Öykü

Peki… Atlara Ne Oldu?

Kelterek Atlıları dörtnala düşmanlarının üstüne hücum ediyorlardı. Yine hedeflerinde sınır komşuları Senat’tan kaçmış haydutlar vardı. Yaklaşık yirmi beş kişilik bu haydut grubu Senat’ta başlarına ödül konduktan sonra avcılar tarafından ağır darbeler almaya başlayınca apar topar sınırı aşarak Hevon’a kaçmışlardı. Şansları yüzlerine gülmüştü ve Senat’ın hâlâ savaşta olduğu bir ülkeye kaçabilmişlerdi. Böylelikle Senat onları Hevon’a bildiremeyecekti. Yine de her zaman olduğu gibi bir kapı açılmış ve bir kapı kapanmıştı. Geldikleri bölge beş köyün birleşiminden oluşan Kelterek Bölgesi’ydi

Bu bölge adını Senat sınırına paralel giden Kelterek Sıradağları’ndan ayrıca kuzeylerini ve doğularını kaplayan Kelterek Ormanı’ndan alıyordu. Böylelikle kısmi izolasyonla birlikte bu beş köy birbirine daha bir kenetlenip güçlü bir birlikteliğe yönelmişti. Bu birliktelikle Kelterek Bölgesi’nin en ve tek verimli bölgesini ortak bir çiftlik olarak kullanıyorlardı, Kelterek Çiftliği. Bütün köyler eşit şekilde çalışıp, eşit bir şekilde faydalanabileceklerdi.

Kısa sürede bolluk içinde yaşamaya başlayan köyler istenmeyen bir sürü ilgiyi üstlerine çekmeye başlamışlardı. Özellikle Senat’taki şöhretleri pek hoş sayılmazdı. Kötü şöhretleri söylentiler ve fısıltılarla başlamıştı. Kısa sürede söylentiler küçük hırsızlıklara dönüşmüştü. Uzun bir süre boyunca bu eylemler hırsızlıktan öteye gitmemişti, o ilk saldırıya kadar.

Senat’lı üç farklı haydut grubu aralarında anlaşarak Kelterek Bölgesi’ne saldırmıştı. Sınır bölgesinde yaşamaları köylülere kadın erkek çocuk demeden ne kadar silah kullanmayı öğretmiş olsa da birçok köylü ölmüştü, bütün köyler yağmalanmıştı. Saldırganların yeni hedefleri Kelterek Çiftliği olunca hayatta kalan köylüler bir can havliyle karşı bir güç olmuşlardı. Kelterekliler sonunda kazanmıştı ama bedelleri ağır olmuştu. Renta ve artık, Eski Terni diye anılan iki köy tamamen yok edilmişti. Hevon tarihine de Kelterek Katliamı olarak geçmişti.

Bollukları bir korkuya dönüşmüş olan Kelterek köylüleri artık doğru düzgün uyku uyuyamaz olmuştu. Yeniden dikkatleri üstlerine çekmesinler diye, şen şakrak günlerini bile aramaz olmuşlardı. Bu sırada Hevon kuvvetlerinden bir iki üst rütbeli asker olanları öğrenmiş ve Kelterek’e bir şekilde yardım edebilmek için arayışlara başlamışlardı. Çok aramalarına gerek kalmadan çözüm ayaklarına gelmişti. Sevdiklerini daha yeni gömmüş ve aileleriyle arkadaşlarını korumak isteyen cesur bir grup yardım için orduya başvurmuşlardı. Hevon onları orduya almamıştı ama onları eğitmeyi kabul etmişti. Böylelikle Kelterek Atlıları resmen oluşturulmuştu. Kelterek Atlıları’nın tek bir görevi vardı, o da Kelterek Bölgesi’ni korumak. Özel durumlar dışında kendi kendilerini idare edeceklerdi ve kendi kendilerini finanse edeceklerdi.

Bu durum ordunun içinde olumlu karşılansa da farklı sesler de çıkmıştı. Bazıları Kelterek’in resmi bir şekilde ordu tarafından korunması, bazıları oradaki sivillerin başka bir bölgeye taşınması gerektiğini söylüyordu. Sesi en kararlı ve inatçı çıkan Albay Redan ordunun Kelterek’e sahip çıkmasını ve kendisinin de oranın en yüksek rütbelisi olarak atanmasını istiyordu. Eğer Kelterek’ten o grup çıkıp gelmeseydi neredeyse başarılı olacaktı.

Kelterek Atlıları eğitimlerine çok sıkı sarılmışlar Hevon kuvvetleri içinde elit bir birlik olmaya doğru ilerlemişlerdi. Zaman geçtikçe bazı arkadaşlarını kaybetmişlerdi ama aralarına katılmak isteyen köylüleri kendileri gibi eğitip yetiştirmişlerdi. Aynı 200 atlı şimdi bu Senat’lı haydutların üstüne hücum ediyordu.

 

Kılıç kuşanıp at sürüdüler,

Kaybedilenlerin anısıyla.

Kendilerini unutup tek vücut oldular,

Diğerlerini kâbuslardan korudular.

 

“Kapı’nın hoşgörüsü üstünde olsun. Eskiden babanla çok ava çıkardık. Ne yazık ki ikimiz de köylerimizin liderliğini üstlenince maceralarımız da bitmişti. Eğer bir şey olursa bana söylemekten çekinme.”

“Seçimi onurlu olsun. Babamın selamlarını getirdim. Babalarımız köylerimizin dostluğu için çok çalışmışlardı umarım bu dostluğu koruyabiliriz.”

