Öykü

Leke

Gayet normal bir yataktaydı. Kendi yatağı olamazdı bu. Kendi yatağı gayet normalden biraz daha rahattı. Çok rahat olmasa da kendini belli eden bir rahatlıktı o. Tepesinde de tanımadığını düşündüğü bir tavan vardı. Tanımaması gerektiğini düşünüyordu ama bir iki çatlağı bir yerlerden çıkaracak gibiydi.

Kalktığında duvarlardan birinin tuhaf bir şekilde diğerlerinden farklı olduğunu gördü. Açılmaması gereken bir alana açılıyordu ve bu alanla arasında sadece demir parmaklıklar vardı. Doğal olarak bu parmaklıklar da tanıdık gelmiyordu. Aynı şekilde parmaklıkların arkasında süpürgeyle yerleri bir sağa bir sola süpüren hademeyi de tanımıyordu.

“Hey. Hey!” diye seslendi Tono. Hademe hiç oralı olmuyordu. “Yeni hademe misin? Daha önce seni hiç görmemiştim.”

“Sen burada olan herkesi gördün mü ki beni ilk defa gördüğünü söylüyorsun?” Hademe Tono’ya dönmemişti bile. Yerlere olan ilgisini dağıtmıyordu.

“Haklısın… haklısın. Aslında sanki burada hiç kimseyi görmedim hatta burayı bile ilk defa görüyormuşum gibi. Sahi burası neresi?”

“Hapishane–”

“Onun dışında,” diye hademenin sözünü kesti Tono. Hademenin sesindeki hafif alayı hızlıca fark etmişti.

Uzun bir süre hademe cevap vermedi. “Sanırım Giri Hapishanesi’nden daha iyi bir yer olduğu kesin.”

Tono hademenin söylediği ismi duyar duymaz gerildi. Orada uygulandığı söylenen yöntemlerin biri bile gece uykularını kaçırmaya yetecek kadar dehşet vericiydi. Yine de bu söylentilerin ne kadarının doğru olduğu bilinmediği için de Kepra Gezegeni’nin şehir efsanelerinden biri olmuştu. Bunlara rağmen Esas Gezegeni’nde var olduğu söylenen birçok hapishaneden daha iyi olduğu söylenirdi.

“Kâbuslarımı canlandırma girişimlerin sona erdiyse başka bir şey sormak istiyorum.” Hademe kafasını evet anlamında salladı ve yerdeki bir şeyi kazımak için eğildi. “Ben niye buradayım?”

“Ben nereden bileyim,” hademenin cevabı o kadar içten gelmişti ki Tono adamın yanlış anlamasını düzeltmek için hemen atıldı.

“Yok… Yani… Onu demek istemedim. Tabii ki senin bunu bileceğini sanmıyorum. Sadece konuyu değiştirmek için sorduğum ve aslında gerçekten de bilmek istediğim… Her neyse dinlemiyorsun bile, değil mi?”

“Adam yaralama, gasp, haneye tecavüz, silahlı saldırı, organize suç… Daha sayayım mı?” Gür sesiyle gardiyan, hademe ve parmaklıkların arasına girdi, her hareketinde belindeki anahtarlar daha bir heyecanla şıkırdıyorlardı. Tono karşısına aniden çıkan gardiyanı görünce korkudan hafifçe gözleri kararır gibi oldu ama bu önüne geçen gardiyanın gölgesi de olabilirdi.

Tono şaşkınlıktan kendine gelebilince hafif kekeleyerek, “Te-teşekkürler,” diyebildi. “Gerisini söylemeseniz de olur.” Gardiyanın her hareketinde anahtarlar ilgisini daha çok çekiyordu.

Gardiyan Tono’yu dikkatle süzüyordu. Onda beğenmediği bir şeyler var gibiydi. Bunları herkesle paylaşmak istemiyor gibiydi de. Hücrenin kapısı açıldı ve gardiyan içeri girdi. Her bir yeri didik didik kontrol etti. “Güzel. Her şey temiz gözüküyor.” Pis bir bakış attı. Sanki iğrenç bir çöplüğe bakıyormuş gibi bakıyordu. “Sen hariç,” dedi. “Kahvaltıdan önce git yıkan.”

Gardiyan gri üniformasının yakalarını silkeleyerek onlardan ayılırken Tono ve hademe yeniden yalnız kalmışlardı. Tono büyük bir cesaretle, “Duşları ben bulurum,” dedi ama söylediklerinin tamamı orayı bulmama yardım et diyordu.

Hademe, “Bir zahmet,” demekle yetindi ve Tono’nun odasını temizlemek için harekete geçti. Tono ilk defa nasıl bir hücrede kaldığını fark etti. Normalde temiz görünümlü bir hücre gibiydi ama etrafta garip siyah lekeler oranın pis olduğu hissini veriyordu. Sonra hücre dışında bastığı bölgeleri fark etti. Siyah ayak izleri bastığı her yerdeydi. Bu siyah pislik ondan mı geliyordu, diye düşündü. Gerçekten de yıkanması çok iyi olacak gibiydi.

Uzun süredir onu rahatsız eden bir şey vardı. Kimseyi ya da bulunduğu yeri tanımaması değil de sürekli duyduğu uğultular. Çok uzaklardan geliyormuş gibiydi bu uğultular. Arada bir fısıltılar da oluyor gibiydi ama etrafta bu sesleri çıkaracak hiç kimse yoktu. Başta hademe ve gardiyan varken bunları duymuyormuş gibiydi ama yalnız kalınca belirginleşmeye başladı. Yine de bunlar o kadar da kötü değildi. Uğultular ve fısıltıları, çığlıklara ve bağırışlara yeğlerdi.

Duşlarda kimse yoktu… yanında alet çantasıyla boruları kontrol eden hademe dışında. Hademeyi demin geride bıraktığına emin olması onu gerçekten de geride bıraktığı anlamına gelmiyordu. Hademe alet çantasını kapatıp kalktı ve hiç oralı olmayarak dışarı çıktı.

Tek başına olmanın rahatlığıyla yavaş yavaş yıkandı. Her tarafında aynı o odasındaki ve ayaklarının altındaki siyah sıvımsı ama hafif yapışkan lekeler vardı. Dersini yüzme noktasına geldiyse de bu lekeleri bir türlü çıkaramadı. O da hademenin bundan ne kadar rahatsız olacağını düşünüp daha fazla çıkarmaya çalışmamaya karar verdi. Hademenin fazladan çalışacağı düşüncesi onu mutlu etmişti.

Üstünü giyinip duşlardan çıkmıştı. Yeni bir kıyafet olmasına rağmen bedenindeki lekelerden dolayı kıyafetler de hemen lekelenmişti. Artık aldırmıyordu bu lekelere. Çıkarmaya çalışmanın bir faydası olmayacağı belliydi. Hücresine döndü. Dönerken yerde bıraktığı lekeleri takip ediyordu ve daha fazlasını arkasından getiriyordu. Hademenin hücresindeki lekeleri çıkaramadığını görünce içini bir hüzün kapladı. Az da olsa temiz bir yerde yatmak istiyordu herkes gibi… Birçokları gibi.

Zil kayıtsızca çalıp görevini tamamlayınca işini eksiksiz yapmanın gururuyla sustu. Yemek için çağrılıyordu. Hücresinin kapıları da zilin susmasıyla birlikte açıldı. Hiç duraksamadan yemekhaneye gitti.

Yemekhanenin yolunu duşunkinden daha hızlı bulmuştu. Bunun tek nedeni ise gelen yemek kokusuydu. Yemeklerin başında hademe dikilmiş. Kaşıkla Tono’yu bekliyordu.

“Yine sen,” dedi Tono. Hademenin daha ne kadar farklı görevleri olduğunu merak ediyordu. Her yerden o mu çıkacaktı karşısına. Daha da kötüsü bir tek o mu çalışıyordu bu hapishanede hademe olarak. İşinin ona düşmesi gibi kötü fikirleri kafasından savuşturarak “Her işe sen mi koşturuyorsun?” diye sordu. “Yoksa başka hademe yok mu bu koca hapishanede?”

Hademe yemeğe baktı. Sonra Tono’ya baktı. Sonra etrafa baktı. “Niye sordun? Hademe olarak işe mi girmek istiyorsun?” Daha önceki alaycı konuşması onun aynı hademe olduğunu hemen ele veriyordu demek ki birbirlerine çok benzeyen birden fazla kişi değildi. Diğer seçenek de hademelerin klonlardan oluşmasıydı ama bunun için ilk engel Kepra Gezegeni’nin girdiği Robot ve Klon Üretme Sınırlaması Sözleşmeleriyle klon üretiminin bütün gezegende yasaklanmış olması olurdu.

“Aslında fena olmazdı ama sen ne güne duruyorsun.”

“Yemeğini alıp yesen de çenen kapansa.”

Hademenin bu son sözü bütün konuşmayı kökünden bitirmeye yetmişti. Yemeğini olabildiğince hızlı alıp hademeden uzaklaşmak istiyordu. Bu hademede tekinsiz bir şey vardı. Sadece hademede değil bütün hapishanede tekinsiz bir şeyler vardı. Tam olarak parmağını basamasa da bir şeylerin yanlış olduğu hissi içini bir türlü bırakmıyordu. Tono da bu hissin üstünü örtmek için yemeğini yemeğe koyuldu. Yine bu hissin yemekle değil kaçmakla giderilebileceği fikri aklına işlenmişti bir kere. Kaçmak tek yoldu.

Yemeğin hiç fena olmadığını ve hatta yenebilecek kadar düzgün bir yemek olduğunu düşündü. Yemeğinin daha yarısına gelmişti ki içeri birinin girdiğini hissetti. Göz ucuyla etrafı yokladı ve gardiyanı gördü. Hâlâ belinde anahtarları şıngırdıyordu. Bir gardiyan için gayet doğal bir durumdu bu ama Tono için kaçış planlarının ilkiydi. Anahtarları çalmaya çalışsa da ne fark ederdi ki.

Yemeğini bitirince ayağa kalktı. Tepsiyi eline alıp arkaya bulaşık tezgahına koymak için gardiyandan tarafa yürüdü. Her şeyi çok dikkatlice yapması gerekiyordu. Dikkatlice kendi ayağına bir çelme taktı ve tepsisini yana fırlatırken kendini gardiyanın üstüne attı.

Elleri ve kolları gardiyanın her bir yerini gezdi. Tam anahtarları alıyordu ki gardiyan durumu fark etti ve Tono’yu üstünden attı. “Beni kandıracağını sandın ha! Anahtarları çalıp kaçmayı mı deneyecektin? Konuşsana… ne oldu dilini mi yuttun?” diyordu Tono’yu hafifçe hırpalarken.

Hademe olmasaydı belki de daha ileri de giderdi ama hademe aralarına girdi ve gardiyanı Tono’nun üstünden aldı. “Siz üstünüzü değiştirin, siyah lekelerden size de bulaşmış. Ben bunu revire götürürüm?” Tono’nun kalkacak hali yoktu. Onu omzuna alıp yemekhaneden çıktı.

“Eee…” dedi hademe. Üstünde beyaz bir önlük vardı. Bandajlarla dolu bir kutuyu kapatıp dolaplardan birine yerleştirdi. “Kaçmak için daha iyi denemelerin olacak mı? Yoksa birkaç saniye içinde aklına gelecek şeyleri denemeye devam mı edeceksin?”

“Tabii ki. Kesinlikle burada kalmayı düşünmüyorum. Gerçi yemekler fena değil… Duşta sessiz ve sakindi aslında… Senin de her işe koşturman hoşuma gidiyor…” Tono’nun sesindeki kararlılık giderek ufalmaya başlamıştı ama son söylediğiyle hademenin kendi kendine homurdanması onu uzaklara daldıran hayallerinden geri getirtmişti. “Ama kesinlikle burada kalmayı planlamıyorum. Kesin buradan kaçmış olanlar vardır daha önce. Vardır değil mi?”

“Sanmıyorum,” dedi hademe düşünmek için birkaç saniye bile beklemeden. “Olsa kesin duyardık.”

“Duyardık mı? Dık’taki siz kimsiniz?”

“Bilmiyorum. Öyle demem gerekiyormuş gibi gelmişti. Neyse şimdi sana yüksek dozda sakinleştirici vereceğim. Uyuman için. Yarın hücrene geri dönebilirsin.”

Tono uyanmak istemiyordu. Dünkü hareketlilik onu düşündüğünden daha fazla yormuştu. Ama görev görevdi ve mahkûmları denetlemesi gerekiyordu. Gri üniformasını giyerken üniformadaki siyah lekeleri fark etti. Dün cebelleştiği o pislik içindeki mahkûmdan geliyor olmalıydı.

Tono odasından çıktığında hademe yerleri siliyordu. “Durumu nasıl?” dedi mahkûmu kastederek.

“Pek bir şeyi yok.” Elindeki paspası durdurup Tono’nun üstündekilere baktı. “Biraz lekelenmişsiniz. Ne yazık ki çıkaramıyoruz bu lekeleri.”

Tono hademeden pek hazzetmiyordu. Zamanın gerisinden geliyormuş gibiydi ya da zamansız biriymiş gibi. Birçok teknolojik yenilikler varken o hâlâ geride kalmış gezegenlerde yaygın olan paspası tercih ediyordu. “Lazer temizleyicileri daha önce duydun mu? Sana yardımı dokunabilir. İstersen getirtebiliriz, biliyorsun değil mi?”

“Gerek yok,” dedi hademe ve arkasını dönüp eşyalarını toplayıp gitti.

Tono nereye gittiğini merak etti ve hademeyi gizlice takip etmeye başladı. Beş farklı koridordan geçtiler ve hademe sonunda gayet basit bir kapının önünde durdu. Tono hademeyi gizli gizli izlemeye koyuldu. Hademe cebinden bir anahtar çıkardı ve kapıyı açtı. Temizlik için kullandığı eşyaları içeri bıraktı ve bahçe makasıyla bir tulum çıkardı. Hademe oradan ayrılırken Tono olduğu yerde kaldı. Daha önce bu kapıyı hiç görmemişti. Bu koridoru da görmemişti. Hatta bundan önceki dört koridoru da.

Hademenin tamamen uzaklaştığından emin olunca hemen kapıya yöneldi. Kapının üstünde hiçbir şey yazmıyordu. Tono belindeki anahtarlığı çıkardı ve tam bir anahtarı deneyecekken anahtarlıkta da küçük siyah bir leke olduğunu fark etti. Pek aldırış etmeden bütün anahtarları tek tek kapıda denedi ama hiçbiri işe yaramadı. Zaten hangi anahtarın bu kapıyı açacağını bilmemesi başta onu şüphelendirmişti.

“Yardımcı olabilir miyim?” dedi hademe Tono’nun arkasından. Tono arkasından gelen beklenmedik sesle irkilip kapıya çarptı. “Pardon sizi korkutmak istemedim.”

“Ama bunu becerdin.” Tono burnunun acısını giderecekmiş gibi burnunu sıvazlıyordu. “Yok sadece merak ettim. Bu kapıyı ilk defa görüyorum da. Bu kapıyı niye açamıyorum…” Kısa bir sessizliğin ardından elinden geldiğince hademenin kapıyı açabildiğini bilmiyormuş gibi yapmaya çalışarak, “Sendeki anahtarlardan biri bunu açabiliyor mu?” diye sordu.

“Evet,” dedi hademe kayıtsızca. “Malzeme dolabı sonuçta bu. Bir hademe olarak bu kapıyı açabiliyor olmam gerekir.”

Hademenin mahkûmla konuşma tonunu kendisine de kullanmasından rahatsız olan Tono hafif bir kızgınlıkla, “Benimkiler neden açmıyor,” dedi ama bütün kızgınlığı anahtarların üzerine atmaya çalışıyordu. Tekinsiz hademeden biraz çekinmeye başlamıştı. Tono’nun bir gardiyan olarak hademenin girebildiği yerlerden birine giremiyor olması bu tarz yerlerden daha çok olma olasılığını da arttırıyordu.

Hademe mükemmel bir kayıtsızlıkla, “Bilmiyorum,” dedi. Vereceği cevabı pek umursamıyor gibiydi. “Revirdeki mahkûmu hücresine geri götürme vakti geldi, birazdan uyanacak,” diyerek yeniden kapıyı açtı ve bu sefer beyaz bir önlükle çıktı. “Hadi gidelim.”

Revire girdikleri gibi mahkûm uyanmıştı. Hademe son bir iki küçük muayenesini de tamamladıktan sonra geri gidebilir artık demişti ve Tono’yla mahkûmu yalnız bırakmıştı. Tono ve mahkûm da orada daha fazla durmalarının bir gereği olmadığına karar verip hücreye doğru yürümeye başladılar.

“Kim bu hademe?” diye şaşkınlıkla Tono’ya sormuştu mahkûm. Hademenin hapishanedeki herkesten üstünmüş gibi davranması bir mahkûm olarak onu bile rahatsız etmişti.

“Esrarengiz biri değil mi? Her yerde onunla karşılaşma imkânı var. Hatta o oradan uzaklaştıktan sonra bile bir bakmışsın arkanda duruyor. Benim anahtarlarımın açamadığı bir kapısı bile var. Ben gardiyan değil miyim, ben niye açamıyorum?”

“Ne kapısı?”

“Malzeme… En azından o öyle söyledi. İçerisini göremedim ama… herhalde malzeme odasıdır gerçekten dedim kendi kendime.” Büyük bir sessizlik oldu. İkisi de hademedeki tekinsizlikten korkuyorlardı.

“Duyuyor musun?” dedi mahkûm. “Etraf ne zaman sessizleşse bu ufak uğultuları ve fısıltıları duyuyorum ama etrafta kimse konuşmuyor oluyor. Çok tuhaf…”

Tono kafasını evet anlamında salladı ama bir şey söylemedi. Seslerin ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.

“Burası neresi?” diye bu sefer de şansını Tono’yla denemek istedi mahkûm. “Sakın hapishane deme o kadarını ben de bulabiliyorum. Demek istediğim hangi hapishane.”

“Hangi hapishane mi? Daha önce hiç düşünmemiştim. Kimsenin buranın ismini söylediğini sanmıyorum ama o Kepra Gezegeni’ndeki hapishaneden iyi olduğu kesin. Hani şu seni kafanın içine hapseden, seni delirene kadar var olmayan şeyleri gösteren. Duyduğum kadarıyla çiplerle yapıyorlarmış. Mahkûmların ne gördüğü bilinmiyor ama iyi şeyler olamaz. Tam bir…”

“Tamam yeter,” diye Tono’nun sözünü kesti mahkûm. “Daha fazla bilmek istemiyorum korkunç bir hapishanenin şehir efsanesi olmuş yöntemlerini. Burada iyiyim. Sadece neden bir tek biz varız gibi burası onu merak ediyorum.”

“Ne demek sadece biz varız. Burada şeyler var… Eee şeyler…” Tono etrafına bakındı ama kimse yoktu. Mahkûmla tek başınaydı ve bir hapishanenin böyle olması gerekirdi. Koridorlarda birçok mahkûm dolaşıyor olsaydı pek güvenli bir hapishane olmazdı.

“Fazla debelenme gardiyan. Burada kimse yok. Ne duşlarda ne yemekhanede ne hücrelerde… Hiçbir yerde. Sadece sen, ben ve hademe. Ve sana göre hademenin senin açamadığın kapıları açan bir anahtarı var.”

Tono bir şey diyemedi. Mahkûmun söylediği her şey kelimesi kelimesine doğruydu.

“Kendinle ilgili ne hatırlıyorsun gardiyan? Dur cevap verme. Hiçbir şey değil mi? Aynı benim gibi. Ama sonra aklıma bazı hapishaneler geldi. Mahkûmlarının hafızalarıyla ve kişilikleriyle oynayan hapishaneler. Bunlardan birkaçı gardiyanlarınkiyle bile uğraşıyor.”

Mahkûm devam edemeden Tono araya girdi, “Ne demek istiyorsun. Benim hafızamı mı sildiler? O zaman neden her şeyi…” Tono ne kadar uğraşsa da hiçbir şey hatırlayamadı.

“Dediğim gibi. Böyle hapishaneler olduğunu duymuştum. Mahkûmları biraz daha hareketlendirip arada bir kaçma girişimlerine yol açmaya çalışıp mahkûmları ve gardiyanları oyalıyorlarmış. Dün bir anda içimde doğan kaçma isteği bana bunun sonucuymuş gibi geldi.”

Tono acaba mahkûm onu kandırmaya mı çalışıyor diye düşündü. Başta söylediği hapishanelerin var olduğunu bilmese geri kalanına da yalan derdi ama diyemiyordu.

“Hiç buradan çıktın mı gardiyan? Bir kere bile olsun. Hayır değil mi? Burada ikimiz de mahkûmuz,” dedi mahkûm. “Ben gerçekten mahkûmum sen ise dolaylı yoldan. Sen de benim kadar kapalısın aslında burada. Gel seninle bir anlaşma yapalım.”

Tono mahkûmun dediklerinin neden bu kadar doğru olduğunu anlayamıyordu. Buradan ayrıldığına dair hiçbir anısı yoktu ama o bir gardiyandı. Neden hapishaneden çıkamıyordu. Bu işi gerçekten istemiş miydi, yoksa zorla mı girmişti?

“Birlikte kaçabiliriz,” dedi mahkûm. “Ama büyük ihtimalle hademedeki anahtarlara da ihtiyacımız olacak. Hangi kapıları onun açabildiğini bilmiyoruz. Bugün yemekhanede yine olay çıkarırız. O sırada anahtarı alma şansımız olabilir. Eğer alabilirsek akşam da kaçarız. Zaten etrafta o hademeden başka kimse yok. Kaçmak pek zor olmamalı.” Mahkûm el sıkışmak istermiş gibi elini uzattı. Tono başta tereddüt ettiyse de mahkûmun elini sıktı.

Yolun geri kalanında hiç konuşmadılar. Mahkûmun hücresine vardıklarında hademe de temizliği yeni bitirmiş hücreden çıkıyordu. “Hücrede fazla hareket etme. Her yeri lekeliyorsun.” Hademe bir an gardiyanın elini fark etti ve “Eliniz lekelenmiş. Şu mahkûma dokunmayın bence. Kirleniyorsunuz. Çıkmıyor bu leke nedense,” dedi.

“Denerim.” Gardiyan elini hafifçe kaldırdı. Lekeler elinin her tarafında vardı. Mahkûmu hücresine yerleştirdikten sonra döndü ve oradan ayrıldı.

Yemek zili için hâlâ bir buçuk saat vardı. Nasıl bir olay çıkarması gerekir acaba diye düşündü. Geçen günkü gibi çatıya çıktı ve dışarıyı seyretti. Dün durduğu yerde yine durdu ve içinde dışarı çıkma isteği kıpraştı. Hademenin anahtarının gerçekten de bir işe yarayıp yaramayacağını ve onu almanın belki de imkânsız olduğunu düşündü. Ama mahkûm bir şeyler ayarlardı kesin. Bazı uğultular ve fısıltılar duydu yine ama bu konuda tek başına olmadığı için sevindi. Mahkûmun da aynılarını duyması daha delirmeye başlamadığının bir göstergesi gibi geldi Tono’ya.

Yemek zili, Tono’nun manzarayı huzurlu bir şekilde izlemesini bozmak için heyecanla çaldı. En kötü ne olabilir ki diye düşündü Tono. Sonuçta o bir gardiyandı ve bir şekilde mahkûmu suçlayabilirdi. Boş koridorlardan hızlıca ve telaşla geçti. Uğultular ve fısıltılar sanki biraz daha artmıştı.

Yemekhaneye canhıraş bir şekilde girdi ve hademeyle mahkûmun şaşkın yüzünü ona dönmüş bir şekilde buldu.

“Bir şey mi oldu gardiyan bu kadar gürültü ne için acaba?” Mahkûmun bütün yüz ifadesi ve ses tonu normal davran der gibiydi.

“Bu kadar telaşlı olmanıza gerek yok, bir mahkûmla baş edemeyecek kadar güçsüz değilim.” Hademe kepçeyi daldırıp yemeği mahkûmun tabağına boca etti. “Bu sana yeter.” Hademe kepçeyi yerine koydu ve yemekhanenin çıkışına doğru yürüdü.

“Dur hademe,” dedi Tono bir telaşla. Şimdi yemekhaneden ayrılırsa yarına kadar bekleme fikri onu harekete geçirmişti. “Bulaşık ne olacak?”

“Mahkûm yemeğini bitirince gelip yıkıyorum. Şimdiye kadar hep böyle oldu ve bunu değiştireceğimi de sanmıyorum.”

Hademe yemekhaneden çıkarken çaresizlik içinde ona bakakaldı. Bir gün daha burada kapalı kalma fikri onu çok etkilemişti. Tono mahkûmun karşısına oturdu ve “Neden bir şey yapmadın?” diye sordu.

“Gerek kalmadı.”

“Nasıl?”

“Bunu direkt elime tutuşturdu.” Mahkûm elindeki anahtarı Tono’ya uzattı. Tono rahatlamanın ve şu ana kadar girdiği stresin boşuna olduğunun farkına varmasıyla derin bir iç çekti.

“Bence akşama kadar beklememize gerek yok gardiyan. Hademe bile anahtarı veriyorsa önümüzde başka bir engel olacağını sanmıyorum.”

Sessizce koridorlarda yürüdüler. Duydukları uğultular ve fısıltılar belirginleşiyordu.

Çipinin yüzde doksanı kullanılmış. Bir sonrakiyle bugün değiştiriyoruz.

Başta kapıları gardiyanın anahtarları rahatlıkla açıyordu.

İşlediği suçlara olan uyumluluğu hâlâ yüksek. Çip yetersiz geliyor olabilir.

Ama kapılar değişmeye başlamıştı.

Bir üst modele geçilsin. Önce bir doz iğne yapın. Yarım saate de çipi değiştirin.

Bazı kapıları artık hademenin anahtarları açıyordu bir tek.

Sonra da bütün mahkûmların datalarını ana bilgisayara aktarın.

Kapıların hiçbiri gardiyanın anahtarlarını istemiyordu artık, inatçılaşıyorlardı.

Bu hafta sonuna kadar Giri yönetimine rapor vermem gerekiyor.

Açıldıkça açılan kapılar bitmiyordu. Hapishanenin bu kadar büyük olması onları şaşırtıyor ve ürpertiyordu.

Siz de Tono’yla oyalanmayın artık. Tono’nun görmesi gereken daha kötü şeyler var.

Ve olan olmuştu. Artık hademenin anahtarı da kapıları açmıyordu. Maceraları burada bitmişti. Onca yol ve uğraş boşunaydı.

“Buradan çıkamazsınız. Bunu anlamalıydınız şimdiye kadar.” Hademenin arkalarında belirmesi başlarına gelebilecek en korkutucu şeydi onlar için.

“Peki anahtarı mahkûma neden verdin o zaman?”

“Ben vermedim. Siz aldınız.”

“Anlatsana mahkûm… anahtarı ondan nasıl aldın?”

“Anahtarı elime tutuşturan… Ama sen… Nasıl?”

“Ben hiçbir şey vermedim. Siz buradan çıkmak istiyordunuz. Bunun için anahtara ihtiyacınız vardı ve aldınız. Benden değil, kendinizden. Ama bizim buradan çıkmamamız için engeller var. Hayır bu duvarlardan daha güçlü engeller. Neyse zamanımız doldu.”

Tono paspasını sıkı sıkı kavramış yerdeki inatçı lekelerle boğuşuyordu. Mahkûmun homurtuları çoktan uyandığını gösteriyordu. Göz ucuyla mahkûmun ne yaptığına baktı. Tavanı tanımaya çalışıyor gibi geldi. Buraya çok yabancılık çektiği belliydi. Kendisinin bir kısmının nasıl bu kadar aptal olabildiğini anlayamıyordu. Üçüncü kısmının da bundan kalır bir yanı yoktu ya o da ayrı bir konu. Tono, mahkûmun parmaklıkları ve kendisini süzdüğünü görebiliyordu.

“Hey. Hey!”

Oruç Can Hasmaden

Finlandiya’da gıda mühendisliği okuyorum. Fantastik ve bilim kurgu edebiyatı, filmleri ve oyunları tüketmeye bayılırım.