Öykü

Gasta Baba

Demir kapı, mekanik gürültülerle açıldı. Bu ses, kasıtlı bırakılıyordu ve kapı her açıldığında idarenin haberi olması için ne menteşeler yağlanıyordu ne de birbirine sürten, sıkışan kapı ve kasa ayarlanıyordu. Kapıda üç kişi göründü, sağda ve solda duranlar üniformalarıyla hapishanenin görevlileri olduğunu belli ediyordu. Ortada yaşını tahmin etmesi zor olan biri vardı. Ortadaki adamın yüzüne bakarsanız yaşına yetmiş de diyebilirdiniz yüz yetmiş de. Ama vücudunun dinçliğine bakarsanız otuz bilemediniz otuz beş derdiniz. Üzerinde haki renkte uzun bir pardösü vardı. Yer yer yıpranmış iplikleri ortaya çıkmış bir elbise yoksulluğunu daha da arttırıyor gibiydi. Yüzü başındaki eski avcı şapkasına rağmen güneşten kızıldan karaya dönecek kadar yanmıştı. Özellikle ensesi kırış kırış olmuştu. Uzun gri sakalları Mekke’den yeni gelmiş hacı havası veriyordu kendisine. Yeni gelenin hali koğuşun demir kapısında görünür görünmez ahalinin ilgisini çekmişti. Gardiyanlar kendisine “Allah kurtarsın,” diyerek içeri kattığında içerdekilerin yüzünde alaycı ifadeler belirmişti. Gardiyanlardan yaşlı olanı kapının eşiğinde bir an durdu ve “Dışarıda yaptıklarını sakın burada yapma,” dedi. Bu sözler biraz da içeridekileri etkilemek içindi. Kapı gürültüyle kapandı.

Fırfır Ali, ilk ileri çıkan kişiydi. Ufak tefekti ve otuzlu yaşlara yaklaşsa da yaşını belli etmeyen bir fiziği vardı. Çok konuşur, karşısındaki iltifat etmeyi severdi. Bu yüzden koğuşun en neşeli tipiydi ve asla Maruf abisinin sözünden çıkmazdı,

“Beybaba, hoş geldin” dedi ellerini ovuşturarak. Birkaç adım gerisinde duran iri yarı adama kaçamak bakışlar atıyordu gülümseyerek. Koğuşun meydanı sayılabilecek kapı sahanlığının çevresine kurulan ranzalardaki kader kurbanları kimi oturduğu yerde kimi de ayakta yeni gelenin kim olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Özellikle de Gardiyan Kudret’in son söylediği cümleye takılmışlardı. Ne demekti dışarıda yaptıklarını burada yapma? Olanları izleyenlerin arasında diğerlerini sağa sola iterek biri çıktı.

“Benim adım Maruf,” dedi tok bir sesle. “Bu koğuşun nizamı ve intizamı benden sorulur.” Arkadaşlar bana saygıda kusur etmezler ve yeni gelenlerden de bu beklenir.” Yaşlı adam ilgisizce sağa sola baktı Kendisini izleyenlere aldırmadan yürüdü dipte duran ranzalardan birine yanaştı. Eliyle yatağı düzeltmeye çalışırken arkadan gelen nara ile ellerini çekti.

“Maruf Ağadan izin almadan oturamazsın.” Adam şöyle bir durdu. Bedenini kıpırdatmadan başını çevirdi ve arkasından bağıran adama baktı. İri yarı ve uzun boylu adam belli etmese de gözlerini delip geçen bakışlardan ürkmüştü.

“Babalık,” dedi daha sakin olmaya çalışan bir tonda. “O ranzanın sahibi var.” Dudakları gülümser gibi hafif aralandı. Aralıklı ve çürümüş sapsarı dişler ürkütücü görünüyordu. “Burası kalabalık bir koğuş,” dedi tekrar mağara gibi ağzını açarak. “Herkesin yatağı var ve hiç boş yatak yok”

“Maruf Bey oğlum bildiğim kadarıyla bu yatak müsait,” dedi alçak tonda bir ses arkalardan.