Kesta köyü için hüzünlü bir gündü. Liderlerini gömmek onları bitirmişti. Tium, babasının yeni örtülmüş mezarı başında Reka köyünün lideri Libat ve Ekrat köyünün liderinin kızı Terma’nın dediklerini yarım kulak dinledi. Babasının ölmesine ne kadar üzülse de kendini rahatlamış hissediyordu. Köyünü çok seviyor ve babasının yaptığı bazı seçimleri yanlış buluyordu.

Liderlik artık babasından ona geçmişti. Bu da zamanında babasının yapmadığı ya da Tium’un düşüncesiyle yapmaya cesaret edemediği şeyleri hayata geçirmesinde ön ayak olacaktı. Bunlardan birçoğu da silahlanmayla ilgiliydi. Tium büyük bir şans eseri askeri eğitim almıştı. O dönem Kelterek bölgesini teftiş eden memurlar Tium’un başarılı bir asker olabileceğini öngörmüşler babası da onu en yakın askeri okula göndermişti. Memurların öngörüsü tutmuştu ve iyi bir asker olmuştu ama Senat’a göre. O zaman Senat ve Hevon arasında bir savaş yoktu. Aralarında karlı anlaşmalar dönüyordu. Ne yazık ki en yakın askeri okul da Senat’taydı.

Babasının mezarı daha yeni örtülürken aklından yapacağı değişiklikleri geçiriyordu. Vereceği eğitimleri, köy nüfusunu arttırmayı ve… onlardan kurtulmayı.

Terma ve Libat’a artık bir cevap vermesi gerektiğini düşündü. Ne demesi gerektiğini bilmiyordu ama kendini akıntıya bırakıp kapılıp gitti. “İyi dilekleriniz için çok teşekkürler. Babamın sizinle olan av anılarını her zaman büyük bir heyecanla dinlerdim, büyük bir keyifle anlatırdı,” deyip Terma’ya döndü, “Haklısın! Babanla aynı özveriyle iki köyün kardeşliği için çalışacağıma emin olabilirsin.” Sözü bitince babasının mezarına dönüp, “Ama bunları başarmak için atılması gereken önemli adımlar var,” dedi. Sanki ne Libat ne de Terma’ya söylemişti bunu. “Birkaç gün sizi misafir etmek isterim. Lütfen kırmayın beni… Babamın hatırına.”

Tium araya babasını ustalıkla sokunca ikisi de bu isteği geri çevirememişti. Zaten uzun yoldan gelmişler ve dinlenmek istiyorlardı. Libat ve Terma, onlar için hazırlanmış olan odalarına giderken Tium mezarın başında kısa bir süre için dikilmeye devam etti.

İçinden babasına, “Sen çoktan yenilmiştin,” dedi. “Uzun zamandır çoğunu gizli gizli eğitiyorum. Artık önümde bir tek diğer iki köy kaldı.”

 

Gelenleri selamladılar mutlulukla,

Kâbusu geri püskürtenleri.

Ellerinden pek bir şey gelmiyordu,

Beslemek dışında tek vücut olanı.

 

Kelterek Atlıları, Eler köyüne girerken bir coşkuyla karşılandılar. Haydutlara karşı kazandıkları zaferin haberi köye onlardan önce ulaşmıştı. Onlar adına küçük bir şölen hazırlamaya başlamışlardı bile. Kelterek Atlıları ne kadar ısrar etse de şöleni es geçmeyi başaramamışlardı.

Köylüler yorgun koruyucularına dinlenmeleri için evlerini açmışlardı. Köyün lideri kurtarılan paradan bir kısmını işlerinin karşılığı olarak hediye etmişti. Atlıların neredeyse hepsi akşamki şölene kadar uyumuştu, diğerleri ise orada burada keyif çatıyordu.

Muazzam bir şölen değildi, sınırlı ve ortalama bir yemek ayrıca içkide de garip bir tat vardı ama ortam sıcak ve candandı. Eram ve Ülkit, köy lideri Ebrak’ın masasında oturuyordu. Eram’ın görebildiği kadarıyla Etro, Minar ve Kern, köylülerle bilek güreşi yapıyordu. Kahkahaları Eram’a kadar geliyordu.

Etro ve Kern, “Minar! Minar! Minar!” diye arkadaşlarına destek çıkıyordu. Minar yenilince de boğulur gibi gülüyorlardı.

Birkaç köylü kadın, seslerinden Seram ve Kile olduğunu anladığı iki kadını esir almış sorulara boğuyordu. Belki grubundan başka kadınlar da o esirler arasındaydı ama pek net göremiyordu.

Köylü kadınlardan biri, “Annem anlatırdı eskiden kadın erkek, herkes silah kullanırmış. Daha tehlikeliymiş o zamanlar. Siz hiç korkmuyor musunuz?” diye sordu.

Başka bir köylü kadın cevabın gelmesini beklemedi. “Tuvalet sorununu nasıl çözüyorsunuz?”

Seram da Kile de son soruya gafil avlanmış garip sesler çıkarmaktan başka pek bir cevap verememişlerdi. “Şey… Eee. Bi… Şey.”

