Öykü

Aziz Gerçeklik Vur Hayalime

“… ve ben Son Savaşçı Minotor, Metru. Tanıştığımıza memnun oldum.”

Minotorun kendisine doğru uzatmış olduğu eli sıkıca kavradı. “Ben de çok memnun oldum,” dedi hızlıca. Minotor Metru’nun elini sıkarken ‘son’un farkına vardı. “Son mu? En azından yüzlerce minotor kabilesi olduğuna eminim. Bir yanlışın var.”

“Yooo… Son Savaşçı Minotor olduğum kesin. Seyirci son olduğumu söylemişti.” Minotor etrafına kısaca bakındı. Etrafta hiçbir şey yoktu. Neye bakmıştı acaba, diye düşündü.

“Seyirci de kim?” diye sordu kafası karışarak. Tiyatro ya da televizyon için olmadığı kesindi.

“Siz ona Kadim Olan diyorsunuz. Ben o ismi sevmiyorum. Yaşlı hissi veriyor. Biz onu ne zaman görsek aynı yaşta görünüyordu… Eğer görüntüsü bir illüzyon değildiyse.”

“Gördünüz mü?” Sesine hâkim olamamıştı. Neredeyse bağırıp karısını uyandıracaktı. Ama herhangi birinin Kadim Olan’ı görmeyi bırak en küçük bir temasının bile olması tarihe geçmesi için yeterliydi.

Karısı mı? Karısı neredeydi? Peki kendisi neredeydi? Etrafta hiçbir şey yoktu. Yer yoktu. Hava yoktu. Hiçlikte gibiydi. O zaman nerede duruyordu? Minotor bir şeyler anlatıyordu ama dinlemiyordu. Bu minotor da kimdi?

Daha fazla düşündükçe kafası bulanıyor, midesi karışıyordu. Kulaklarında hafiften vızıldama sesleri başlarken ayaklarını tutuyordu. Paniği şaşkınlığıyla dans ediyor, minotorun sesiyle tepiniyorlardı.

Minotor şaşkınca izlerken araya girme ihtiyacı duyup, “İyi misin?” dedi.

Bütün düşünceleri durdu. Minotora odaklanıp kaldı. Aniden minotorun kafasını ellerinin arasına aldı, “Metru!” diye bağırdı yüzüne yaklaşarak.

Minotor küçük titremelerle, “Evet,” dedi. Sesi içine kaçıp gitmek istiyordu. Hâlâ korkmaya başlamamıştı ama her an korkabilirdi. Minotor yüzündeki elleri yavaşça tuttu. Onu aniden ürkütüp bir kaza olmasını istemiyordu. Elleri yüzünden çekince daha sakin, kendinden emin konuşabildi. “Sen kimsin?

Kendisinin de biraz önce ne yaptığını tam olarak kavrayamadan, “Tora Nevalo,” dedi.

Tora için bu, sonunu bilmediği bir başlangıçtı. Küçük bir ilerleme. Kendi içindeki kapalılığın açılışı. İlk sorusunu sormaya hazırdı.

“Burası neresi?”

İkinci sorusu da hazırdı.

“Buraya nasıl geldim?”

Üçüncü sorusu hazır değildi. Yeniden düşüncelere dalınca buldu. Bu bir saliseden kısa sürmüştü.

“Kadim Olan’ı nasıl gördün?”

Dördüncü sorusunu düşünmeye başlarken minotor araya girdi. “Daha fazla düşünme! Lütfen. Şimdilik yeter bu kadar.”

Tora derin bir nefes alarak durdu. Kendine geldi. Meraklı gözlerle etrafı inceledi. “Evet. Burası neresi?”

Metru, sakince sorulan soruya daha sıcak yaklaştı. “Burası… Evim diyebiliriz. Evet burası evim!” Yüzünde koca bir gülümseme vardı ama Tora için yeterli gözükmüyordu. Tora’nın suratının ekşidiğini görünce cevabına devam etti. “Evrenin kullanılmayan bir parçası. Hiçlik de diyebilirsin. Girişi ve çıkışı yoktur. Aslında…”

Metru bir an dehşete düşüp irkilerek geriye sıçradı. Yumruklarını kaldırarak dövüş pozisyonu aldı. “Son Savaşçı Minotor Metru’nun evine hiçbir hırsız girip de kurtulamaz!”