“Senin aklın ermez Âdem Hoca,” dedi, “sen kitaplarını okumaya devam et.” Âdem Hoca, saçının beyazı siyahından çok olan orta yaşını çoktan aşmış bir emekli öğretmendi. Eğer koğuşta gerçek anlamda kader kurbanı aranacaksa önce Âdem Hoca’ya bakmak gerekecekti. Kendisi Taksirli trafik suçu nedeniyle buradaydı ve diğerlerine göre misafir sayılırdı. Hem yaşından hem de eğitiminden dolayı saygı görüyordu.

“Yine de bir daha düşünün,” demeye kalmadı genizden gelen bir, “Offf… Offf…” sesi söylemek istediklerinin geri gitmesine yetti. Herkeste var olan ego bu küçük imparatorluğunda tavan yapmıştı Kasap Maruf’un. Tebaa kelimesini bilse kesinlikle kullanırdı ama o arkadaşlarım diyeceğine. Âdem Bey, bir şey yapmadığına yapamadığına eseflendi içten içe.

Civar kasabaların birinden gelmişti buraya Maruf Gülmez. Kendisine takılan ‘Kasap’ lakabını sonuna kadar hak ediyordu. Kimine göre içeri girmeden önce kasaplık yaptığı için almıştı bu unvanı kimine göre de gaddarlığından. Yeniyetmeliğinden beridir suçla içli dışlı yaşıyordu. Kavga çıkarma, adam yaralama, taciz, hırsızlık, uyuşturucu kullanma ilk akla gelenlerdi. Bu defa hangi garibana çatmaktan içerdeydi, Tanrı bilir. Yeni gelen adam hiçbir şey demedi ve yüksek pencerelerden birinin altına vardı. Üzerindeki kalın pardösüyü yere itinayla serdi ve üzerine bağdaş kurdu oturdu. Maruf ve Fırfır birbirlerine baktılar öylece. Kasap, kısa adımlarla kapının arkasına doğru yürüdü kendisini elemanı izliyordu. Olayların gerisinde kalmak istemeyen bir iki kişi daha arkalarından geliyordu. Ne de olsa koğuş ağasıyla iyi geçinmek gerekirdi. Tam köşede durdular. Adam cebinden bir tütün tabakası çıkardı. Sararmış parmaklarıyla bir parça tütün aldı ama o an yanındakilerden biri hızlı davrandı ve kendi sigara paketinden bir sigara uzattı. Bir diğeri de eski bir çakmakla adamın sigarasını yaktı. “Bu saygıyı görmeye devam etmek istiyorsam yeni sorunu çözmem lazım diye aklından geçiriyordu.

Bir nefes ve bir nefes daha kapının arkasındaki köşe uçuk mavi ince bir dumanla doldu. Biraz olsun sakinlemişti Maruf. Ağası rahatlayınca Ali’de rahatlamıştı. “Yola gelecektir Ağam.” dedi. “Yaşına dua etsin moruk.” dedi baş yalakasının yüzüne bakarak. Çocukluğundan beridir çevresinde itiraz sesi duymamaya alışmıştı. Ailesi, arkadaşları hepsi bunu bildikleri için suyuna gitmeyi öğrenmişlerdi. “Adama bak ya bir selam bile vermedi,” dedi öfkeli bir sesle. Belli ki hırsını almamıştı. Bakışları kendi hallerinde gözükse de işi takip eden koğuş arkadaşlarına döndü. Yoksa bunca adam kendisinin madara olmasını mı bekliyorlardı. Bir şey yapmalıydı. Daha bir iki nefes çektiği sigarasını yere attı ve ayakkabısının ucuyla ezdi. Öfkeli adımlarla yaşlı adamın yanına vardı. Ama o an daha da hiddetlendi, adam hiçbir şey olmamış gibi başını kaldırıp bakmamıştı bile

“Burası cami önü değil arkadaş,” dedi ama adam hâlâ önüne bakıyordu. Onunla birlikte gelenlerden biri, “Amca Bey, burada yerde oturma, Gardiyan Efendi gelse ağzımıza eder.” Öfkeli sesi koğuşta yankılanıyordu. O anda demir kapıdan vurma sesleri geldi. Kapının küçük penceresi aralandı Pencerede görünen yılların çizgilerini taşıyan surattan umulmadık yükseklikte bir ses duyuldu.

“Bu gürültüde ne,” dedi.