Eram onları izinsiz dinlemenin pek doğru olmayacağına karar verip başkalarını aradı gözleriyle. İçki yarışmasına takılmıştı. En azından gruptaki kızlardan biri keyfine bakabiliyordu. Mela üçüncü bardağını bitiriyordu, Perak yedinci ve Tart onuncudaydı. Köylüleri yenmesi imkânsız gözüküyordu. Mela dördüncü bardağının yarısına gelmişti ki durdu bardağını masaya geri bıraktı. Kusacak gibi gözüküyordu, kustu da. Yenilmişti. Yenilgiyi kabullenebiliyordu, ta ki Perak ve Tart dalga geçmeye başlayıncaya kadar. Mela kızıp ikisinin de sırtlarını yumruklamaya başladı ama fazla uzun sürmeden Tart’ın sırtında uyuya kaldı. Oyunları zaten bozulan Perak ve Tart, Mela’yı sandalyesine rahat edeceği şekilde yatırıp eğlencelerine geri döndüler.

Asıl olay şölenin yapıldığı meydanın ortalarındaydı. Grubun geri kalanı bir araya gelmiş sarhoşluktan bazen sözlerini unuttukları neşeli şarkılar söylüyorlardı. Kadehlerini arada bir müziğin ritmiyle birlikte tokuşturuyorlardı ama bunun çok fazla içki kaybına neden olduğunu fark edip oldukça azalttılar.

Arkadaşlarının eğlenmesini izleyerek memnun olan Eram’ı, köy lideri Ebrak’ın sözleri yarıda kesmişti. “Keşke her çatışmanız böyle kayıpsız geçse. Eski günlerin geri gelmemesi adına hâlâ canlarımızı kaybetmemiz ne acınası.”

“Haklısınız… Çok haklısınız.”

“Lütfen siz biz olmasın. Koruyucularımız bizden çok daha fazla saygı hak ediyor. Bizim size saygıyla hitap etmemiz gerekir. En azından şu ortamda sen diye hitap et.”

“Nasıl istersen. Lider sensin.” Eram da Ebrak da kupalarının arkasına sığınırken tadında kahkahalar atıyordu. “Evet amca, lider sensin. Neyse. Senat’la aramızdaki savaş bitse en azından ciddi askeri saldırılar için endişelenmemiz gerekmez. Şu geçen ayki saldırıyı hatırlıyorsundur.”

“Tabi, tabi. Neredeyse Kelterek Çiftliği’ni tamamıyla kaybediyorduk ve… Neyse ki zamanında yetiştiniz de abin ve köylüler kurtulabildi.”

“Son birkaç haftadır bu yüzden uykularım kaçıyor.” Eram’ın elleri titriyordu. Rahatlamak için içkiden bir yudum aldı, o ekşimsi tat moraline hiç yardımcı olmuyordu. “Acaba diyorum beş köyün köylülerine de silah kuşanmayı mı öğretsek? Hani yetişemezsek diye diyorum.”

“Asla!” Ebrak olabildiğince bağırmamaya çalışmıştı ama liderin masasındaki herkes böylelikle konuşmayı dinlemeye davet edilmişti. Masadakilere bakındı, konuşmayı dinlemelerinde bir sakınca olmayacağına kanaat getirince daha kısık sesle devam etti. “Asla. O zamanlar farklıydı. Kelterek ahalisi daha vahşiydi. Birçokları hatırlamaz ama o zamanki ahaliyi caniler olarak nitelendirenler çoktu. Onlarla aramızdaki tek bağ, kan bağı. O günlerin geri getirilmesini düşmanlarımız bile hak etmiyor. Hoş, onlar da günün sonunda yenildi ve bugünlere gelebildik ve işte demek istediğim de bu. Bugünlere gelebildik. Siz kaçıncı nesil Kelterek Atlıları’sınız?”

“İkinci.”

“Yani en azından otuz yıl. Otuz yıldır o günlerden çok daha kötülerini gördük ve atlattık. Evet, o haydut gruplarının saldırısı bizim için önemli bir dönüm noktasıydı ama hatırlanması gereken çok daha büyük felaketler atlattık. Çiftliğin yakılması bile buna örnek. Şimdi abin ve diğer köylüler gönüllü olarak çiftliği onarmaya çalışıyorlar, o zamanlarda olduğumuzu düşün. Böyle bir şeye zaman ayırabilir miydik? Kesinlikle hayır. Büyük ihtimalle çiftlik fazla ayakta bile kalmazdı, yağmalamak daha karlıydı. Neyse konumuza geri dönelim. Kelterek Atlıları hepimize yeter ve yetecek de. Buna eminim.”

Küçük şölen büyük bir neşe ve eğlenceyle devam etti. Yemekler ve içkiler mideleri doldurup şarkılar aynı güçle çıkamamaya başlayınca herkes ne kadar yorgun olduğunu daha iyi anladı ve yavaş yavaş evlerine dağıldılar. Sabah alacakları haberin bilincinde olmadan mutlu mutlu uyudular.

Daha Kelterek Atlıları yeni yolculuklarına başlamadan bir ulak, köy liderinin kapısına dayanmıştı. Kesta köyünün lideri ölmüştü. Ulak, Kelterek Atlıları’nı da Eler köyünde yakalayabildiği için keyiflenmişti. Tium hem Eler köyünün hem de Kelterek Atlıları’nın liderlerini babasını anmak için davet etmişti.

Ulağa üç gün içinde yola çıkacaklarını söylediler. Ulak hiç zaman kaybetmeden Kesta köyüne geri gitmek için yola koyuldu.

 

Ne oldu tek vücudun kaybettiklerine?

Yeniler eskiler kadar tek vücut muydu peki?

Bunlar sorulurdu hep, bir şey dışında.

Hatırlıyor muydu yeniler tek vücudun geçmişini?

 

Terma ve Libat küçük bir salonda, kahvaltı masasında Tium’u bekliyorlardı. İçeriye açılan üç kapı vardı ve üçünde de ikişer muhafız dikiliyordu. Kesta’lı oldukları her hallerinden belliydi, özellikle de üzerlerindeki sıradan kıyafetlerden. Zırhları, kalkanları ya da kaskları yoktu. Bellerindeki kılıçların kınları da gayet beceriksizce yapıldığı belliydi, çok yeni gözüküyorlardı büyük olasılıkla apar topar aceleyle yapılmıştı.

Sonunda Tium yanında iki muhafızla içeri girdi. Salona hakim olan ağır hava Tium ve iki muhafızıyla birlikte daha da ağırlaştı. Sadece kapıları tutmalarına rağmen muhafızların içinde birer canavar varmış gibiydi. Her an Terma ve Libat’ın üstüne atlayıp bedenlerini parçalayacakmış hissi yayıyorlardı. Vahşet gözlerinden şelale gibi akıyordu.

Tium misafirlerinin yüzlerindeki korku ifadesini bir tebessümle karşıladı. “Yeni muhafızları nasıl buldunuz? Hepsi de Kesat’ın has çocukları. Kendim eğittim onları. Kahvaltı hazır olduğuna göre biraz atıştırdıktan sonra size bazı şeyler göstermek istiyorum. Hadi afiyet olsun.”

Terma ve Libat başta hiçbir şey yemediler. Sonra kendilerini bırakıp onlar da kahvaltıya giriştiler. Muhafızlar pür dikkat misafirlere gözlerini dikmiş her hareketlerini takip ediyorlardı.

Pek keyifsiz geçen bir kahvaltı sonrası Tium’un evinden çıkıp köyü gezmeye başladılar. İkisi de köyde Tium’un göstermek istediği nasıl bir değişiklik olabilir diye düşünürlerken köyden çıktılar. Bir saat kadar Kelterek’e ters yönde yürüdükten sonra ne olduğuna anlam veremedikleri bir yere geldiler. Normalde bomboş bir düzlük vardı bulundukları yerde. Şimdi birtakım eşyalar ve birileri vardı. Bir tanesi başlarında dikilip emirler veriyordu, diğerleri de ikili gruplar halinde birbirlerine saldırıyordu. Grupların aralarında birileri dolaşıyor arada bir ikilileri durdurup duruşlarını düzeltiyor, bazı hareketler gösteriyordu.

Tium yüzünde gururun verebileceği en büyük gülümsemeyle, “Eğitim alanım,” dedi. Başlarında benim ve Albay Redan’ın özel olarak seçtiğimiz subaylar var.”

Libat, “Ne eğitimi?” diye sordu.

“Savaş eğitimi, başka ne olacak. Bu kendilerini Kelterek Atlıları diye çağıran beş para etmezlere güven olmaz.”

“Bu yanlış. Hem de çok yanlış. Çok çok çok yanlış,” dedi Terma. “Beş köyün anlaşması ne olacak? Askeri eğitim özel şartlar ve Kelterek Atlıları dışında yasak. Ayrıca Kelterek Atlıları bugüne defalarca düşmanları geri püskürttü. Onlara öyle demen haksızlık olmuyor mu? O kâbusları tekrardan yaşatmak mı istiyorsun?”

“Terma haklı, Tium. Bir yere kadar arkanda olurum ama bu fazla değil mi?”

“Belki. Belki haklısınız ama… Peki şuna bir cevap verin. Kelterek Atlıları ne kadar zamandır varlar? Ben cevap vereyim, kırk üç yıl. Kırk üç yıl boyunca nasıl idare ettiler kendilerini? Bunların kılıçları kırılmıyor mu, kalkanları parçalanmıyor mu, yayları kopmuyor mu, okları bitmiyor mu, atları ölmüyor mu? Nasıl karşılıyorlar bu masrafları. Ayrıca nerede kalıyorlar? Bildiğim kadarıyla hiçbir köyde yaşamıyorlar. Nerede bunların ini? Ne saklıyorlar o inde? Gerçekten geri alabildikleri eşyaları ve paraları eksiksiz bize geri getiriyorlar mı? Bir de onlara hediye veriyoruz bunun üstüne.”

Libat daha fazla dayanamayıp, “Yapma Tium. Abartmıyor musun?” dedi. Terma bariz bir şekilde Libat’ın arkasına sığınıyor gibiydi.

“Abartmak mı? Hiç sanmam. Başta Kelterek’i korumak için onurlu bir şekilde kurulmuş bir grup olabilir ama şimdi o eski gruptan kimse kalmadı. Hepsi yeni kan. Açın gözünüzü. Şimdikiler bir grup ne olduğu bilinmez asalak. Eski ahali dediklerimiz kendilerini koruyan cesur, onurlu kişilerdi. Eskisi gibi kendimizi koruyabiliriz. Bunların doğru olduğunu siz de biliyorsunuz. Daha geçen ay çiftliği kaybediyorduk neredeyse. Daha fazla gecikseler kaybederdik de. O zamana kadar ne halt ediyorlardı? Keyif çattıklarına bahse girerim. Hem her köy bir saldırıya karşı tam donanımlı olursa, bu nasıl bir sorun çıkarabilir. Eskileri çok kötülediler Kelterek Atlıları. Kendi çıkarları için. Artık buna bir son diyeceğiz.”

Libat daha fazla dinlemek istemedi. “Peki bizden ne istiyorsun Tium?”

“Bana katılacaksınız. Eğer Kesta, Reka ve Ekrat köyleri bir olursa Eler ve Terni köyünün de uyum sağlamaktan başka çaresi kalmaz. Beni reddetmeyeceksiniz herhalde.”

