekrar bir köşeye sinip kalacaktım ki mutfağın kirişinde bir gölge belirdi. İstemsizce ürperdim. Sonra gölgeye daha dikkatli baktım. Fazla uzun değildi. Hafif kamburdu. Kafasının kenarlarındaki saçları yolunmuş gibiydi.
“Yoksa…” dedim kendi kendime. “Bu o mu?
Olduğu yerde öylece dikilen gölge, duvardaki bir meşaleyi kaptığı gibi, hızla mutfağa girdi ve ateşin vurduğu yüzümü görür görmez bas bas bağırmaya başladı. Meşaleyi ve o ana kadar elinde olduğunu görmediğim bir takım şeyleri yere düşürdü.
Kaçacağını düşünmüştüm ama kendisi de yere düşmüştü ve kekeleyerek bağırıyordu. İlk şaşkınlığı atlatan ben de onu susturmaya çalışıyordum. Meşaleyi yerden alıp masadaki mumları yaktım. Meşaleyi haznesine geri koydum. Loş mutfağa döndüğümde yere düşenleri ve gölgeyi görebiliyordum. Korkutucu olduğunu sandığım gölge, karşımda korkuyla kekeleyen orta yaşlı bir adamdı. Yırtık pırtık giysileri ve hırpani görünüşüyle fakir bir köylüyü andırıyordu. Daha fazla korkutmamak için uzağında durdum. Soluklarının yavaşlamasını bekliyordum.
Biraz daha normal nefes almaya başlayınca bir sandalye çekip karşısına oturdum ve “Sakin ol!” dedim. “Çek bir sandalye, otur. Dilimi anlıyor musun?”
Başını aşağı yukarı salladı. Sandalyenin birini ayağımla ona ittim. Gözlerini benden ayırmadan oturdu. “Kimsin sen?” diye sordum. “Burada ne arıyorsun?”
“B-ben…” dedi. “Bilmiyordum burada biri olduğunu.”
“Ben sana onu mu sordum? Kimsin diyorum? Burada ne arıyorsun?”
“Haa… Ben köylüyüm. Aşağılardaki köylerden birinden geliyorum. Evi arıyordum.”
“Burası ev değil, şato. Evi arıyorum diyorsun ama dakikalardır içerde tangır tungur dolanıyorsun. Kim bilir ortalığı ne hale getirdin! Evi evin içinde mi arıyorsun?”
“Yani… Şey… Evi arıyorum derk…”
Korkulu gözlerine korkusuzca eğilip “Doğruyu söyle!” dedim. “Ne arıyorsun?”
“Ben…” dedi bir sır verir gibi yanaşarak. “Yiyecek arıyordum.”
Yüzümü ekşiterek arkama yaslandım. Kollarımı bağladım.
“Ne zamandır arıyorsun?” diye sordum.
“Belki iki, belki üç gün.” dedi.
Yok artık! Dalga mı geçiyordu?
“Ne yani? Köyünde yiyecek bir lokma yok mu da kalkıp üç günlük yerden, içinde ne olduğu belli olmayan bu dağın başına geliyorsun?”
“Buraya gelmiyordum ki. Yiyeceği başka yerlerde arıyordum. Sonra uzaklardan burayı gördüm. Zaten iki-üç gün süren köyün yolu değildi. Buraya ulaşmam o kadar sürdü.”
“E korkmadın mı buradan?”
“Yoo, korkmadım.”
“Nasıl korkmadın?”
“Karnım aç ne yapayım? Korkacak kadar vaktim yok. Neyden korkacağım hem?”
“Bilmem. İçeride birisi olur, bir şey çıkar. Burası korkutucu bir yer.”
“Orası öyle ama ne yapayım? Diyelim ki birisi beni öldürmeye çalışacak. Biri beni öldürse ne olur? O öldürmese açlık öldürecek.
Doğru söylüyordu. Utanca benzeyen bir duyguyla başımı eğmiş, önüme bakıyordum. Gözlerim yere değiyordu. Loş mutfakta hem aç ve korkak bir köylüden daha aç ve daha korkak olduğumu, hem de yere düşenleri görüyordum. Bir gümüş kâse, bir parça tortulanmış tuz, bir dilim ekmek, iki baş sarımsak, bir avuç tarhana, bir parmak tereyağı.
Hayretle döndüm ve “Bunları nereden buldun?” dedim.
“Bir yerden bulmadım.” dedi. “Onlar zaten yanımdaydı. Köydeyken yanıma bir şeyler almıştım. Bir bunlar kaldı.”
“Burada hiç yiyecek yok.” dedim. “İstersen bunlardan çorba yapabilirim.”
Söylediğime şaşırdığı kadar sevindi de. Başıyla onayladı. Yere dökülen ne varsa topladım.
Bir iki kap kacak buldum. Tezgâhın odunluklu haznesindeki kısık bir ateşin üzerinde çorba yapmaya koyuldum.
Köylü oldukça rahatlamış görünüyordu. Arkası bana dönük, bacaklarını uzatmış şekilde konuşuyordu.
“Beni anladık da” dedi. “Sen ne arıyorsun burada? Haydi ben köylüyüm. Sen köylüye de benzemiyorsun? Şehirden mi geliyorsun?”
“Sayılır.” dedim, tereyağı kokusunu soluyarak.
“Eee?” dedi. “Ne arıyorsun?”
“Hakkımda söylenenleri.”
“Niye? Ne söyleniyormuş hakkında?”
“Masumlara saldırıp kanlarını içen ölü bir adam olduğum.”
Hızla arkasına döndü. Ama yüzünde korku yoktu. Aksine meraklı görünüyordu.
“Nasıl yani?” dedi.
“Basbayağı.” dedim. “Saldırıp kanlarını içermişim. Yarasalarla konuşur, tabutta uyurmuşum.” “Kim diyor bunları? Nereden çıkmış bu laflar?”
“Bilmem. Yıllar önce köylere dadanmışım. Sonra da uçup şatoma kapanmışım.”
“Buraya mı yani?”
“Olabilir.”
“Vampir misin yani?”
“Öyle söylüyorlar. Güya öyleymişim.”
“Yani öyle değil mi?”
“Bilmem. Belki öyledir.”
Bir kahkaha patlattı.
“Güldürme beni be adam!” dedi. “Tarhana çorbası yapan vampir mi olur?”
“Ne yapayım? Ben de günlerdir yollardayım. Çok acıktım.”
“Ha bir de çorbayı içeceksin? Vampir olsan bunca açlık kahrı çekmezdin ki! Çoktan beni…”
Cümleye başladığına pişman oldu. Uyuyan yılanı uyandırdığını düşünüyor olmalıydı.
“Bir dakika…” dedi konuyu değiştirmek ister gibi. “Sen hepsini karıştırdın mı?”
“Evet.” dedim. “Ne oldu ki?”
“Adam, sen çorba yapmasını biliyor musun?”
“Bilirim.”
Biraz durdu. Sanki başka bir şey diyecek gibi oldu.
“Karıştırmasaydın iyiydi. Neyse, sağlık olsun.” diyerek önüne döndü.
Umurumda değildi. Öyle açtım ki hepsini çiğ çiğ bile yiyebilirdim.
Rahatlamasını sağlamak için “İşte,” dedim. “Vampir olsaydım daha iyisini bilirdim ama belli ki değilim.”
Başını çevirerek şöyle bir baktı, sonra tekrar önüne döndü. Tarhananın kokusunu duyuyordum.
“Zaten” dedi uzun bir sessizliğin ardından. “Ben öyle şeylere inanmam.”
“Nasıl şeylere?”
“İşte vampir mampir. Yok kan içiyormuş, kanadı varmış uçuyormuş, beş yüz yıldır yaşıyormuş. Öyle iş mi olur?”
“Neden olmasın?”
“Sen inanıyor musun?”
“İnanıyorum, demedim. Neden olmasın dedim. Olabilir yani.”
“Sence var mı yani?”
“Var ya da yok. Beni ilgilendirmiyor. Olabilir, diyorum sadece.”
“Bence olamaz. Yok yani.”
“Yok mu, olamaz mı?”
“Olamaz. Yok yani.”
“İkisi aynı şey değil. Yok demek başka, olamaz demek başka.”
“Niye başka olsun? Aynı şey işte.”
Laf anlatacak halim yoktu. Tarhana yanıyordu. Çorbayı pişirdiğim kalaylı tenekeyi ateşten uzaklaştırdım. İki tane kâse bulup içlerine doldurdum. Bir tane havan bulup sarımsakları dövdüm.
“Baksana hem!” dedi başını yarım çevirerek. “Vampir olsan şimdiye ölürdün. Pat pat sarımsak dövüyorsun. Vampire sarımsak dokunur.”
“Nereden biliyorsun?” diye sordum.
“Ne bileyim…” dedi tedirgince. “Sanki öyle duymuştum.”
“Doğru” dedim. “Ben de duydum. Eğer öyleyse şimdiye ölmüş olurdum.”
Rahatlamış gibi gülümsedi ve tekrar önüne döndü. Ellerini önünde bağlamış dua eder gibi bir şeyler mırıldandı. Baştan kulak kabartıp anlamaya çalıştım. Anlayamayınca acıkan karnımın kulaklarımı tıkamış olabileceğini düşünüp dinlemeyi bıraktım. Sarımsakları yavaşça çorbalara koydum. Kâseleri masaya götürdüm.
Sonunda! Günler sonra ilk defa bir şey yiyecektim. Ekmeğin bir parçasını koparıp çorbaya banacaktım. Kıpkırmızı tarhanayı, kaşık kaşık ağzıma dolduracaktım. Ağrıyan vücudum kendine gelecekti. Daha iyi düşünmeye başlayacaktım. Sonra belki köylünün halini hatırını soracaktım. Burada sahiden ne aradığını, korkup korkmadığını, nerelerden geldiğini, neleri sevdiğini, çorbayı nasıl bulduğunu, kendi tarifi olup olmadığını… Ya da birlikte şatoyu gezmeyi teklif edecektim. Belki garip nesneler, kapılar ya da şimdi aklıma getiremediğim başka şeyler bulacaktık. O bana köyünü anlatacaktı, ben ona… Ben ona ne anlatacaktım? Bir ismim ve evim yoktu. Günlerdir yollardaydım ve uyumuyordum. Yorgundum ve açlıktan ölüyordum. Çorbayı kana kana içmek istiyordum.
Tam sarımsaklı tarhanayla doldurduğum kaşığı ağzıma götürüyorken köylünün gaddarca bana baktığını gördüm. Kaşık ağzımın hizasındaydı ve köylünün yüzüne bakıyordum. Ben onun mırıldanmalarını çoktan bir kenara bıraktığım halde, benim son cümlem onun hâlâ kulaklarında yankılanıyor olacak ki kin dolu bakışlarını üzerime salan köylü, “Ölmüş olmalıydın ama olmadın. Şimdi olacaksın!” diyerek, hızla üzerime saldırdı. Elinde, ne zamandır orada sakladığını bilmediğim ucu sipsivri, tahta bir kazık vardı. Tutmaya çalıştım ama ucu yağlanmış olduğundan elimden kaydı. Belli ki kalbimi hedef almıştı ama yağlı kazık kolumu sıyırdı. Acıyla inledim ve köylüyü kulaklarından tutup tokatlamaya başladım.
“Kendine gel!” diyordum. “Ne yaptığını sanıyorsun?”
“Öleceksin!” diye bağırıyordu. “Sarımsak olmazsa kazıkla, o olmazsa ellerimle! Bitti işin!”
Dakikalarca sürdürmeyecektim bunu. Niyetinde kararlı olduğunu anladığımdan, bıraktım kulaklarını çekiştirmeyi. Dizimle kasıklarına ve karnına vurup bileğini büktüm. Yağlı kazık elinden düştü ama kolu masaya çarptığı için, çorba dolu kâseler de bir dilim ekmek de yerlere döküldü.
O kadar sinirlendim ki köylüye çorbanın döküldüğü yerleri yalatıp karnını yarmak ve kafasını gövdesinden ayırmak istedim. Sonra da belki bir çığlık atar ve kanatlarımı…
Ama benim kanatlarım yoktu ki! Ne diyordum? Bu koku da neydi? Elim neden sızlıyordu? Köylünün suratını yumrukladığımı fark ettim. Ağzından ve burnundan kanlar sızıyordu. Köylü bitkin gözlerle, halsizce bana bakıyordu. Midem gurulduyordu. Onu yumruklamayı bıraktım. Yamalı gömleğinin bir düğmesini açtım. Bütün bunları göz açıp kapar gibi hızlıca yaptım. Boynuna yansıyan mum ışığı, damarının attığını gösteriyordu. Çorbalar ziyan olmuştu. Elimin ve parmaklarımın dışını boynunda gezdirdim. Açlıktan ölüyordum. Azıcık yeterdi belki. Bu kadar acıkmışken lafı olmazdı değil mi?
Bir elimle kollarını sıkıca tuttum ve diğer elimle başını kavrayarak yukarı çevirdim. Köylünün boynu, mumun alevinde pişmiş gibi görünüyordu. O yaşlıların masallarına ve çocukların korkularına sebep olan öykülere benziyor muydu bilmem ama sipsivri dişlerimi boynuna geçirdim. Aldığım ısırık öylesine büyük olmalıydı ki köylünün sesi kulağıma bile gelmedi. Sadece biraz çırpındı ve vücudu gevşedi. Düşmesin diye bir müddet daha tuttum ve ardından yere uzatıp, kanını emmeye devam ettim. Sanki bir parça portakalı emiyordum ve ondan geriye tortulu bir posa kalıyordu. O kadar lezzetliydi ki midemin dolduğunu, damağımın mest olduğunu, düşen bedenimin yerine geldiğini hissediyordum. Ne vardı yani biraz acıkmışsam? Şuncacık şeyi hak etmiyor muydum?
Yeterince içtikten sonra mumun ışığında rengi kararan kanı, ayağa kalktım. İçi kırmızı ipekten kara cübbemin düşen yakalarını yeniden kaldırdım. Köylüyü orada öylece bıraktım. Kan yorgunluğumu gidermemiş olsa şatomu gezip içeride tabutumu arayacaktım. Ama kendime geldiğim için bu fikirden caydım. Kim bilir bundan sonra ne yapacaktım? Ay ışığında kanat mı çırpacak, bakirelerin kanını kadehime mi dolduracaktım? Belki de sadece acıkacaktım. Gün ışığında yola çıkıp günlerce yürüyecek, sonra tam her şey sonlanmak üzereyken, ayın ışığını solduran karanlık bir şatoya varacaktım.
- Allahuekber Çölü - 1 Ağustos 2021
- A-Blok ve Bi’Glock - 1 Mayıs 2021
- Acıkkan - 1 Nisan 2021
Merhabalar Mert. Hikayen çok sürükleyiciydi. Ama bir sorunumuz var. Tarhana çorbası. Tarhana çorbası’nın yoğurt kullanımından ötürü Anadolu’dan geçtiğini düşünmekteyim ben. Tarhana otu da Balkanlar, Ege ve Akdeniz’de falan yetişiyor. Şatolarda Balkanlar dışı Avrupa’da yoğun diye biliyorum. Hatam varsa düzelt. Keşke sarımsaklı başka bir yemek kullansaydın.
Diğer seçkilerde de görmek seni, büyük bir arzumdur.
Kendine iyi bak!
Atakan.
Merhaba, oldukça keyifliydi Kendini sorguladığı hikayesinde hayatta kalmak için türe özgü dönüşü oldukça etkiliydi. Cevabını bildiği şeyleri bastırıyor muydu? Bilmiyorum ama çabası hoşuma gitti.
Hayal gücün bol olsun