“Bir şey yok Başefendi,” dedi koşarak kapıya varan Ali, “Maruf Ağam yeni gelen büyüğümüze koğuşumuzun kurallarını anlatıyor,” dedi. Yüzünde alaycı bir ifade vardı.

“Getirmeyin beni oraya, ne sorun varsa hemen halledilsin,” dedi.

“Ben de sizin ne kadar disiplinli olduğunuzu anlatıyordum.” Maruf kapıda duran adamın kendisini duyması için sesini iyice yükseltmişti. Bakışlarını tekrar yerde oturan yaşlı adama çevirdi. “Babacım öyle yerde oturulmaz, seni şöyle iyi bir yatağa alalım” dedi. Sesi yapmacıkta olsa şefkatliydi.

“En iyisi sen şu yatağa geç,” dedi ufak tefek delikanlı. Kapı arkasından bir anda kaybolmuş Maruf Ağasının yanında bitivermişti. Adamın koluna girdi. Onu duvar dibindeki son ranzaya götürdü. İlk bakışta bu yatağın neden boş kaldığını anlardınız. Her şeyden önce yatağı yoktu somyanın çelik şeritlerinin üzerine ince ve eprimiş bir battaniye serilmişti. Yastık ise lime lime olmuş paçavra gibi bir şeydi.

“Hah şöyle, birbirinize saygılı olun” dedi. Ardından dikkat çekmek için copuyla demir kapıya vurdu. Haliyle bütün başlar tekrar kapıya dönmüştü. “Âdem Hoca” dedi. Oturduğu ranzasında elinde kitabıyla duran öğretmen şaşırmıştı. Konuyla ilgisi olmadığı halde adını geçmesi garipti. Kitabını ve gözlüğünü çıkardı.

“Buyurun Rahmi Bey,” dedi.

“Hele bir gel Âdem Hoca,” Kapının kilidinden gelen sesle menteşe sesi hem koğuşta hem de koridorda yankılandı. Kapı aralanır aralanmaz Baş Efendi geri çekildi. Âdem Öğretmen “Hayırdır Rahmi” dedi. Dışarı çıktılar, müdüriyete doğru birkaç adım yürüdüler.

İşin aslına bakarsanız Yılların Gardiyanı Rahmi ile Âdem liseden arkadaştılar. Her ikisi İlin farklı ilçelerinden gelmiş olsalar da Kentin en önemli lisesinde beraber okumuşlardı. Öyle sıra arkadaşı olmak gibi ileri derecede bir arkadaşlık olmasa da birbirlerini tanıyorlardı. Âdem Liseden sonra Ankara da Gazi eğitim fakültesini bitirmiş öğretmen olmuştu. Rahmi ise Adalet bakanlığı sınavlarına girmiş kariyerini cezaevlerinde yapmıştı.

“Söyle Maruf denilen o dangalağa” dedi gardiyan “Yeni gelene fazla bulaşmasın” O bir yabani, bir deli. Kendisinde deli kuvveti var.” Âdem hoca adamın şaka yaptığını düşündü.

“Anlamadım” dedi duyduklarını gerçekten de anlamamıştı.

“O adamı daha önce buralarda gören yokmuş. Üzerinden bir kimlik falan çıkmadı. Ya Birkaç gün tutup salacağız ya da gelip götürecekler”

“Sakin birine benziyor, suçu neymiş?”

“Öyle sakin göründüğüne bakmayın, dedim ya deli kuvveti var. Yaralı Dağ’da açılacak taş ocağına musallat olduğu söyleniyor.” Âdem Hoca, işinde gücünde biriydi öyle anarşik olaylara pek karışmazdı. Ailemle uğraşmak yetiyor zaten derdi. Ama yine de görev yaptığı ilçede ki olaylardan da haberdardı.

“Şu güzelim ormanları talan eden sanki başka yer yokmuş gibi oradan taş çıkarmaya çalışanlardan mı söz ediyorsun.” Baş Gardiyan sözlerdeki imayı anlamıştı, kısa bir süre durduktan sonra “Onlar hakkında mahkemeden yürütmeyi durdurma kararı yok muydu zaten” Gardiyan kafasını salladı,

“Evet, var ama onlar Ankara’daki tanıdıklarına güveniyor olmalılar. O nedenle işlerine devam ediyor”

“Yasa dışı yani.”

