Öykü

Mahkûmun İlk Rüyası

50 yaşında Nobel Tıp ödülünü kazanan Selim Fırat’ı bu başarıya ulaştıran çalışma Şubat 2402’de 24 yaşındayken başladığı ve yirmi yıllık uğraş sonucu bilimsel çevreler ve ülke yönetimindeki söz sahibi kişilerce kabul edilen Kefaret Kuramı’ydı. Kuramına göre o zamanlar kullanılan hapishane modelleri kişilerin topluma kazandırılmasında yeterli değildi. Gerçek geri kazanımın sağlanabilmesi için kişi işlemiş olduğu suç hariç tüm kimliğini geride bırakmalı, yeni kazandığı kimliğini hakkedene ve işlediği suçun kefaretini kafasının içinde gerçekten ödeyene kadar hapishanede kalmalıydı. Bu prosedürün oluşabilmesi için iki etmenin bulunması gerekmişti. Suç işlemiş benliğinin sökülüp alınması ve suçun temizlenmiş zihinde keskinleşmesi için kefaret serumu; kefaretin ödenip ödenmediğine hükmedecek nitelikte bir zihin yani ARF-12…

2420 yılının Mayıs ayında, yirmi kadına tecavüz suçundan hüküm giymiş bir suçluda yapılan iki yıl süren deneyin başarıyla sonuçlanmasının ardından günümüzde sayısı yüzü bulan hapishanelerin ilki açılmıştı. Selim Fırat ise altmış yaşında kalp krizi sonucu vefat ettiğinde geride bıraktığı büyük fikri mirasın ışığıyla hep aydınlanacak olan mezarına defnedildi.

Bir suçlu bu hapishaneye giriş yapıp gerekli işlemler için girişteki memurların karşısında otururken suçlunun aklında iki şey vardır. Birincisi, suçlunun eskiden bir hayatı vardır fakat bu hayatı hatırlamıyordur. İkincisi, şu anda bulunduğu noktaya gelmesine sebep olan bir davranışta bulunmuştur. İlk bilginin üzerine karabasan misali çökmüş bir sis tabakası bulunsa da ikinci bilgi kafanın içinden çıkıp da bedene gerçekten zarar verebilecek kadar kuvvetli bir kesinlikle beyin hücrelerinin arasında dolaşmaktadır.

Kerem içinse hapishanede geçireceği tam on yedi yıl boyunca olacağı gibi biraz farklı gelişmişti. İlk gününde memurun inanmaz bakışlarının altında ne yapacağını, niye burada oturduğunu bilemez bir şekilde oturmuştu. Kafasını kurcalayan tek şeyse belirsizlikti.

Hapishanedeki ilk bir ay en zorudur. Çünkü bir kişinin benzer kâbuslara alışması ortalama bir ay sürer. Alışana değin kimileri çığlık atarak uyanır kimileri hırıltı ve mırıltılar eşliğinde uyur kimileriyse gecenin bir yarısı demirlere annesine koşan ufak çocuk edasıyla sarılıp “Yardım edin.” diye bağırır.

Kerem kâbus görmedi. O da pek sağlıklı bir uyku periyoduna sahip olmasa da onun ilk ayda uykusuz günler geçirmesi kafasındaki boşluk hissinden ileri geliyordu. En gelişmişinden en yavaş çalışanına zihin bir şeylerle meşgul olmak ister. İyi veya kötü… Acı verici veya huzur verici… Yeter ki uğraşacak bir şey olsun. Yolu yürümeye başlayacağı bir adım olsun. Tek kişi için hazırlanmış, yatak lazımlık ve bir kova sudan oluşan koğuşta incelemeye değer bir öge yoktu. Bir müddet sonra en ilgi çekici şey baktıkça garipleşen tavan haline gelmişti. Ufacık da olsa bir şeyler anımsayabilme çabasıyla saatlerce tavanı izleyip genelde sabaha karşı uyuyabiliyordu.

Aslında ortada boş bir levhayı anımsatacak bir durum yoktu. Böyle olsaydı yeni doğmuş bir bebeğin yaptığı gibi zihin çevresindeki her şeyi ilgiyle incelerdi. Aksine çevresi ilgisini çekmeyecek bir sıradanlıktaydı. Bunu biliyordu. Levha boş değildi fakat onu gören gözler bozuktu sanki. Bir şeyler hissetmesi gerektiğini anlıyordu. Canını en çok sıkan şey buydu.

Diğer mahkûmlar sonradan öğreneceği üzerine işledikleri suçlar tarafından sarılı vaziyetteydiler ve bu onların başka hiçbir şeye odaklanamamalarına sebep oluyordu.

Kafasında, işlediği suçla alakalı belirsizlik yüzünden Kerem için eskiden olup da şimdi olmayan şeylerin üzerindeki sis perdesini daha ilerlenesi bir yoğunluktaydı. Keskin veya silik hatıraları yoktu ancak unutmuş olduğu bir şeylerin varlığına olan düşünceleri diğer mahkûmlara nazaran daha berrak, inancı daha kuvvetliydi.

Çığlıklarla sık sık bölünen gece vakitlerinde bu sis içerisinde kendine bir patika bulma uğraşı insanın canını sıkan bir başarısızlık oranıyla karşılaşsa da hepten boşa harcanmış değildi. Yine de insan bıkkınlık hissediyordu. Kerem de farklı değildi.

Bu üzerine çökmüş olan sıkılmışlık hissi, hapishanedeki birinci ayında kendi seçimi ve ARF-12’nin onayı sonucunda marangozhaneye atanmasıyla bir nebze hafiflemişti. Bir yandan da başka insanlarla kısıtlı da olsa başka insanlarla iletişim kurabilmesi sayesinde bazı cevaplar elde edebilmişti.

Çalışanlardan birinden ilk aydaki bağrışmaların sebebinin kâbuslar olduğunu öğrenmişti. Hatta bu durum o çocuğa özel bir durum değildi aksine hemen herkesin başına geliyordu. Öyle ki bir müddet sonra Kerem bu görüntülerin insanlar üzerindeki etkilerini kişiyi dikkatle incelerse seçebiliyordu. Sanki herkes yüzünde ifadelerine bulaşan, sözcüklerinin içine karışan bir yara taşıyordu.

On yedi sene boyunca insanların konuşmalarını, fısıldaşmalarını, mırıldanmalarını, dinledi. Hatta içine dahil olduğu sohbetler de oldu. İsimler öğrendi, isimler unuttu, iletişim kurdu, zaman zaman arkadaşlığa benzetilebilecek durumlar içinde bile bulundu. Ne yaparsa yapsın hapishanedeki ilk gününde hayatına dahil olan yalnızlık hissi bir balçık misali ensesinden hiç ayrılmadı.

Unutulanlara dair sahip olduğu nispi berraklık sayesinde burada geçirdiği on yedi senede kendine dair bazı şeyleri keşfedebildi. Keşfettikleri çok kayda değer bilgiler olmasa da çıktığı keşif yolculuklarının bir sonucu olarak edindiği ayrıksılık belki de içinde bulunduğu yalnızlığın en büyük sebebiydi.

Düşünceleri karmaşıklaştıkça üzerindeki ayrıksılığı daha iyi anladı, daha çok benimsedi ve kabullendi. On yedi yıl boyunca onunla birlikte yaşadı fakat kayda değer bir keşif yapması için on yedinci sene-i devriyesinden bir hafta öncesine kadar beklemesi gerekiyordu.

Yorucu başka bir iş gününün ardından sonrasında bu bekleyişine değmediğine kanaat getirdiği, fasulye ile nasıl bu kadar kötü yapıldığını anlamadığı makarnadan oluşan yemeğini kefaret iğnesi karşılığı alıp biraz ilerideki boş yerlerden birine dikkatle oturdu. İnsanlar bir rutin veya örüntü oluşturmanın kati suretle yasak olduğu hapishanede yemekhaneye yalnızca deneyimli gözlerin fark edebileceği bir ahenkle dağılmışlardı. Kerem yemekhaneden çıkmak üzereyken saatinin bozulmuş olduğunu gördü ki bu hemen düzeltilmesi gereken bir şeydi. Hapishanede kıyafette veya taşınan tek aksesuar olan saatte herhangi bir değişiklik yapmak yasaktı. Yırtılma bozulma gibi bir olay yaşanırsa derhal değiştirilmek üzere gerekli noktaya gitmek fazlaca ciddi denetlenen bir kuraldı.

Yemekhaneden çıkar çıkmaz saat odasına gidip arızayı ARF-12’ye bildirdikten sonra bozuk olanı verip yeni saatini aldı. Tam takarken saatin üzerine iki harfin kazınmış olduğunu gördü. “M.T.” Bir sıkıntı yaşamamak için hemen makineye tekrar başvursa da üst üste üç defa “Size verilen eşyada bir arıza yoktur lütfen sıradan ayrılınız.” Cevabını aldıktan sonra mecburen koğuşuna yollandı.

O gece boyunca saati inceledi. Başka bir yerinde kazınmış veya yazılmış bir işaret aradı. Çabaları sonuçsuz kalsa da içinden bir ses bunun böyle olacağını zaten bildiğini söylüyordu. Saatte tanıdık gelen bir şey vardı.

Onu tavandaki belli belirsiz yanan ışığa tutarken dilinden şu cümle dökülüverdi. “Cenneti bilmem ama cehennemin içinden yalnızlığı çekip çıkaramazsın. Arafı ikisinden ayıran şeyse hafızadır. Ödül ve ceza hatıralar üzerinden işler.” Böyle bir şeyi hiç düşünmemiş veyahut böyle bir şey duymamıştı.

İnsan zihni insanlık tarihi boyunca anlaşılmaya uğraşılmış çetrefilli bir şeydi. İlham gibi Fırat’ın doğuşundan çok daha uzun zaman önce nice çalışmalar yapılmıştı. Hikâyeyi süslemeyi seven nice biyografi yazarının elinde ortaya çıkan büyük fikirler ilham bir anlık şimşek atması veya bir elmanın düşüşü gibi anlık olaylara bağlansa da hayat böyle işlemez. Kerem’in başına gelenin çok farklı olmadığını kabul etmek gerekir. Aynı zamanda bir saate kazınmış iki harf sayesinde kendisinden alınmış geçmişinin önemli bir kısmını hatırlamasının etkileyici olduğunu da kabul etmek gerekir.

Hakkında ne düşünürsek düşünelim kader çoğunlukla gizemlidir. Saatin Kerem’in eline ulaşması planlarının bir parçası olsa da şartlar bu kadar hazır olacağını on sekiz yıl önce hiç de ummuyorlardı.

Sonraki beş gün boyunca da Kerem’in ağzından böyle anlamsız gözüken sözlerin dökülmesi devam etti. Üstüne beden hareketlerinde ve duruşunda dışarıdaki birinin de fark edebileceği düzeyde bir değişim oldu. En büyük değişimi ise on yedinci yıl dönümünden önceki gün yaşadı.

Marangozhanede aksiliklerle geçen bir günün ardından kolunu kıpırdatamaz bir halde gelip de koğuşunda kendini yatağa attığında gözlerini kapattıktan sonra uykuya dalması için çok uzun bir zaman gerekmedi.

“Aniden kendini bir yanı dağlara uzanan bir düzlüğün ortasında buluverdi. Sağ tarafında güneş kan kızıllığını üzerine bürümüş batıyordu. İçinden çıkıp gelen ışınlar Kerem’in ayaklarının altındaki bir kısmı sararmış bir kısmı halen yeşil olan otların üzerine vurduğunda onların bambaşka bir diyardan taşınıp getirilmiş gibi görünmelerine neden olmuştu.

Kerem hiçliğin ortasında dikilirken sol elinde bir kova tutmakta olduğunu fark etti. Çok geçmeden kovanın ağırlığına dayanamayarak sapı elinden bıraktı. Onu dengesiz bırakmış olacak ki kova yere ulaştığında dengesini sağlayamadan devrildi. Ardından çıkan ses Kerem’in irkilmesine neden oldu. Sonsuz açlıkla gemileri yutmaya uğraşan fırtınanın sesiydi bu.

Sesin kaynağını bulmak için arkasını döndüğünde kovadan sızan sudan doğan Kerem’in boyunun üç belki dört katı yüksekliğindeki bir dalganın üzerine gelmekte olduğunu gördü. Can havliyle aksi yöne doğru koştu. Önündeki yol o ilerledikçe değişti; sarplaştı, dikleşti. Kerem durmadı, ayakları yana yana ilerlemeye devam etti. Neyse ki bir süre sonra yol yumuşadı ve zemin inceldi. Nihayet tepeye ulaştığında soluk soluğa kalmıştı.

Nefesini toparlamaya uğraşırken ne kadar zamanının kaldığını anlamak için ardına baktığında dalganın görünürde olmadığını gördü. Bir gölün ortasında olmasına rağmen bulunduğu tepe su seviyesinden yüzlerce metre uzaktaydı. Daha doğrusu öyle zannetmişti. Suyun yüzeyinde yansımasını gördüğünde ne kadar yanıldığını kolayca anladı.

Evet sudan yüzlerce metre uzaktaydı fakat bunun sebebi bir tepe değil de bir kadının başının üzerinde bulunmasıydı. Bu detayı gördüğünde üzerinde durduğu bedeni büyük bir hayranlıkla incelemekten kendini alamadı. Boyutları göz ardı edilirse ortalama bir kadının hatlarına sahipti. Parlak teninden göle akseden ışıklar yüzeyde yıldızlı bir gökyüzü oluşturuyordu.

Heybetli bedeninin geneline sızmış kırılgan görünüm, yüzünü bürümüş olan karanlık kararlılıkla dikkat çekici bir tezatlık meydana getiriyordu. O yüz ki evrenin en büyük sırrını içine sığdırmış gibiydi. Derken kadının gözünden kopan bir damla buruk gülümseyen dudaklarına selam verip kendine hükmeden güce boyun eğdi. Gözyaşı ayrılırken Kerem de peşi sıra atladı.

Ona ulaşması uzun sürmedi. Damlanın çeperine dokunmayı başardığında damlaya dönüşüverdi. Çevresini saran, içinden geçip giden havayı, parçalarını bir arada tutan kuvveti hissetti. Şekilden şekile girerek yüzeye değin ilerledi.

Suya tüm şiddetiyle çarparken kendi bedenine dönüştü ve çarpışmanın şiddeti tenini kavurarak tüm vücuduna yayıldı. Buna aldırmaksızın suyun içinde ilerlemeye devam etti. Derinlerdeki birinin yaklaşmakta olduğunu görünce hızlandı. Göğsünün sıkışmaya başladığını hissetse de durmadı, geriye dönmeyi düşünmedi.

Karşısındakine dokunabilecek kadar yaklaştığında başı çoktan dönmeye başlamıştı. Ulaşmak için elini uzattığında diğer kişi de aynısını yaptı. İki el buluştuğunda anladı ki o anda suyun içinde yalnızca bir kişi vardı.

Beş kulaç sonra yüzeye ulaşmayı başardı. Nefes nefese suyun dışına fırladı. Soluğunu toplamaya çalışırken bir yandan da çevresine göz gezdirdi.

İki ucu sonsuza uzanan, deniz kumuyla ufak çakıl taşları tarafından barışçıl bir şekilde ikiye bölünmüş bir sahildeydi. Dalgalar aheste aheste karaya vururken hafif bir meltem esiyordu. Sol yanında güneşin doğmakta olduğunu gördü. Uzaklarda güneşin önünde mavi saçlı bir kadın Kerem’e el sallıyordu.”

Gözlerini korkuyla açtı. Bir dakika kadar hareket etmeden öylece bekledi. Ardından kalkıp köşede kapta duran suyla yüzünü yıkadı.

Çok istediği balonu sonunda alabilmiş fakat onu tutar tutmaz ayakları yerden kesilmiş bir çocuk gibi hissediyordu. Gittikçe ufalan yeri izlerken ölüm korkusuyla yüreği deli gibi çarpan ama yine de mutlu olan bir çocuk gibi…

Uykunun haram olduğu gecenin geri kalanının ardından yeni günde Kerem çok farklı hissediyordu. Daha hafif ve zindeydi. Adımları daha kesin ve kararlıydı. Gözleri normalde olduğunun aksine yere değil direkt karşıya bakıyordu.

Görüşme vakti gelip de kefaret odasının kapısına dikildiğinde on yedi yıldır sorduğu ve defaatle kendisine sorulan sorunun cevabını biliyordu.

Kapıyı açmadan önce istemsizce sağ elinin işaret parmağını saatinin kenarına işlenmiş harflerin üzerinde gezdirdi. Derin bir nefes alıp içeri girdi.

Görüşmenin yapıldığı oda çok basit bir şekilde düzenlenmişti. Dört duvarı da beyaz renkli odada bir kırmızı sandalye, onun üst kısmında tavandan sarkıp görüşme esnasında beyin dalgalarının kaydını alıp ihtiyaç varsa gerekli düzeltmeleri (istenmeyen sapmaların kaynaklarını elimine etme) yapan gri başlık ve onun karşısında duran duvarın üçte biri boyutunda bir ekrandan başka görünen bir şey yoktu. Görünmeyen olarak girince solda kalan aynalı camın ardındaki görüşme kaydını tutan ve ARF-12’nin verdiği kararı sisteme işleyen iki görevlinin bulunduğu sistem odası bulunuyordu.

Süresi ve konuşulanların içeriği kişiden kişiye değişen kefaret görüşmeleri hep aynı soruyla başlardı. Neden buradasın? Bu sefer de ARF-12 aynı soruyu sordu “Neden buradasın?”.

Kerem normalde görüşme esnasında iki ayağı bitişik ve elleri dizlerinin üzerinde otururdu. O gün hiç düşünmeden sol bacağını sağ bacağının üzerine attı. Kafasına kendiliğinden oturan başlığın çalışma sesi kulağına gelirken yüzünde belli belirsiz bir gülümseme vardı.

Elini eski bir alışkanlıkla cebine attı. Boş cebinden bir sigara paketi çıkardı. On yedi yıldır içmemişti. Olmayan sigaralardan birini aldı ve acele etmeden yaktı. Dumanın ciğerini yaka yaka en dibe kadar gidişini hissetti. “Çevremi saran tüm dünyaya rağmen kendimi yalnızlığın boyunduruğu altına soktuğum için buradayım.”

Görevliler mahkûmun sergilediği bu anlamsız davranışlara rağmen beyin taramalarında herhangi bir anomali çıkmamasına şaşırmışlardı. Çömez olan sistemde bir sıkıntı varsa yazılım uzmanını çağırıp bir baktırmaları gerektiğini söylese de diğeri bunu çok da umursamayıp elini havada sallarken “Bu aralar sürekli arıza durumu var zaten. Yarın sabah mesaiden önce bildirirsin.” diyerek onu susturmuştu.

“En son ne zaman suçunla ilgili bir kâbus gördün?”

“Dün gece gördüm. Aslında düşünüyorum da ona kâbus demezdim. Daha çok sancılı bir rüyaydı.”

“Ne gördün?”

“Zaten biliyorsun.” Bir an duraksadı. “Doğru mu düşünmüşüm anlamak için soruyorum. Saçın olsa ne renk olsun isterdin?”

“Mavi. Kısa dalgalı mavi saçlarım olsun isterdim.”

“Biliyordum.” Kerem’in yüzündeki gülümseme belirginleşmişti. Karşısındaki ekranda hapishanenin logosu dışında bir şey görünmüyor olsa da onun gülümsediğine yemin edebilirdi.

O esnada kontrol odasında görevlilerin şaşkın bakışları arasında görüşmenin sonucu çıktı. Görüşmenin hiç bu kadar kısa sürede ve bu kadar az soruyla sonlandığı olmamıştı. Kâğıtta, “Kefaretini ödemiş.” yazıyordu. Görevliler istemeyerek de olsa bu bildiriyi sisteme girdiler zira hem ARF-12’ninki üzerine bir söz söyleme yetkileri yoktu hem de bu mahkûmun başından beri istisnai bir durum olduğunun bilincindeydiler.

O gün öğleden sonra Kerem yemeğini yerken hapishane müdürü selefinin çıkış belgesini imzaladı. Ertesi gün onun çıkışını izlerken (bunu sırf ona saygısından yapmıştı) ne kadar müdür koltuğuna oturalı çok uzun zaman olsa da karşısında eski tecrübesiz ve saf halindeymiş gibi hissetmekten kendini alamadı. Aralarında yirmi yaş fark olsa da serum sayesinde müdürün aksine Kerem’in bedeni yaşlanmamıştı.

Kerem ona el sallarken gözü koluna takmış olduğu saatteydi. Aynı saatleri mahkûmların yanında çalışanlar da kullanıyordu ve giderken çalışanlarınki görevlilere teslim edilirken mahkûmlardakinin kendilerinde kalmasına izin veriliyordu.

Kerem dışarıdaki ilk özgür gününde hiperuzay treni olarak adlandırılan trene bindi. Kapıdan içeri girerken “On altı-on yedi yıl gerekiyor.” diye mırıldandı. “Fırat bunu fark edebilecek kadar yaşamadı ama hatırlamaya başlamak aşağı yukarı bu kadar zaman alıyor.” Yüzene vuran güneş ışığı eşliğinde belli belirsiz gülümsüyordu.

Tren bilmediği bir yöne doğru giderken hapishaneye iki hafta önce çağrılmış ve aradaki süreçte ARF-12’nin alt sistemlerinin verdiği arıza sinyalinin kaynağını bulma hususunda nafile bir uğraş içerisinde bulunmuş yazılım teknisyeni umutsuz bir şekilde karşısındaki makineyi incelerken sinyalin aniden kesilmesiyle şaşkına döndü. Bir saatlik kurcalamanın ardından sistemin sorunsuz çalıştığına kanaat getirip kayıt defterine durumu not düştükten sonra mutlu bir şekilde evine döndü. Kayıt defterinde ise aynı hatanın on sekiz sene önce de görüldüğü yazıyordu.

O anda o hata bir saatin içinde bilinmeze doğru yol almaktaydı.