Libat ve Terma etraflarının sarıldığını fark etmişlerdi. Ya kılıçlıydılar ya da baltalı. Amaçlarının ne olduğu belliydi.

“Kabul.”

 

Ganimet yoktu gözlerinde geri verirken bulduklarını.

Sadece gerektiği kadarını kabul ettiler ödül olarak.

Kendi kaybettikleri umurlarında da olmadı,

Paylaşmadılar kimseyle yaşadıkları acıları.

 

Ebrak ve Eram en önde at sürüyorlardı. İki günlük daha yolları kalmıştı. Reka köyünün yakınından geçmeyi planlıyorlardı. Kelterek’in güvenliği için altı atlı bölgenin farklı yönlerine dağıldı.

“Hâlâ at sürebildiğine şaşırdım amca.”

“Kim neyi unutuyormuş? Babanla birlikte ava gittiğimizde kimin atında gezmeyi istediğini unuttun sanırım.”

“Hayır ama belki paslanmışsındır dedim.”

Uzakta bir atlı gördüler. Onlardan uzaklaşarak Senat sınırı tarafına doğru dörtnala gidiyordu. Üstündekiler simsiyahtı. Uzaktan da olsa atında bir gariplik olduğu belli oluyordu. Elleri çok ince ve beyazdı. Kelterek Atlıları’nı bir ürperti sardı. Aralarında hafif fısıldaşmalar başladı. Eram tedirgin olmuştu ama bu atlıdan hiç hoşlanamamıştı, bir düşman olabilirdi. Eliyle atlının peşine düşeceklerini gösterirken amcası onu durdurdu.

“Bırak gitsin.”

“Niye amca?”

“O bir Ölüm. Kim bilir ne iş için at sürüyor. Başımıza bela almayalım.”

Kaynak batana kadar yolculuklarına devam ettiler. Havanın ılık olmasına rağmen içlerindeki ürperti gitmemişti. Geniş bir düzlüğün kamp için yeterli olacağını düşündüler. Büyük bit ateş yaktılar, etrafına da daha küçük kamp ateşleri.

Ülkit, Mela ve Kern büyük ateşin dışındakilerden bir tanesine kurulmuş sohbet ediyorlardı.

Mela tedirgin tedirgin, “Bir Ölüm’ün buralarda ne işi olabilir ki?” dedi.

Kern, “Senat’a doğru gidiyordu. Umarım oranın başına bela olur,” diye cevap verdi.

Ülkit ise daha sakindi. Bir şey demedi. Sadece ikisinin teorilerini dinledi. Eram büyük ateşe doğru giderken Ülkit’in sırtına hafifçe dokunup onu takip etmesini söyledi.

Kile, Seram ve Etro bir köşeye çekilmiş silahların bakımını yapıyorlardı. Etro kılıçlardaki ve baltalardaki çentikleri kontrol edip temizliyordu, mızraklar hâlâ esnek mi diye test ediyordu ve yaylarla oklar sağlam mı diye bakıyordu. Kile kalkanları ve eyerleri onarmaya çalışıyordu. Seram’a da en yorucu iş kalmıştı, zırhların onarımı. Her zırhın onlarca kontrol edilmesi gereken parçası vardı. Doğal olarak Kile ve Etro işlerini hızlıca bitirebilmişler kalkıp gidiyorlardı ki Seram’ın hüzünlü yüzünün onlara yalvarır gibi baktığını gördüler. Hemen yanına çöküp yardım etmeye başladılar. Zaten onu bu zorlu işle yalnız bırakmayacaklardı, sadece şaka yapacaklardı. Seram’ın yüzünde yine gülücükler açarak işine şevkle devam etti.

Perak, Minar ve Tart da nöbet için gönüllü olmuş dışarının karanlığıyla bütünleşip yok olmuşlardı. Kelterek Atlıları’nın geri kalanı da ya dinleniyordu ya da yemek yapmakla uğraşıyordu. Arkadaşlarının tuttuğu nöbetle huzur içindeydiler.

Eram Ülkit’le birlikte büyük ateşin başında oturmuş Ebrak’ın yanına gittiler. Eram yine arkadaşlarını süzdü. Herkesin keyfi yerinde gibiydi.

“Bir isteğin var mı amca?”

Ebrak, “Yok, yok. Gelin biraz konuşalım. Oturun yanıma… Merak ettiğim birkaç soru var,” derken yeri elleriyle süpürüyordu.

“Sor amca. Elimizden geldiğince cevaplamaya çalışırız, di mi Ülkit?” Ülkit kafasını kararlı bir şekilde evet anlamında sallamakla yetindi.

“Madem öyle. Nasıl desem? Böyle bir şey sorulmaz aslında ama hep böyle çayırlarda mı yatıyorsunuz?”

“Hep değil…”

“İyi, sevindim.”

“Bildiğimiz bir iki mağara var. Kötü havalarda oralara sığınıyoruz. Eğer oralara uzaksak küçük bir alana sıcaklığı sabitleyecek büyüler yapıyoruz. Büyü nöbetleşe canlı tutuluyor.”

“Her gün. Yerde. Buna nasıl dayanıyorsunuz? Bari yanınızda battaniye ya da ne bileyim sizi rahat ettirebilecek bir şeyler taşıyın.”

Ülkit lafa atlayıp, “Ek yükler atları yavaşlatıyor. Denemiştik. Faydasından çok zararı olmuştu.”

“O zaman neden köylerde kalmıyorsunuz? Köylüler size evlerini seve seve açar.”

“Olur mu amca, kaç defa istenir böyle bir şey? Ayıp olur. Hem hareketlerimizi de kısıtlar bu. Bazen uyanır uyanmaz atlarımıza atlayıp harekete geçmemiz gerekiyor. Köylerde misafir olmamız zaman kaybettirir, bunu göze alamayız.”

“Anlıyorum. Peki hep avlanarak mı besleniyorsunuz? Sadece etle beslenmeniz pek sağlıklı olmaz.”

“Evet genel olarak avlanarak besleniyoruz ama bazen çiftlik bize biraz erzak veriyor, bazen de ormandan meyve topluyoruz.”

“Hiç hoşuma gitmiyor bunlar. Akraba olduğumuzdan sadece senin için endişelenmiyorum. Diğerleri için de… Bizi gece gündüz koruyan herkes için endişe duyuyorum.”

“Şartlar bunu gerektiriyor amca. Bunu biz seçtik. Ülkit ve diğer herkes de aynı şeyi söyler.”

“Eram haklı. Bunu biz seçtik.”

“Bu yüzden, sakın bizim için endişelenme amca.”

Üçü havadan sudan konuşmaya devam ederken yanlarına Etro, Seram ve Kile geldi. Seram’ın yüzünde hâlâ kocaman bir gülümseme vardı. Donanımları hakkında rapor vermeye gelmişlerdi ve sözcüleri olarak Etro konuşuyordu.

“Bütün silahları ve zırhları kontrolden geçirdik. Bu sefer pek hasar yok ama üçer kılıç ve balta, bir mızrak ve biraz yay kirişi almalıyız. Oklar da azalmış ama dallardan yeni ok yontabiliriz. O sorun değil.”

Eram düşenceli gözüküyordu. “Sizce bu bize kaça patlar?”

“Hevon’un savaş durumundayken fiyatları pek kestiremeyiz ama büyük ihtimalle beş yüzden aşağı olmaz.”

“Beş yüz mü? Neyse bir şeyler düşünürüz. Size iyi eğlenceler.”

“Size de!”

Ebrak bir şeylerden şüphelenmiş, “Bir sorun mu var?” diye Eram’a sordu. Sadece Eram ve Ülkit’in duyabileceği bir sesle, “Para yüzünden mi?” dedi.

Eram da Ülkit de konuşmak istemiyorlardı ama bir cevap vermeleri gerekiyordu. İlk olarak geçiştirmeye çalıştılar.

“Boş verin efendim başka bir konuya geçelim. Gece gece para mı konuşacağız?”

“Ülkit doğru söylüyor. Daha iç açıcı şeylerden bahsedelim.”

“Ne varsa söyleyin. Zorlamayın sabrımı.”

Ülkit ise utancından yerin dibine giriyordu. Eram önce etrafına bir bakındı. Diğerlerinin birazdan söyleyeceklerini duymasını istemiyordu. “Şey… Amca. Biliyorsun bizim düzenli bir gelirimiz yok. Ele geçirilen ganimetleri de olduğu gibi köylülere geri veriyoruz. Hediye bir şeyler geliyor tabi ama şu anda… Şu anda… Şu anda yeterli paramız yok.”

“Beş yüz çok tabi… Ama bir Kelterek köyü için değil. Dönüşte biriniz benimle gelir. Köyde size beş yüz verebilirim. Tamam mı? Anlaştık mı?”

“Kesinlikle olmaz amca. Hayır. Kesinlikle böyle bir şeyi kabul edemeyiz.”

“Tamam, anlıyorum. O zaman bunu bir borç olarak alın. Sonra ödersiniz.”

Eram ve Ülkit büyük bir utangaçlıkla teklifi kabul ettiler. Diğerleri buna ses çıkarmazdı, sonuçta Eram’ı liderleri olarak kendileri seçmişlerdi.

Bu sırada kampın dışından, uzaklardan çığlıklar ve bağırışlar duyulmaya başlanmıştı. Sesler giderek yaklaşıyordu. Nöbetçiler derhal seslere doğru gittiler. Çok sürmeden Minar koşarak kampa geri döndü.

“Bir çocuk kaybolmuş! Bir çocuk kaybolmuş! Ailesi yardım istiyor!” diye bağırarak Eram’ın yanına geldi. Nefes nefese, “Rek– Reka köyünden… bir çocuk kaybolmuş onu arıyorlar,” diyebildi zar zor.

Kelterek Atlıları tatlı uykularını yarım bırakıp bütün gece, sabaha kadar çocuğu aramışlardı ama çocuktan ses seda yoktu. Artık umutlarını kaybetmişlerdi ve gitmeleri gerekiyordu. Yine de Eram, “Minar yanına beş kişi daha alıp aramaya devam edin. Biz köye girmeden yetişemezseniz bizi köyün dışında bekleyin. Geç geldiniz diye ortalık karışmasın şimdi.”

Kayıp çocuğun annesi, Eram’a ağlamaklı bir şekilde, “Çok teşekkürler. Çok teşekkürler. Bu iyiliğin karşılığını nasıl öderim bilmiyorum.”

“Teşekkürünüzü kabul etmek için daha çok erken. Umarım çocuğunuz sağ salim bulunur. Kelterek Atlıları olarak hepinize kayıtsız şartsız yardım etmek için yemin ettik. Bol şanslar. Hadi gidiyoruz.” Eram’ın atı şahlandı ve güneydoğuya, Kesta köyüne doğru yollarına devam ettiler.

 

Ve yine koşturuyordu tek vücut,

Başkalarının peşinden yardıma.

Doğuda, batıda, kuzeyde, güneyde,

Her yerdeydi onlar.

 

Kesta köyünde bir hareketlilik vardı. Köylüler bir şey için hazırlık yapıyordu. Bu hareketlilik ulak Eler köyünden geldiğinden beri vardı. Tium ve Albay Redan büyük bir titizlikle çalışıyordu.

Terma, “Sen ne olduğunu biliyor musun?” diye sordu Libat’a. Tam üç gündür ikisi de tutsak gibiydi.

Libat hemen cevap vermedi. Terma’yı kolundan tutarak onlara ayrılmış odaya götürdü. “Kelterek Atlıları için hazırlanıyorlar. Tium’u birileriyle konuşurken duydum. Hiç hoş şeyler olmayacak. Bir sürü silah hazırlıyorlar. Şu Albay bozuntusu da Kelterek’in sahibi olmak istiyor sanırım. Bütün hazırlıklar–”

“Evet hazırlıklar Kelterek Atlıları için Libat.” Tium odanın kapısında dikilmiş onları dinliyordu. “Ve yine evet, o Albay bozuntusu buraları istiyor. İstemesiyle kalacak ama. Onun için de bir şeyler düşünüyorum ama önce Kelterek Atlıları.”

Boru sesleri yankılanmaya başladı. Kelterek Atlıları’nın geldiği haberi bütün köye yayıldı. Tium arkasında Libat ve Terma’yla birlikte köy meydanına gitti. Kelterek Atlıları atlarını ahırlara vermiş ağır ağır meydana giriyorlardı. Yanlarında Eler köyünün lideri Ebrak da vardı.

Kesat’ın eski liderini gömeli çok olmuştu ama onu anmak ve saygılarını sunmak için temsili bir anıt dikmişlerdi. Anıtın etrafına masalar ve sandalyeler konmuştu. Birçoğuna köylüler çoktan kurulmuştu bile. Anıta en yakın masada ise Tium, Libat ve Terma oturuyordu.

Önce Eram, Ebrak ve Ülkit anıta saygılarını sunmuştu. Tium’un masasında üçü için de yer ayrılmıştı. Masaya doğru giderken Ebrak’ın dikkatini bir şey çekmişti; köylülerdeki kana susamış gözler, yüzlerindeki öfke. Sanki onları parçalamak istiyormuş gibi bakıyorlardı. Bir şey diyemedi ve ona ayrılmış yere oturdu. Kelterek Atlıları’nın da geri kalanı kısa sürede saygılarını sunmuştu. Masalarda boş buldukları yerlere oturmuşlardı. Garipti bu tarz düzenlemelerde gruplar birbirine pek karışmadan oturtulurdu. Şimdi ise Eram hepsini aynı anda zar zor görüyordu.

“Aç olmalısınız. Küçük bir şeyler hazırladık. Lütfen bunu bir dostluk göstergesi olarak görün.” Tium’un sözlerindeki garipliği Eram da Ebrak da Ülkit de fark etmişti. Onları dost olarak görmüyor muydu artık Kesat köyü. Ayrıca sesinde fark edilebilir bir düşmanlık vardı.

“Teşekkürler,” demekle yetindi Ebrak. Herkes adına konuşmuştu.

“Önemli değil. Böyle küçük şeylerin yapılması gerekir. Herkese afiyet olsun.”

Gariplikler yemeğin gelmesiyle devam etti. Misafirlere verilen yemek miktarı açıkça daha azdı. Sunulan çatal kaşıklar eksikti, en azından misafirlerinki. Yine de Kelterek Atlıları ve Ebrak hiçbir şikayette bulunmadan yemekleri yediler.

Ortama bir sessizlik hakimdi. Yemek kaplarına sürten ve çarpan çatal kaşıktan başka ses yoktu. Bir cenaze için bile fazla sessizdi. Ebrak sessizlikten rahatsız olup, “Siz nasılsınız?” dedi Terma ve Libat’ı kastederek.

İkisi de, “İyiyiz,” deyip hemen sustular. Hiç de iyi gözükmüyorlardı. Yüzlerinde bir korku ve hüzün vardı.

Tium sonunda kendi sessizliğini bozup, “Sizinle bir şey konuşmak istiyorum,” dedi Eram’a. “Biz Kesta köyü olarak Kelterek Atlıları’nın dağıtılmasını istemekteyiz. Sanırım Reka köyünün lideri Terma ve Ekrat köyünün temsilcisi Libat da bana katılıyorlar. Bu isteğin en kısa zamanda yerine getirilmesini istiyoruz.”

Tium’un sözleri bir tokat gibi çarpmıştı suratlarına. Bunları bütün masaların duyabileceği şekilde söylemişti. Eram ve Ülkit kaskatı kesilmişlerdi. Kelterek Atlıları huzursuzluk içinde boğuluyorlardı ama köylülerin yüzünde tebessümler belirdi. Ebrak’ın elindeki kaşık düşmüş tabağa çarpıp ses çıkarmıştı.

Tium aceleyle Libat ve Terma’nın yüzlerine baktı. İkisi de aniden, “Katılıyoruz,” dedi. Tium’dan ürktükleri belliydi.

“Biz gidersek köyleri kim koruyacak?” Ülkit’in sesi olabildiğince gür çıkıyordu. Arkadaşlarına bir dayanak olmak istiyordu.

“Kendi kendimizi koruyacağız, ne olacak?” Ama Tium’un sesi daha gürdü ve tehditkardı.