“Evet, ama ruhsat alacakların söylüyorlar her yerde. O yabancı birkaç defa şantiyeye gitmiş. Burada çalışamazsınız demiş. Tabi gülüp geçmişler ve tartaklamışlar. “Varmayın üzerime, rahat bırakın hayvan haşeratı,” demiş tekrardan. Bakmış hâlâ üzerine geliyorlar Oda üzerine yürüyen bekçiyi ve arkadaşını sille tokat dövmüş.

“Ne yani, içerideki ihtiyar adam mı dövmüş?”

“He ya hem inşaat bekçisini hem de yanındaki arkadaşını bir güzel benzetmiş. Bekçi, boş bulundum demiş yediği dayağa mazeret bulmak için. Dayak yemişler ama akıllanmamışlar daha kalabalık geri döndüklerinde yaşlı adam ortadan kaybolmuşmuş. Koca şirket durur mu yaşlı bir adam yüzünden, şantiye çalışmaya devam etmiş” Arkadaşının inanmadığını görünce Boynunu büktü

“Bekçiler mi şikâyet etmişler, o piri fani ondan mı burada”

“Tam bilmiyorum, ben söyleyenlerin yalancısıyım. Üstelik asıl bombayı söylemedim. Bir sabah şantiyede kalanlar uyandığında kocaman kamyonların iş makinelerinin devrildiğini görmüşler.

“Yok, artık, bütün bunları yaşlı bir adam yapmış olamaz değil mi?”

“Kimin ya da kimlerin yaptığını gören olmamış. Gürültüye uyanan ameleler bu yarı deli adamı orada görmüşler. Aklı evvelin biri ‘sen mi yaptın bunları’ deyince adam gülmekle yetinmiş”

“Peki, adamı nasıl tutmuşlar”

“O kadarını bilmem, ama bu ihtiyarı bir manga asker getirdi buraya. Sözde askere candarmaya el kaldırmamış. Yürüyüp gidecekmiş ama tuzak etmişler öyle yakalamışlar. “ Öğretmen neler olduğunu anlamamıştı.

“Sorgulamamışlar mı kendisini”

“Sorgulamışlar ama adamdan tek bir kelime alamamışlar. O yüzden Ankara’dan müfettişler gelecekmiş.”

“E, netice.”

“Netice, adama dikkat et ve bak bakalım ağzından laf alabilecek misin?” Âdem Hoca öyle siyasi olaylara katılmazdı ama idarenin adamı gibi de görülmek istemezdi.

“Ben burada misafir sayılırım, biliyorsun beş gün sonra çıkacağım. Beni bu işlere beni bulaştırma.”

“Sen bilirsin, belki memlekete bir faydan olurdu diye dedim bütün bunları sana.” İki adam göz göze geldi. Konuşmanın bittiğini belirtmek ister gibi belki de ağız alışkanlığıyla “Hadi bakalım Âdem, Allah Kurtarsın” dedi. Yılların Edebiyat öğretmeni ağır adımlarla geri dönerken bu istenmeyen kalan kazadan kalan günlerini hesaplamaya çalışıyordu. O kafasından beş gün mü yoksa altı gün mü derken kapı gürültüyle kapandı.

İçeri girdiğinde bütün gözlerin kendisine odaklandığını görünce bir hayli rahatsızlık hissetti. İlçenin komşu ve komşu ilçelerin berduşları neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Birkaç kelime söylemesi gerektiğini düşündü kısa bir süre.

“Baş Efendi, misafirimize iyi davranmamızı söyledi” dedi aklına başka bir şey gelmeyince. Allahtan çalan zil kendisini kurtardı. Havalandırma zamanıydı. Kapıyı açan genç gardiyan adamlara ne yöne gitmelerini göstermek için koridorun müdüriyete giden yönünde duruyordu. Ne olur ne olmaz diye de Rahim ve diğer diğerleri de geride duruyorlardı. Mesleki alışkanlıkla dışarı çıkanları saydı. Kırk bir dedi içinden. Demek İnek Âdem ve yeni gelen Gasta içerideydi. Bunu iyiye işaret olarak gördü. Şimdi ayrım saat baş başa kalacaktı iki pürüz…

Hoca, adamın karşısındaki ranzaya oturdu. Bir zaman başı önde bağdaş kuran yabancıyı izledi. Bu adam mıydı kendisine saldıranları bertaraf eden. Rahminin söylediği iş makinelerinin savrulması olayı neydi. Cami avlusunda önünde kirli mendiliyle otursa kimsenin yüzüne bakmayacağı bu kişi miydi şantiyeye saldıran.

