Öykü

Allahuekber Çölü

“Beni zindandan çıkarttı ve size çölü aştırdı.” 12/100

Rabbim beni terk etti ve darıldı da. Biri bunu bin yıl evvel söylemişti bana. Şimdi kumlarca örtük ve o an reddederek yanıldığım zamanlarda. Kabulü, perde inen gözlerle gelen her gün gibi bu da sığdı akşama. Vakit öldükçe ve kanım aktıkça.

Doğduğum kente aldanık bir dönüş. Aydınlıklı bir dövüş için güneş kızdırdım. Sonra karanlığa gömülü sallanık bir mahcubiyetle, günler kemikler gibi ağrıyana dek salladım ve sallandım.

Hatırımda, bir ezber dua gibi seyrelmiş ilk şey kanın tadı. Unutmuşum, kuma karışınca hatırladım. Yürüdükçe yürüdüm, yürüdükçe uçtum sandım. Oysa bilin ki keramet ehlinden ne bir el ne de bir tövbe aldım. Kaldı ki tövbelerin tesiri yoktur bende. Günahlarım dikiş tutmaz yaralar gibi. Okkalı sancılarla dolu her biri. Garabet uykularda edindim onları. Yedi değil yetmiş uyur oldum. Mağaramda kaç asrı devirdim bilmiyorum. Bilsem -ki bilirim ki bilmem- yine de değişmez. Rüyayı değil uykuyu bilirim. Yürüdükçe şu gökler gibi delindiğim uykularda, gözlerimden akan yaşta görünür, koyu rüya delikleri. Uyku, dalındıkça kararır; işte budur rüya dedikleri.

Yine o deliklerden akıp savrulduğum bir gün. Ya da gündü. Bilmiyorum kendimi tövbekâr izlerde günahla bulduğum an dün mü, bugün mü? Hangisi olduğu fark etmez. Yanan da yakılan da savruluyor burada kumla beraber. Ama ben savrulmadım. Ne bir süzülüş ne de bir dökülüştü bu, anladım. Ben sırtımda ilahi tekmeler hissederek dünyaya fırlatıldım.

Düştüğüm cansız toprakta canları çekilenler hayretler içinde baktılar bana. Can çekişirken kulaklarımı verdim onlara.

“Boğazında takılı kalmış bir elma da yok ama nasıl düşüvermiş buraya?” diyerek şaşkınlıkların üstünde yürüyen et parçaları. Onlar da biliyor ya da bilmeyenleri görüyorlardı. Ne bir meyvede ısırık bırakmıştım ne de kasığımda incir yaprakları.

Sadece düştüm. Belki de sadece düştüm. Ama sırtıma, korkularından çektikleri tırpanları geçirenler, hakikat diye haykırdığında, bir defa dirilmek için bin defa ölmüştüm.

Sırtıma kanlı oraklarıyla üşüşen leş kokulu nefisler, kalbimden oluklarca kan akıttılar. Ruhumdan, kerpiç kadehlere dolacak sarhoş damlalar damıttılar. Önce gecelerce korktum. Sonra günü bulmaya koyuldum.

Sırtımdan ciğerime kanlı yollar açan kesiklerle bekledim. Yıldızlı gecelerde yaldızlı kumlara sürünüp kendimi bir kıskaçsız akrep belledim. İbrahimî ateşlere meyledip, sırtıma zehir zerk edip, imanı inkârına gizil sancılı intiharlar eyledim.

Gün geldi kurtuldum, okyanusa savruldum. Gece geldi, kendimi çöle sürünen acıların altında buldum. Bir de baktım ki tepeme üşüşen şu leş kargaları uçuşmuş. Ben onlara ağlıyorken, onlar da bana korkuyormuş. Böylece yeniden yollara düştüm. Ben ki yollarda bir düştüm.

Ama kendimi gerçek belledim. Vahye muhatap bir sakalı ağrıkla rastlaşana kadar, bilemezsiniz, ne günahlar işledim. Sırf onun şefkatli şefaatine nail olabilmek için. Kendimi kurtarışa kurban olup adandım. Kurtuluşuma rabbani kefiller arandım.

Başka türlüsü yanaşmadı canımı memnuna ya da mahva.

Şimdi gördüğüm bir serapsa da bulduğum, görüyorum ki bir vaha. Sakalı ağrık bir ihtiyar duruyor, sahtiyanları koparılmış hurma ağacının altında. Ağlayarak bakıyor; biriken yeşil suyun, sakalından sarkaçlar gibi dökülen damlalarına. Testisi bir yanda, avuçları diğer yanda. Dolduruşa ayıracak tek bir kum tanesi yok. İçiyor yaralarımdan akanlar adına, kana kana.

Ey peygamber! Ey keşiş! Ey derviş! Adın her neyse, neyin adını fısıldayıp, göklerden neyin yardımını diliyorsan, bırak kalbinde ve soluğunda kalsın! Dualarını esirge benden ve yaklaşma! Yaradanının lütfunu lütfet ve lütfen durmaya devam et uzağımda! Yalnızca, gözlerini bana dikme ve çölün kumu adına, bir dua bahşet adıma! Çünkü kopkoyu kanı zerk etmişler damarıma, fırlatıp atılmışım kızgın kuma! Ben de kızgınım artık ona…

Çünkü ben uykulardan geliyorum ey ermiş! Yuva ettim kendimi karanlığa ve uykular bıraktım dipsiz mağaralara. Her biri tersi çıkan düşler beni neye düşürdü göremiyorum artık. Söyler misin, yoksa ben, rüyalara tılsımlı hecelerle mi bağlandım? Kımıldayan dudaklarımda ölü bir nun harfi mi saklı? Oysa mim sancısı girmişti, boğazı kesilmiş şu mürtet varlığıma. Bir musibet bela olmuştu dalgalanan donuk sorgulara. Sordum ve bekledim; uykuda, mağarada.

Biliyor musun, ben ne çok akşam devirdim uzaklarda? Her saatin başı uç uca getirilmiş de beni bu dalgın çöllere bırakmış gibi geldi bana. Aslanlara da yılanlara da yem olamadım.

Ne oldu? Sen de mi gideceksin? Ermek ve kurtarışın elleri olmak sana böyle bir gülüş mü bahşetti? Bana kara bir baht uzatıp çekilirken?

Bak, gör beni! Kumdan suya tekâmül ediyor varlığım.

Şimdi ben neyim? Karanlıkta küfürlü bir ışık. Bir nebinin rabbini şahit kılıp yardığı aydan küller gibi dökülen gül kokulu ay tozları. Bozkır uzak, vaha serabı yakın. Rüyalarıma sıkışan kumlardan güneşin döküldüğü cam kırıkları. Düşümle yan yanayım. Yan yananın kelimeleri ayrı…

İnsanlar geliyor derviş! Şimdi onlar gelirlerken susmalıyım. Konuştuğumu bilmesinler. Ama sen bil ki ben ne bir şey istedim, nebi şey istedi… Şey… Hiç… Sus! Geldiler…

Hayır! Bırakın! Bırakın da beni, öleyim! Bırakın da göreyim şu şehadet sularıyla köpüren dalgalı ırmakları! Başka türlü nasıl bulabilirim kendimde bu yılgınlıkları taşıyan tekrarlı kayalıkları?

Söylesene, gördün mü? Tekrar kaldırırken kayayı? Söyle!

Gördün mü secdeye varan örtük bedenimde gizli korkulu inkârı?

Görmediysen duy! Duymadıysan bil! Bilmiyorsan da unut! Daha ötesi yok. Bak ben unuttum.

Kızgın güneşin altında ben, bu aynı ben, rüzgârla beraber savruldum. Savruldukça, düştüğüm yerden geldiğim yere geri döndüm. Cennetin ardını ve bahçelerini düşündüm. Cehennemin aralanmış kapısından gelen esintide ne bir yudum su buldum, ne bir peygamber gördüm. Kumu yıldızlı soğuk gecede yanıp, gündüze üşüyen ıssız mı ıssız, sonsuz bir çöldüm.

N. Mert Demirel