Ebrak, “Şu an, bunun için uygun bir zaman değil,” dedi. Aklına söyleyebilecek başka bir şey gelmiyordu. Üç köyün de bunu istemesi bir karar için yeterliydi. Şimdilik bunu ertelemeye çalışıyordu.

“Sen ne diyorsun Eram?” Tium’un sesi yine gürlüyordu. “Kelterek Atlıları’nın lideri olarak köylerin isteklerini kabul edecek misin, yoksa… Ayak bağı mı olacaksın!”

“Ben kendi başıma lider olmadım ya da kendi kendimi lider ilan etmedim. Arkadaşlarım beni seçtiler. Şimdi de bir seçim olacak! Kelterek Atlıları! Dağılacak mıyız?” Sesi Tium’inkini bastırsın diye hafiften büyü de kullanmıştı. Arkadaşlarına onların yanında olduğunu gösteriyordu ve bir nevi sanki Tium’a meydan okuyordu.

Kelterek Atlıları’nın hepsi inkar etti. Ettikleri yeminlere bağlılıkları kolayca bozabilecekleri bir şey değildi. Arkadaşlarını bu yolda kaybetmiş yine de yollarından ayrılmamışlardı. Ne açlık ne yorgunluk ne de kendilerini şaşırmış köylüler onları yıldırabilirdi.

“Cevabı duydunuz. Bunlar aceleye gelmez. Köyler bir araya gelip konu üzerinde konuşulur mantıklı bir karara varılırsa kabul ederiz. Cevabımız bu kadar.”

Tium’un yüzünde büyük bir mutluluk vardı. Sanki istediği şeyi duymuştu. “Duydunuz mu Kelterek Atlıları köylerin isteklerini geri çeviriyor? Bu bir başkaldırıdır. Hem yıllarca sırtımızdan geçinin hem de bizim isteğimizi geri çevirin. Hepsini öldürün!”

Köylüler aniden gizledikleri hançerlerini çıkarmışlardı. İlk darbeyi Minar yemişti. Hançeri, birkaç gün önce bilek güreşinde kullandığı eline saplayıp masaya mıhlamışlardı. Minar acıyla bağırırken Etro ve Kern yanına gelmeye çalışıyordu. O sırada başka çığlıklar Eram’ın kulaklarını deliyordu. Etro ve Kern Minar’a yetişemeden boğazları kesilmişti.

Perak, Tart ve Mela kırık içki şişelerinin vücutlarına girmesiyle can veriyordu. Mela arkadaşlarının ölümünü görürken aklında birkaç gün önceki şölende oynadıkları içki yarışması vardı. Onların sırtlarına vurduğu için şimdi üzülüyordu ama acıdan bir şey yapamıyordu.

Seram, Kile’yi de yanına almış Etro’ya ulaşmaya çalışıyordu ama çok geç kalmıştı. “Etro!” diye bağırmıştı ve Etro ona dönerken boğazı kesilmişti. O an aklında bir şey vardı, zırhların bakımını yaparken Etro’nun ve Kile’nin ona yardım etmesi. Yüzünde bir şokla Kile’den uzaklaştırılırken darbeler yiyor ölüyordu.

Eram ve Ülkit kargaşa sırasında Ebrak’ı ahırlara götürmeye çalışıyordu. Ebrak bir köyün lideri olduğu için korunması gerekiyordu. Ebrak ise Kelterek Atlıları’nın kendilerini savunması için yalvarıyordu.

Ahırlara ulaştıklarında bir ata Ebrak’ı bindirdi hemen. Sonra zorla Ülkit’i de başka bir ata bindirdi. “Son emirim Eler köyünün lideri senin koruman altında. Hadi gidin!”

İki at da dörtnala uzaklaşırken köylüler Eram’ın üstüne çullandı. Zırhını üstünden çıkarıyor, onu köy meydanına sürüklüyorlardı. hâlâ direnen arkadaşları vardı ama onun gözüne çarpan tek bir şey vardı. Kelterek Atlıları silahlarını kuşanmamışlardı. hâlâ yeminlerine bağlı kalıyorlardı. Kelterek ahalisine bir zarar gelmiyordu.

Sonunda hayatta kalanlar da öldü ve Eram Tium’la karşı karşıya geldi. “Siz asalaklardan hep nefret etmiştim. Kendinizi ordu sanıyorsunuz ama eşkıyadan başka bir şey değilsiniz. Ve eşkıyalara ne yapıldığını bilirsiniz.”

“Yok edilirler.” Tium’un yanına Eram’ın tanımadığı biri geldi. Hevon Ordusu’ndan olduğu belliydi. Yüksek rütbeli olmalıydı. “Ben Albay Redan. Siz eşkıya bozuntularının en baştan beri eğitilmemeniz gerekirdi. Bu niye hâlâ hayatta?”

“Senin için.” Tium, Eram’ın kılıcını çekip Albay Redan’ın karnına sapladı. Aynı anda köylüler de Eram’ın üstüne çullandılar. Eram, Kelterek Atlıları’nın silahlarını kuşanmadıklarını bilmenin gururuyla yüzünde bir tebessümle son nefesini verdi.

 

Tek vücut parçalanabilir mi?

Tek vücut yok edilebilir mi?

Tek vücudun bir parçası kalsa bile,

Toparlanabilir yine!

Oruç Can Hasmaden

Finlandiya’da gıda mühendisliği okuyorum. Fantastik ve bilim kurgu edebiyatı, filmleri ve oyunları tüketmeye bayılırım.