“Günde iki defa yarımşar saat hava alırız, buyurun beraber çıkalım,” dedi. Konuya iyi bir giriş yaptığını düşünüyordu. Cevap olarak kendisine bakan yemyeşil gözler vardı karşısında. Ama dudaklarda veya yüzünün mimiklerinde kıpırdama yoktu. Birkaç saniye göz göze kaldılar. Âdem Bey, ürperdiğini hissetti. Karşısında binlerce yıl yaşamış adam vardı sanki. Karma karışık saçları omuzlarından aşağı dökülüyordu. Üzerindeki bol giysiler o kadar eski ve yıpranmıştı ki yer yer sökülmüş, kabaca yamanmıştı. Saçları ve sakalları yıllardır kesilmemiş gibi uzundu ve çalı öbeği gibi duran sakalları neredeyse göbeğine değecekti. Omzunda üzerindeki giysileri tamamlar gibi koyu kahverengi bir deri çanta vardı. Bütün bu portre kendisine tanıdık geliyordu, sahi bu adamı nereden tanıyordu?

“Biraz hava alırız,” dedi, “değişiklik olur.” Adamda hâlâ bir değişiklik yoktu. Israr etmeli miydi? Yüksek tavanın hemen aşağısındaki parmaklıklı pencereye baktı bir süre. Hoş bir mavilik görünüyordu. “Mavi gökyüzü iyi gelir? Şanslıysak bir kuş bile görürüz” dediğinde adam bakışlarını yukarı pencereye kaldırdı. Dudaklarını büzdü ve adeta şakımaya başladı. Âdem Bey, ne olduğunu anlamamıştı, Gardiyan Rahmi haklı olmalıydı, bu adam deliydi. Konuşmaya çalışırken ıslık çalıyordu ama o saniye aklı başından gitti. Açık pencereden bir kuş girdi önce, bir serçe olmalıydı. Havada döndü bir an ve adamın şapkasına kondu. Öğretmen ne olduğunu anlamamıştı bir tane daha girdi ardından sonra bir kumru ve üveyikler, kırlangıçla sığırcıklar, diğerleri İçerisi bir anda kuş bahçesine dönmüştü. Kimi havada dönüyor kimi yaşlı adamın omuzlarına, iki yana kaldırdığı kollarına konuyordu. Ve adam kırk yıllık dostlarıyla muhabbet edermiş gibi onlarla karşılıklı şakıyordu.

“Eşhedüenla… Kapıdan dikilen Fırfır Ali ne diyeceğini bilemedi gördüğü manzara karşısında. “Bu… Bu adam ermiş” dedi kekeleyerek ve dizlerinin üzerine çöktü. Ali’nin çığlığını duyan kuşlar geldikleri gibi pencereden uçup gitmişlerdi. Geriye havada süzülen bir iki küçük tüy kalmıştı.

“Maruf Ağa, Maruf Ağa, neler gördüm bir bilsen” dedi küçük avluya koşarak. Yüksek duvarların çevrelediği yerde rastgele dolananlar, duvara dayanıp birbirleriyle konuşanlar durdular. “Ne diyon evlat” dedi Maruf. Bu çocuk pek çok işini görüyordu ama bir de bu kadar heyecanlı olmasa.

“Senin Moruk bir ağaç gibiydi ve tüm kuşları üzerine toplamıştı”

“Evlat bu kadar erken içmek iyi değil.” Kahkahalar atmaya başladı. “Hem nereden buluyon bu tozları bana de hadi.” Çevresindekilerde ona uymuşlar dolanmayı volta atmayı bırakıp gülüyorlardı.