Korkma sırası Tora’daydı. Ağzını açtı ama hiçbir ses çıkmadı. Diliyle ve küçük diliyle var gücüyle sesini ittirdi. Metru hızla yaklaşırken sonunda bağırdı. Aslında konuşmuştu ama çok yüksek, anlaşılmaz bir sesle.

Metru bunu bir tehdit olarak algıladı ve yeniden geri çekildi. Karşısındaki hırsızın çetin ceviz olduğunu düşünüp ona saygı duydu. Hırsızın ne yapacağını kestirmeye çalışırken Tora daha anlaşılır bir şeyler söyleyebildi.

Tora, “Hayır!” dedi. “Ben hırsız değilim! Ayrıca hırsız olsam da buradan ne çalabilirim ki.” Kendisine de savunması pek ikna edici değilmiş gibi geldi. “Ayrıca kendin söyledin, buraya giriş çıkış yoktur diye. Nasıl girebilirim ki buraya, di mi?” Savunmasının daha da kötüye gittiğini hissetti. Minotor için de öyle gözüküyordu.

Metru çoktan harekete geçmiş son hızla Tora’ya koşuyordu. Tora kafasını kollarının arkasında korumaya almaya çalışırken minotorun kollarının menziline girmişti çoktan. Tora korkudan iyice gerilirken minotor, Tora’nın ellerinden birini yakaladı ve sıkıca tuttu.

“Gerçekten özür dilerim. Dediklerin kesinlikle doğru. Ne burada çalınabilecek bir şey var ne de burada giriş çıkış var. Seni korkuttuğum için gerçekten ama gerçekten özür dilerim. Bunu nasıl telafi edebilirim acaba?” Metru’nun yüzü hüzünlü gözüküyordu. Neredeyse ağlayacak gibiydi.

Tora minotorun haline çok duygulandı. O da ağlayacak gibi oldu ama kendini tuttu. “Lütfen beni evime geri gönder.” Tora’nın sesi minotorunkinden daha ağlamaklıydı. Karısını hatırladıkça onu özlüyor, ona dönüp onu kucaklamaya can çekişiyordu.

Metru bir anda ağlamaya başladı. Hıçkırıklarının arasında zar zor konuşabiliyordu. “Ama… Ama daha önce… dediğim gibi burada gi… giriş çıkış yok.” Kendini Tora’nın üstüne atıp koca bedeninin bütün ağırlığını ona yükledi. Göz yaşlarıyla sümükleri, önce yüzündeki tüyleri oradan da Tora’nın pijamasının omuz kısmını ıslatıyordu.

Tora minotorun sırtını sıvazlarken ne diyebileceğini düşündü. Onu nasıl teselli edebilirdi acaba. “Hadi ama… Hadi ağlama artık. Bak eee… Şey eee. Eee… Bak ben buradayım. Hadi. Kendine gel. Bir de üstümden kalkarsan sırtım ağrıyor artık.”

Metru silkelenip kendine geldi, “Ben neden üzülüyorsam. Sanki seni ben getirdim,” derken gözleriyle burnunu siliyordu. “O zaman baştan başlayalım mı? Hoş geldin. Ben…”

“Hayır! Hayır! Ha-yır! Çoktan tanıştık. Ben Tora, sense Son Savaşçı Minotor Metru. Artık geçelim burayı. Eğer buradan gidemiyorsam ne yapacağım?”

Metru yine etrafına bakındı, “İstediğini yapabilirsin. Kendini evinde farz et,” derken dönüp gitti. Aniden geri dönüp “Ayrıca çekinmeden istediğini izleyebilirsin,” dedi. Beş dört metre uzaklaştıktan sonra koltuğa oturur gibi boşluğa oturdu. Rahatı yerinde uyuyor gibiydi.

Hiçlik Tora’nın canını sıkacak kadar boştu. Öylece minotorun uyanmasını beklerken kendini oyalayabilecek hiçbir şey yoktu. Biçimsiz bir yerde kendine Son Savaşçı Minotor diyen bir minotorla hapsolmuştu. Hiçlik düşüncelerini bile ele geçiriyor beynini boşaltıyordu. Bir şeye odaklanırken hiçlik ilgisini üstüne çekiyordu.

Neden minotora güvendiğini sorgulamaya başladı. Hiç tanımadığı biri, burada hiçbir girişin ya da çıkışın olmadığını söyledi diye doğru olmak zorunda mıydı? Kendi görmeden inanmaması gerektiğini düşündü. O uyurken rahatlıkla yanından ayrılabilirdi.

İlerliyordu. Bunu minotorun uzaklarda kalmasından anlayabiliyordu. Yol kat etmek için normaldeki gibi yürüyordu ama bunu yapması gerçekten gerekmiyordu. Hiçlikte zemin yoktu. Dümdüz durarak bile ilerleyebiliyordu ama yürümek ona olması gereken oymuş gibi geliyordu.

Zaman algısını iyice yitirmişti. Ne kadardır yürüdüğünü bilmiyordu. Ne takip edebileceği bir yıldız ya da uydu vardı ne de zamanı söyleyebilecek bir araç. Gerçekten yürümediği için ayakları ağrımıyor, bedeni bile zamanı tahmin etmesi için yardım etmiyordu.

İlerliyordu? Etrafta gerçekten yol kat ettiğini belirten hiçbir şey yoktu. Minotor bile o kadar geride kalmıştı ki artık gözükmüyordu. Evet, adımlar atıyordu ama bunun onu bir yerlere götürdüğünün bir kanıtını bulamıyordu. Tek bildiği hiçlikte olduğuydu.

Minotorun doğruyu söylediğini hissetti. Belki de artık geri dönmeliyim, diye düşündü. Arkasına baktı. Gerçekten oradan mı gelmişti? Her yerde hiçbir şey yoktu. Neden böyle bir hiçlikte, tanıdığı tek varlığın yanından ayrıldığını düşünerek dövündü. Ya bir daha hiç kimseyi göremezse, diye düşündü. Bu hiçlikte bir de yalnız kalmak istemiyordu. Minotorun yanına dönmeye can atarak tekrar geldiği yöne dönünce minotoru birkaç adım ilerisinde buluverdi.

Sevinç içinde küçük bir çığlık bile atmadı ama rahatladı. O uyanana kadar sabırla beklemeye karar verdi. Ne kadar uzun sürebilirdi ki?

“Hehehehe…” Minotor kıs kıs gülüyordu. “Seninki nasıldı? Eğlendin mi ba– Ne oldu?”

Tora beklemenin azizliğine uğramıştı. Minotorun uykusu beklediğinden daha uzun sürmüştü ya da ona öyle gelmişti. Tam olarak ne kadar süredir beklediğini bilmiyordu ama kısa olamazdı. “Sadece bekledim,” demekle yetindi.

Metru büyük bir ilgiyle, “Sonra ne yaptın?” diye sordu.

“Daha çok bekledim.”

“Peki daha sonra?”

“Sen uyanana kadar bekledim.”

“Ben uyumuyordum ki keşke beklemeseydin.”

Metru pek de Tora’nın duymak istemeyeceği bir şey söylemişti. Yine de beklemekten başka bir seçeneği yoktu.

“Keşke sen de bana katılsaydın. Çok eğlenceliydi.”

“Neye katılsaydım?”

“İzlemeye.”

Tora’nın canına tak etmişti. “Yeter!” diye sürekli bağırıyordu.

Metru, Tora’yı kafasından yakalayıp en huzur verici sesiyle, “Sakin ol,” dedi.

Etrafta bir sürü kozmik polis üniformalı vardı. Koyu üniformalı kozmik klon polisler toplu halde, düzenli bir şekilde nakliye gemilerine binerek uzayın derinliklerine gidiyordu.

Klon üniformalı bir polis, “Sen de bizimle gelmelisin,” dedi telaşla. Karşısında her yanıyla doğal olduğunu belli eden şık, gösterişli ve açık renk bir polis üniformalı vardı. Sürekli arkasındaki hangarda geriye kalan nakliye gemilerine bakıyordu.

“Benim burada kalmam gerekiyor. Zamanında yapmadıklarımla cezasını böyle çekmeliyim. Yolun açık olsun Kozmik Polis! Kendine iyi bak.”

Klon polis diğer klonlara katılırken doğal onu seyrediyordu.

Robotik sol kollu bir kadın kapıyı açtı. Dışarıdan yağmur sesi geliyordu. Kadın ışıkları yakmaya çalıştı ama ev karanlık kalmakta direniyordu. Kadın tam kapıyı kaparken biri sertçe itip kapıyı duvara vurdu. Elinde şok cihazlı biri hızla kadına saldırdı.

Kadın yorgun gözüküyordu ama saldırganı ustaca defediyordu. Robotik koluyla saldırganı tutup karşı duvara fırlattı. Saldırganın üstüne yürüdü ama vücudu verilen şokla titredi. Şok cihazlı ikinci bir saldırgan vardı arkasında.

İlk saldırgan kadını tekmelerken hakaretler savuruyordu.

“Bırak şimdi kadını etrafı düzenlememiz gerek. Kaza süsü verecekmişiz.”

Ateşin üstündeki etlerden hoş kokulu dumanlar yayılıyordu. Tek ışık kaynağı bu ateş ve hemen yanındaki ekrandı. Işıktan sadece üç kişinin olduğu belli oluyordu.

“Olmadı mı hala?” diye sordu masayı düzenleyen.

Etlerle ateşten yükselen dumanın arasından, “Az biraz daha. Şimdi kaldırıyorum ateşin üstünden,” dedi bir diğeri.

“Bakın biri tavandan düşüyor,” dedi üçüncü.

Hızla aşağı düşen ise, “Ben kazandım! İrnad’ın en güçlüsü, ben kazandım!” diye böğürüyordu.

Rahat bir kanepeyle koltuklar, birçoğunun ise üstünde oturanlar vardı. Sinirden küplere binmiş biri de odada volta atıyordu. Bir eli, yumruğunu sıkmaktan bir iki tırnağı avuç içine batmış, hafifçe kanıyordu.

Kapı aralandı. Bir kafa gözüktü. “Geldi efendim. Odaya alalım mı?”

Volta atan bir şey söylemeden kızgın bir şekilde kafasıyla içeri çağırdı. Ağzı kulaklarında bir genç girdi. “Beni istemişsin patron. Yeni iş mi var?”

Volta atan durdu. Patron diye ona seslenmişti. “Evet,” dedi, “yeni bir iş var.” Hafifçe kanayan eliyle gencin suratına bir yumruk patlattı. “Beğendin mi yeni işini?”

Patronu müthiş bir öfkeyle genci dövdü. Genç yerde kıvranırken patronu arkasına bakmadan çıkıp gitti.

Tora keskin, kısık nefesler alarak karşısındaki minotora baktı. Can sıkıcı hiçlik tekrar onu sardı.

Metru büyük bir şevkle, “Demin gördüğün ve daha fazlası bedavaya sizin olabilir. İşlemler için lütfen bana müracaat edin,” dedi.

Tora Hala kısık nefesler almakla uğraşırken şapşal şapşal minotorun suratına bakıyordu. Son söylediklerine bir anlam katamıyordu.

“Reklamlar gibi,” dedi Metru. “Her izlediğimde bir iki tane de reklam bakarım. Hep de yapmak isterdim, bugüne kısmetmiş. Ah! Hayır… Reklamın en önemli kısmını unuttum!”

Tora çekinerek, “Evet?” dedi.

“Ne izlediğini açıklamayı.” Neşesi biraz kaçmıştı ama açıklamaya niyetli gözüküyordu. “Neyse. İzlediğin şey evrenimizde gerçekleşen olaylardan bazıları. Hangi zamandan, galaksiden ya da şehirden olduğu pek önemli değil. Büyü enerjin üstünde iyi bir kontrolünün olması yeterli.”

Tora’nın gözleri ışıldadı. Zamanın ne kadar hassas bir olgu olduğunu gayet iyi biliyordu. Kadim Olan’ın bu konudaki kuralları kesindi ama Metru bunu izlemek olarak isimlendirmişti. Demek ki olaylara müdahale edemiyordu. “Öğretir misin?”

Metru’nun yüzü değişmeye başlamıştı. Kıllardan dolayı azıcık gözüken kısmı da kızarmaya başlamıştı. Alt dudağını yiyormuş gibi gözüküyordu. Sevinçten gülmemeye çalışıyordu ve Tora, keşke gülseydi diye hafif tiksintiyle iç geçiriyordu.

Metru yine Tora’nın kafasını tuttu. “Hangi zamanda neyi görmek istediğini düşün, ayrıca büyü enerjimin ne yaptığına odaklan.” Heyecandan doğru düzgün konuşamıyordu bile. Arada bir gülmesini tutmak için duraklamıştı.

Tora bir şey düşünemiyordu. Gelecekte ne olacağını bilmediğinden gelecekten bir şey düşünemiyordu. Geçmişten ise görmek istediği birçok şey vardı. Düşünememesindeki en büyük etkense Metru’nun elleriydi. Metru heyecandan Tora’nın kafasını çok sıkıyordu, Tora da kafası plastik toplar gibi oval olmasın diye kafatasına bağlı bütün kasları yoruyordu. Onların görevi de buydu.

Metru can çekişen Tora’yı sonunda fark edince ellerini gevşetti, “Pardon, böyle nasıl?” dedi.

Yaşlı bir adam çalışma masasında kamburunu eğerek oturuyordu. Yanındaki küçük lambanın kolunu daha da bükerek önündeki saate göre ayarladı. Sonra koca büyüteci biraz yukarı kaldırarak yüzü ve saat arasından alarak çıplak gözle saatin içini inceledi. Elindeki ince, narin cımbızla pür dikkat mekanizmalara dokunup kırık dişliler veya mikroçipler var mı diye bakıyordu. Büyü ve teknoloji karışımı bir saat vardı önünde. Bu yüzden yarısı karmaşık, merkezinde bir büyü enerji haznesi olan dişli düzenekler diğer yarısıysa karmaşık kablolu mikroçiplerle doluydu.

Önce büyü enerji haznesini kontrol etti. Özenle yapılmış bir tahta oymasıydı. Büyük bir dikkatle geri dönüşümlü yönlendirme işlendiği belli oluyordu. Diğer yandan mikroçiplerin işletim hızı ve gücü onun için paha biçilmezdi.

Ve işte sorun tam oradaydı. Mikroçiplerden birinin kablosunda temassızlık vardı. Bunu üç saat sonunda anca bulabilmişti. Çabucak kabloyu değiştirip saati geri topladı. Masanın öteki ucunda duran şık kutulardan birine uzandı. Kutunun üstüne altın sarısı harflerle “Nevalo Saat Tamiri” yazısı işlenmişti.

Tora, dedesini hemen tanımıştı, Erat. İkisinin adı eş anlamlıydı, zaman.

“Ve bitti. Hoşuna gitti galiba. Bundan sonrakini sen dene bakalım başarabilecek misin?”

Tora aniden Metru’yu karşısında görünce küçük bir şok geçirdi ama buna alışmıştı artık. Pek konuşma haline dönememiş, dedesini düşünüyordu. Bunun güzel bir fırsat olacağını düşünerek büyüyü uygulamaya koyuldu.

İlk denemesinde neredeyse başarılı oluyordu. Hatta sadece izlemekle kalmayıp neredeyse dedesine sarılabilecekti de.

Metru, Tora’nın ne yapmaya çalıştığını anlayamamıştı, “Zamanı ölmeden de izleyebilirsin,” demişti şaşkın şakın.

İkinci denemesi ise kısmen daha başarılı geçmişti. En azından kendini neredeyse öldürmüyordu. Bu sefer zamanda farklı olayları görmek yerine fiziksel olarak hiçliğin farklı bir aynı hiçliğini izliyordu.

Denemeleri farklı başarısızlıklarla devam etmişti. Bu başarısızlıkları farklı başarılar ve deneyimler tabi ki vermişti ama istediğine ulaşamamıştı. Zaten kendi büyü enerjisini o kadar iyi kontrol edemezdi. Bir keresinde kız arkadaşının saçlarının dibini yakarak şekil verecekken toptan yakmıştı.

Sahi, dedi içinden. Kız arkadaşı ne yapıyordu acaba? Hiçbir zaman telaş etmeyen biriydi. Tora’nın yokluğu da onu pek etkilemeyecekti. Belki fark etmezdi bile, Tora’nın pek kayda değer bir varlığı yoktu etrafındakiler için. Metru bu kategoriye girmiyor olabilirdi. Metru onu gördüğüne sevinmiş gözüküyordu. Bunda tek başına hiçlikte yaşamasının neden olması büyük bir olasılıktı.

Masanın üstünde tonla kâğıt vardı. Bir sürü anlamsız sayı. Sonlarında para birimlerinin işaretleri olmasa ne olduğunu anlamak zor olurdu. Cansız bir el kağıtları inceleyip hesap yapmak için birer birer alıyordu. Tora bu işin ne kadar sıkıcı olduğunu, masanın diğer tarafında oturan kız arkadaşından birçok kez duymuştu. O zaman ne demek istediğini anlamamıştı, şimdi de pek anlamıyordu. Bu iş için okuyup mezun olmasının nedeni neydi o zaman?

“Tora Hala ortaya çıkmadı mı?” dedi odadaki başka biri. “Torunum diye söylemiyorum ortalardan kaybolmakta üstüne yoktur. Bir kere okula gidiyorum diye evden çıkmış bir yıl gelmemişti. Yoksa… Yok sanırım on yıl gelmemişti. Çünkü geri geldiğinde göbeğine kadar inen sakalları vardı.”

“Hmm… Bir kere bana da arkadaşına refakatçilik yapmak için bir haftalığına portal şehrine gitmesi gerektiğini söyleyip üç ay sonra elinde bir bebekle gelmişti. Arkadaşı emanet olarak vermiş.”

İkisi de kendilerini tutamayıp gülüştüler. Kız elindeki kağıdı dikkatli inceleyince yüzündeki bütün laubalilik gitti. Yerinden kalkıp adama giderken, “Bay Tora! Hatanın nereden kaynaklandığını buldum sanırım,” dedi.

Tora’ya dedesinin ismini vermişlerdi. Zaman anlamına gelen bu isim anne babasının çok hoşuna gitmişti.

Metru, Tora’nın başında bekliyordu. Tek kolunun üstünde dinlendirdiği kafası az daha düşecekken uyandı. Uyku sersemliğiyle bir şeyler geveledi. Seyirci’yle ilgiliydi. Tamamen ayılınca ise Tora’nın ona baktığını gördü. “Bakıyorum da ilk izlemeni tamamladın. Nasıldı? Eğlenceli miydi?”

Metru bir şeyi fark etmemişti ama Tora etmişti. Dedesinin adı gördüğü iki zaman parçasında da farklıydı. Kendisi ise dedesinin ismini hiç hatırlamıyordu. Var mıydı yok muydu ondan bile emin değildi. Biyolojik olarak kesinlikle olması gerekirdi. Daha önce bir nesil atlandığı hiç duyulmuş şey değildi.

Algılayamadığı zamanın bir birimi Metru’yla anlamsız sohbetler ederek ve zaman parçaları izleyerek geçiyordu. İzlediği şeylerin ailesiyle ilgili olmasına dikkat ediyordu. Her izleyişinde aile bireylerinin isimleri ve ilgi duyduğu kadınla arasındaki ilişki değişiyordu. Bazen halaları teyzesi, babası dedeleri, kardeşleri abla ve abileri oluyordu.

Hatanın ailesinde ya da izlediklerinde olduğunu düşündü ama kendisinin bile ailesi hakkında bir şey hatırlamadığını düşününce izlediği zaman parçalarının da belki hatırlamadığını farz etti. Hatanın ailesinde olmasından daha mantıklı gelmişti.

Bu durumun taşırdığı son damla ise artık kendisinin bile kendisi olmayıp başkalarının da kendisi olmaya başlamasıydı.

“Bir şeyler ters gidiyor Metru. En son izlediğim benim balık, balığın ben olduğunu gösteriyordu. İzlediklerimizin gerçekten de zamanın bir parçası olduğuna emin misin?”

Metru bir şey diyemedi. Yutkundu ama konuşmadı. Tora’nın yalvaran gözlerine bakmayı reddediyor hiçliğin çekiciliğine dalıyor gibi yapıyordu.

Tora sonunda dayanamayıp, “Ben gerçekten var mıyım?” diye sordu.

“Yani,” dedi Metru, “neye göre sorduğuna bağlı. Bana göre gerçeksin. Bu yetmez mi?”

“Şimdilik yeter. Peki ya başkalarına göre?”

“Burada başka kimse yok onun için önemi de o kadar yok bence.”

“Olmalı. En azından benim için var.”

Metru çekingence “Yok desem ne kadar kızarsın,” dedi. “Bence kızma. Bana göre bir önemin olmasa, var da olmazdın. Bence mantıklı.”

“O zaman niye senin için bir önemim var.” Tora ne kızgın ne de başka bir şeydi. Metru’yla mantıksal olarak herhangi bir düzleme gelemeyeceğini biliyordu. Ya da bunu Metru biliyordu.

“Benim için bir önemin var çünkü olmasa var olmazdın. O zaman da şu… şu tam olarak ne kadar uzun olduğunu bilmediğim zaman dilimi içerisinde yalnız kalırdım. Üzgünüm bu sefer kafam biraz dağınıktı. Zaman parçalarında bazı önemli şeyler gördüm. Bu da seninle ilgili olan hafızamı karıştırdı. Her seferinde bir şeyleri düzeltirken bir şeyleri bozdum sanırım. Ama sonuca odaklanalım. Diğerlerinden daha başarılı olduğunu kabul…”

“Hangi diğerleri. Yo! Yapmadığını söyle. Yaptın di mi? Benden önce de birilerini yarattın. Ne yaptın onlara doğruyu söyle?”

“Bir şey yapmadım. Sadece onları unut… tum. Pardon.”

“Sadece unutman çok iyi olmuş. Ya bir de onları hatırlasaydın ne yapardık.”

Metru, “Onları hemen geri hatırlayabilirim istersen,” dedi Tora’yı memnun etmeye çalışarak.

“Hayır! Elimizde yeterince sorun var. Bana ne yapacaksın? Unutacak mısın?”

“Evet. Unutmam gerekiyor. Dediğim gibi evrenin kullanılan kısmında işler kızışıyor. Tehlike büyüyor. Ölümler bile tehlikedeyken Seyirci herhalde beni yardıma çağıracaktır diye düşünüyorum.”

Tora başta üzülmüştü. Var olmanın dayanılmaz ağırlığını kaldırmanın verdiği zulme alışmış, zevk alıyordu artık. Yine de onun, kendi varoluşunda söz sahibi olduğunu pek sanmıyordu. “Ne kadar sürecek?” diye sordu.

“Hemen…” dedi Metru ama Tora’nın yüzüne baktıkça kendini unutmaya hazırlayamıyordu. Daha öncekilerde olmayan bir şey vardı Tora’da. Sanırım duygular, diye düşündü Metru.

“Evet, duygular.” Tora, Metru’nun ne düşündüğünü biliyordu.

Metru şaşkınlıktan dili tutulmuş bir şekilde kalmışken az daha ne yaptığının farkına varmıştı. Kendi oluşturduğu bir bilinci yok etmek üzereydi. Hayır, Tora’yı kesinlikle unutamazdı. Unutmak istemiyordu.

Tora’nın yüzü rahatlamış gözüküyordu. “Teşekkürler Metru.”

“Ama benim beynimden dışarı çıkamayacaksın. Büyük ihtimalle. Sanırım. Seyirci’ye sormak gerek.”

“O zaman soralım. Son oyunun ödülünü hala almadın.”

“Artık almalıyım sanırım.” Metru derin bir nefes çekti ve var gücüyle “Seyirci!” diye çağırdı.

Oruç Can Hasmaden

Finlandiya’da gıda mühendisliği okuyorum. Fantastik ve bilim kurgu edebiyatı, filmleri ve oyunları tüketmeye bayılırım.