“Bu adama bulaşmayalım bu adam evliyalardan olmalı. Kafası, kollar bacakları her yanı bir sürü kuşla dolmuştu ve ne adam kuşlardan rahatsızlık duyuyordu ne de kuşlar adamdan.” Yine de bu mahpus damında en güvendiği kişinin sözüne inanmalıydı. İçeri koridora yöneldiğinde gülmesi geçmişti.

Koğuşun dibinde iki kişi karşılıklı oturuyordu. Yanlarına vardığında Âdem Öğretmen şöyle bir kendini düzeltse de diğeri istifini bile bozmamıştı. Gözleri hafif aralık yukarıya pencereye bakıyordu.

Havalandırma avlusunda olanlarda içeriye girmişti. Kapının önündeki yığılma koğuş ağasını bir adım daha ileriye itmişti. Yaşlı adamın dinginliği kendisini korkutmaya başlamıştı.

“Maruf Bey oğlum, istersen adamı kendi haline bırakalım. Hem böylesi daha iyi olacak.”

“Baş Efendi sana söylemiştir, suçu neymiş, neden buraya düşmüş”

“Bilmiyorum ama öğle hafif şeyler değil.”

“Ne yani adam mı öldürmüş banka mı soymuş” Öğretmen seyrek saçlı başını iki yana olumsuzca salladı. “Hiç biri değil, adam Yaralı dağ da kurulan taş ocağı şantiyesine saldırmış”

“Ne zaman bu hayvanlarla barışık yaşamayı öğreneceksiniz” dedi. Sesi çok uzaklardan geliyor gibiydi. “Siz insanlar, bu gezegenin efendileri değilsiniz. Ne zaman bu gezegende yaşayanlardan sadece biri olduğumuzu kabulleneceksiniz. Yazık değil mi doğaya yazık değil mi savunmasız hayvanlara” Kabadayı Maruf, yaşlı adamın söylediklerini duymazdan geldi.

“Bu bir ayağı çukurda yüz yaşındaki adam mı şantiyeye saldırmış.”

“Ben Rahmi Bey’den duydum. Koca koca dozerleri devirmiş, kamyonları savurmuş,” dedi.

“Palavra,” dedi ardından korku dolu olduğu gizlenemeyen bir kahkaha attı. Bu adam bir oyuncağı bile deviremez” Bir adım attı yaşlı adama doğru. Adam hâlâ kıpırdamıyordu. Bir adım daha attı. Diğerleri belki ne olur ne olmaz diye geride kalıyordu. Adamın yanına vardığında

“Bu kokuşmuş mu dozerleri devirmiş, Bu uyuz mu kamyonları savurmuş.” Önce adamın kafasına yumruk yaptığı eliyle dokundu. Beklediği tepkiyi görmeyince içindeki korku kör bir cesarete dönüşmüştü. Bir daha, daha sert vurdu yaşlı adamın kafasına. Adam başını kaldırdı. Kısa bir süre göz göze geldiler.

“Bak bak bir de beni bakışlarıyla korkutacağını sanıyor” dedi. Koğuşta kalanlar çevrelerini sarmışlardı. Yaşlı adamın dudakları kıpırdamaya başladı. Ne söylediği anlaşılmıyordu ama yukarıdan gelen bir vızıltı sessizliği böldü. Sonra bir tane daha duydular aynı sesten. Havada süzülen bir arı Maruf’un çevresinde dönmeye başlamıştı. Yaşlı adam hâlâ dua eder gibiydi. Ne olduğunu anlamadan belki de bir kovan dolusu arı içeri girdi ve koğuş ağasının çevresinde dönmeye başladılar. Diğerleri korku ile geri çekildiler. Ve arılar Maruf’un ellerine, yüzüne, boynuna neresini buldularsa oraya konup sokmaya başladılar. Öğretmen,

“Beyim, durdur artık,” dedi sesi ağlamaklıydı. Herkese meydan okuyan adam bir o yana bir bu yana kaçıyordu. En son korku ve telaşla yerde yuvarlanmaya başlamıştı. Âdem öğretmen bozuk ranzaya oturdu “Hadi Beyim söyleyin de gitsinler artık” Adam bir kere daha baktı yanında oturan emekli öğretmene ve Elini hafifçe çırptı arılar geldikleri gibi üst pencereden çıkıp gittiler. Tüm koğuş korku içinde duvar diplerinde sıralanmıştı. O zaman bir düdük sesi ortalığı çınlattı. Ardından Gardiyan Rahminin sesi duyuldu.

“Neler oluyor burada, teftiş vaziyeti alın.” Kapı gürültüyle açıldı. İçeri Rahmi Bey girdi. Birkaç saniye herkesin yerini almasını bekledikten sonra “Buyurun Müdür bey” dedi. İçeri giren takım elbiseli adam Başgardiyana dönüp, “Arkadaşlara böyle devam ederlerse yeni tedbirler alacağımızı söyleyin,” dedi. Her zaman olduğu gibi tutuklular ve hükümlülerle doğrudan muhatap olmazdı. Birkaç saniye sonrasında yerde inildeyen iri yarı adamı görünce “Ne oldu buna,” dedi. Soru ortayaydı ve Âdem Hoca söz aldı. “Arı soktu efendim,” dedi. “Hemen bir ambulans çağırın,” dedi tabii gene Başgardiyana bakarak. Diğer gardiyanlardan biri cep telefonunu eline aldı kapının dışında kayboldu.

“Yeni gelen hangisi” dedi müdür tekrar Kalabalıkta hafif bir kıpırdanma oldu. Fırfır “Burada Müdürüm” dedi ama Rahmi beyin bakışları duraklamasına yetti. Müdür kapıya dönüp, avukat bey” dedi. Daha sözü bitmemişti ki koridordan gelen güçlü ses koğuşta yankılandı

“Aiwendil, gidiyoruz” Çok geriden bu ses dipte oturan yaşlı adamı harekete geçirmeye yetmişti. Bir iki adım atıp kapı eşiğine geldiğinde elinde şık bastonuyla duran bir başka yaşlı adamı fark ettiler. Üzerinde bembeyaz bir takım elbise vardı. Beyaz ayakkabıları, beyaz şapkası ve bir ton koyu beyaz kravatı kıyafetini tamamlıyordu. İki yaşlı adam bir an göz göze geldiler. Beyaz takım elbiseli avukat,

“Müdür bey çok teşekkürler,” dedi. Müdür ve iki yabancı koridora çıktıklarında Baş Efendi, kısa bir açıklama yapma gereği duymuştu.

“Öyle bakmayın, adam sağlam bir avukat, müvekkilini kurtardı, üstelik şantiyedeki zararı onun yapamayacağını hepimiz biliyoruz,” dedi. Tam çıkmak üzereydi ki yeşil elbiseli adam geri döndü. Hızla içeri girdi, doğrudan emekli öğretmenin yanına vardı.

“Adım Radagast,” dedi bu defa Âdem Hocanın yüzüne gülümsüyordu. “Hayvanların dostu Radagast,” dedi. Hoca, “O beyaz takım elbiseli adam, avukatın kim?” dediğindeyse küçük bir kahkaha attı.

“O avukat değil, Olorin, ” dedi. Küçük ama hızlı adımlarla koğuştan çıktı. Emekli öğretmen duyduklarına inanamıyordu. Tolkien’in yazdıkları gerçek miydi yoksa. Konuşmaları duyan Fırfır Ali, adı unutmamak için kendi kendine tekrarlıyordu. “Radagast, Radagasta” dedi birkaç kere sonra sıkılmış olacaktı ki kısalttı. “Gasta daha iyi,” dedi. Ardından şaşkınlığı hâlâ geçmemiş olan koğuş arkadaşlarına dönerek

“Kim ne derse desin ben bu Gasta Babayı çok sevdim,” dedi.

Cevdet Denizaltı

Ben Cevdet Denizaltı; tercih ettiğim şekilde olursa Aziz Hayri. İzmir’de Eşrefpaşa’da doğdum. Önce Çınarlı Endüstri Meslek Lisesini sonra Erkek Sanat Yüksek Öğretmen Okulunu bitirdim. Makine Teknolojisi bölümü öğretmeni olarak görev yapıyorum. Okumayı, araştırmayı, yazmayı seviyorum. Tür ayrımı yapmam, bilimkurgu, fantastik kurgu ve tarihi romanlar favorim. Poe ve Tolkien hayranıyım.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *