Öykü

Annemin İnsanları

Bin dehlizli karışık yapısı olan Labyrinthos’un devasa kapısı, kurban edilmek istenen küçük kıza sırlarıyla da beraberinde açılmıştı. Doğru rotayı takip ettiği sürece yönü belli ve çıkışı belliydi. Yapması gereken adım atarak, giriş yönünden cesurca uzaklaşmaktı. İri yeşil gözleri, korkunun yalnızlığa dönüşmesiyle annesini arıyordu. Küçük kız, labirentin içinde telaşla tek doğru yolu bulmak için uğraş verirken annesi ise labirentin diğer açık kısmında onu bekliyordu. Ölüm, kızını almadan kurtulmasını sağlamalıydı. Yavrusuna kavuşmak istiyordu bir an önce. Sesini takip etmesi için çıkarabildiği en yüksek desibel ile işaret vermeye başladı.

“Lütfen! Yanıma gel küçüğüm.”

Çimende yürüyen minik ve ağır hareket eden ayak seslerini daha net duydukça yakınlaştığını varsayarak umutla onu görmek için sabırsızlandı. İnancını yitirmeden yalnızca bekledi. Karşısında beliren ise yaşlı bir kadındı. Hüsrana uğramıştı. Farkında olamadığı ayrıntı; yaşlı kadının öğütlerine henüz başlamasıydı. Hayatının dönüm noktasında yürümesine yardımcı olacak kadını pür dikkat dinlemeliydi. Kendisine doğru uzatılmış kırışık avuç içlerinde, her biri farklı özgün yaratılışa sahip kolye uçları vardı.

“Senin büyük büyükannenim. ihtiyacın olan şey bende. Girit’te. Bana gel ve al. Anneannenin dünyaya gelme yolundan git.”

Aynanın karşısında oturmuş kızıl saçlarını tararken, gördüğü rüyanın etkisindeydi hâlâ Mine. Çaresiz kızın kayboluşunu ve rüyasını hatırladığı kadarıyla üzüntü duyup elinden bir şeyin gelmediğini düşündükçe, bu sabahın bir anlamının olmadığını yüreğine işlemiş taş misali hissediyor gibiydi. Krem rengi ahşap tarağını, önünde duran bronz işlemeli makyaj masasının üstüne koydu. Omzunda her daim güven duyduğu bir elin sıcaklığının temasını duyumsadı.

-Günaydın hayatım, dedi güvenilir ses ve yanağına ufak bir öpücük kondurdu.

-Dediğin gibi, umarım aydınlık ve güzel bir gün olur hayatım.

-Bir sorun mu var?

Mine, kocasından gözlerini kaçırırken yine o bahtsız günlere döndüklerini fark etti.

-Hayır Enis, sadece…

-Bugün anneanneme gideceğim, ne zamandır görmüyordum. Özledim onu.

-Peki, nasıl istersen. Ama ilk önce birlikte kahvaltı hazırlayıp güzel şeylerden bahsedelim seninle.

Boynundaki benine kondurduğu öpücük, yanağındaki öpücük hissinden daha şefkat doluydu. Her ne olursa olsun tüm sorunları çözmek ister gibiydi.

-Sen uyurken boyoz da aldım; yumurta ve çay ile enfes gider.

Güneş ışığının mutfak penceresinden kahvaltılıklara yansıyarak bir nevi canlılık katmasıyla ortam; uyandıkları güne karşı bakış açılarını iyileştiriyordu. Mine, rüyanın güzel biteceğine dair inancını, ruh haline yansıtmaya başladıkça Enis de eşinin huzurlu bakışlarından mutluluk duyuyordu. Apartman kapısından çıkarlarken uzunca bir süre birbirlerine sımsıkı sarıldılar. İkisi de tüm günlerinin güzelliklerle geçmesini ümit ediyorlardı.

Anneannesinin yasemin çiçeği kokan bahçesinde otururlarken çocukluğundaki sevinci anımsadı. Durgun bedeniyle sandalyeye mıhlanmış olsa da bir zamanlar burada yaramaz tavırlarla koşuşturup oynardı. Gülümsedi istemsizce. Acaba rüyasında gördüğü küçük kız o anlara dönmek istediği kendisi miydi? Belki de bahtsız anılarını oluşturan vakitlerde, karnında taşıyamadığı kayıplarına kavuşma isteğiydi?

-Hoş gelmişsin kuzum. En sevdiğin tavuklu şehriye çorbasından yaptım sana, geleceğini haber verir vermez. Pek seversin.

-Hamarat ve emektar ellerine sağlık, dedi Mine ve hafif esintiyle burnuna gelen klorak kokulu ellerinden öperek.

-Akşama da domatlı et yapacağım, damat da gelir. Şöyle bereketli bir aile yemeği yeriz.

-Neden olmasın, harika olur.

Çorbadan bir kaşık aldı. Şehriye tanelerinin damağından geçerken dişleriyle de onları parçalıyor oluşu hafif eğlenmesini sağlıyordu. Parçalandıkları an ağzında yuvarlarken sabırsızca hiç beklemeden yemek borusundan geçmesine izin verdi ve tekrar bir kaşık daha aldı. Tadı ise lezizdi. Yemeğini afiyetle bitirdikten sonra doydum dese de anneannesi bir tabak daha koydu önüne. İtiraz etmesine rağmen artık çok geç olduğunu biliyordu. Çorbanın tadına yeniden varabilmek için can atıyordu. Kaşığını içinde döndürüp uygun sıcaklığa gelmesini beklerken anneannesiyle konuşmak istedi;

-Gece bir rüya gördüm. Kaybolduğu için annesini bulmaya çalışan minik bir kız vardı. Ve hiç beklemediğim anda karşıma çıkan yaşlı bir kadın. Ellerinin arasında, kendilerine has figürleri olan kolye uçlarını tutuyordu. Girit’ten bahsetti. Senden bahsetti; senin dünyaya gelme yolundan. Oradaki evi bana biraz anlatır mısın? Ben çocukken anlatırdın, böylelikle hayal meyal hatırlıyorum.

-Evin bahçesinde küçük bir iskele vardı. Rahmetli babam okuldan çıkar çıkmaz kitaplarını kenara koyduğu gibi kendini atarmış Ege Denizi’nin maviliğine.

Gözlerinin yaşarmasıyla oluşan damlaları silmekle yetinmeyip, özlem duygusunun içtenliğini de yansıttığı yüzüne ufak bir gülümsemeyi beraberinde getirmek istedi yaşlı kadın.

-Ah, pek güzel günlerdi. Komşularımız ile beraber sofralar kurulurdu deniz manzaralı geniş masamızda. Yemekler bahane tabii, maksat neşe dolu muhabbetler olsun. Herkes gün içerisinde neler yaşadığını anlatsın. Dönüp dolaşıp farklı geleneklerin bütünlük sağlayabilmesinin değerlerinden bahsedilsin.

-Evet, gelenekler.

-Atalarımız adaklar adarlarmış zamanında. Aynı yöredeki yaşıtım çoğu insan gibi ben de böylelikle dünyaya gelmişim. Rahmetli annem hep söz ederdi; geleneklere tutunmasaydık sen şu an olmazdın diye. Ah manamu! Ben doğana kadar boynundaki gümüş kolyeyi çıkarmamış. Kolye uçları aslında birer adaklık. Üç cuma vaktinde, demirci gümüşü döverek yaparmış dualar eşliğinde. Ritüelin amacı çocuğu olamayan kadınlar içinmiş. Hatta…

Yaşlı kadın doğru cümleler söylemek için duraksadı. Torununu incitmek istemiyordu.

-Üçüncü kez düşük yaptığında sana bu teklifi sunmuştum lakin batıl inanç ve dogma kelimelerini geveleyerek reddetmiştin. Doktora gitmek daha mantıklı ve bilimseldi elbet. Yine de yaşamlarımızda bazen anlam veremediğimiz anlar yolumuzu çizebilir. Bize ise çizilmiş patika yolda sessizce yürümek düşer. Düşünmeden, sadece yürümek gelir içinden insanın. Gün içerisinde karşımıza çıkan materyaller sayesinde de temel oluşur. Garip gelse bile görmek ve irdelemek gerekir mantıklı olan materyalleri. İşte, rüyada anlatılmak istenen gayet net. Ayrıca buraya gelmeni sağladı, seni epeyce özlemişim.

Bir müddet sessizlik hüküm sürdü aralarında. Her ne kadar normal karşılasalar da, rüyasında gördüğü ile anneannesinin anlattığı kolyelerin benzerliği, mistik bir an yaşamalarına sebebiyet verdi. Anlatılanlar net gibi algılanıyordu; onlar ise eyleme geçmek için henüz erken olduğunu düşünüp konuyu dağıtmak istediler.

-Haydi gel pedimu, yemekleri ve mezeleri hazırlayalım. Bu akşam da eski günlerimdeki gibi şenlik dolu bir sofra olsun sevdiklerimle.

Arabayla evlerinin yolunu tutarlarken Mine, eşinin vites topuzunda duran elini tuttu. Yaşamında olduğu ve yaptıkları için ona sonsuz minnettarlık duyuyordu. Enis’in yol arkadaşlığı olmasaydı belki de yaşadığı zor günlerini atlatabilme süreci kötü sonuçlanacaktı. İyi ki vardı. Anneannesinin söyledikleri ise hâlâ aklındaydı. Rüya hakkında fazla öğütler vermemiş olsa da gizliden gizliye torununun karşısına çıkan materyali takip etmesini istiyordu. Keşke emin olabilseydi eyleme geçmek için. Henüz erken miydi? Bir işaret daha görmesi gerekmez miydi?

Mine henüz anlamlandıramadığı; benzer rüyayı tekrar göreli iki gün olmuştu. Şu an Girit’e giden uçakta yolcu koltuğunda başını öne eğmiş, konsolosluktan bulduğu adrese tekrar tekrar bakıyordu. Anneannesine söylediğinde her ne kadar gelmek istese de uçak fobisinden dolayı gelememişti. Torununun eline analog fotoğraf makinesini tutuşturup, arkasından su dökerek uğurlamıştı. “Su gibi git, su gibi gel pedimu!”

Pansiyona uğramadan önce kağıttaki adrese uyarak evin varış noktasına doğru yürüyordu. Nitekim yedi numaralı kapının önünde duruyor olması, geçmişine dair öğreneceği tüm bilgilerin ana hatlarını oluşturuyordu. Duygulanım hali ise karmaşıktı. Heyecan duygusuyla birlikte hafif endişe hissiyatı yaşadığı için ilk zorluğun vermiş olduğu tereddüt hali davranışına yansıyordu; parmakları kapının ziline dokunmamak için geri çekiliyor, ardından yürekli hissederek yeniden yakınlaşıyor. Birkaç deneme sonucu kararlılığı ağır basıp rahatlamış soluk vermesiyle zili çaldı.

Çocuklarına Rumca kelimeler söylerken bir kadın kapıyı açtı ona. Çocuklarının yaramazlıklarına bakılırsa çokça uyardığı oluyordu onları gün içerisinde. Yıllardır ne çok hayalini kurardı yaramaz çocuklarına söylenmeyi.

-Merhaba, Türkçe biliyorsunuzdur umarım. İngilizce de olabilir.

-Az çok; fakat eminim hiç olmadığı kadar iyi anlaşacağız sizinle, dedi kadın ve içeri buyur etti.

Anneannesinin bahsettiği; mavi denizin yakınından hoş esintiler sunduğu iskelede çocukların sesi adeta terapiydi Mine için. Onlar kahkahalara boğuldukça kendini de istemsizce kaptırıp çocuklara uyum sağlıyordu. Kadın masayı ikramlıklarla donattığını fark ettiğinde ise yetişkin olduğunu hatırlayıp mahcup oldu.

-Yapmayın lütfen, epeyce zahmet verdim size.

-Olur mu öyle şey; senin annenin insanları buradan oraya giderlerken, benim annemin insanları da oradan buraya gelmişler. Hem evin sahibi hem de misafirimsin.

İkramlıkların yanında tahta bir kutu getirmişti kadın. İçinde tek camı çıkmış metal bir gözlük, zamanında aile hatırası olması açısından özenilmiş, süslenilmiş ve gayet ciddi bakışlı insanların olduğu eski fotoğraflar, açık renkli ve ucu kehribar bir pipo, turkuaz boncukları olan tespih ve kadife bordo içi dolu kese. Kesenin içinde çengelli iğnelere takılmış kolye uçları. Rüyada gördüğü bütün şekilleri barındırıyordu. Sevgi isteyen bir insanın adağı olması muhtemel; ritüeli gerçekleştirmek amacıyla usta bir demirci tarafından dövülüp kalp şekli verilmiş gümüş kolye ucunu, parmaklarının arasında detaylıca incelerken meraklı gözlerle diğer küre şeklindeki uca geçti. Sırayla çiçek, yıldız, güneş ve ay şekillerinin yanında yarı insan yarı boğa figürü de vardı.

-Bu kolye ucu diğerlerinden farklı gibi. Nedir hikâyesi?

-Minotor. Mitoslarda anlatılmış yarı insan yarı boğa olan bir canavar. Normalde her yıl birkaç çocuğu canavara kurban ederlermiş; ilkel insan topluluklarının evreni anlamlandırma ihtiyacından doğan ve Girit krallığının anlatıldığı bu öyküde. Ataların ise gerçek hayata yorumlarken kilit noktayı değiştirip, bu kez çocuk yaşasın diye özellikle Minotor canavarını kurban etmişler. Henüz hayata gözlerini açamayan biricik yavrularını erken kaybetmenin acısıyla ortak teselliyi aramak için umutlarını adak ile yeşertmek istemişler. Kısacası; figür bize ait olduğu kadar küçük objelerle yapılan adak size ait. Demek ki herkesin inanç ritüelleri benzer niteliğe odaklanmış. Burada yaşayan insanlar birbirlerini o kadar çok sevmişler ki inançlara sahip çıkarak harmanlanmışlar.

Mine, farklı gördüğü objeyi parmaklarıyla severken ağlamaktan kaçınmaya çalışıyordu. Burnu sızlamaya başlamıştı, sanki gözyaşları yüreğine doğru akıyordu. Konuşamadan sadece yutkundu.

-Bu gece burada kalmalısın. Evinin sana anlatacağı çok şey var. İnanıyorum ki sana; senin olan yolu gösterecektir ve o yoldan gitmeni sağlayacaktır.

-Ben çoktan pansiyon ayarladım ve…

-Lütfen, belli ki hayatın gidişatına dair işaretlerin yoğunlaşıyor. Düşünmeden, sadece yürümelisin. Evinde geçen bir gece dahi sana yardımcı olacaktır.

Mine’nin yüzü lavanta kokan yastığa gömülüyordu. Cırcır böceklerinin sesini, ahşap pencerenin ötesinden duyuyor olması uyku arzusuna hiç engel değildi. Rahatsız etmeyen bir diğer ses; büyükbabasına kucak açan dalgaların iskeleye vurmasıydı. Geçmişinin geleceğine yön veriyor olması çocuksu bir neşe ve rahatlama veriyordu. Göreceği rüyanın bu kez umut dolu olacağının farkındaydı.

Küçük kıza yanına gelmesi için bağırmaya devam ederken bir an duraksadı. Telaşlı tavrını sürdürerek yavrusunu bulması daha da imkânsızlaşıyordu. Derin bir nefes aldı.

“Minik kızım söz veriyorum ki sende, yeniden bulunmuşluk hissi yaratacağım. Burada çaresizce beklemek yerine ben de cesurca bir adım atarak seni bulacağım. Sonuçta labirent karmaşık ve yol dönüp dolaşsa da her seferinde aynı yere varıyor; labirentin merkezi denilen kalbine. Biraz zaman vermelisin; sadece hayatımın bana sunduğu yoldan yürümeliyim. İster bilim ile ister ritüeller ile. Elbet birbirimize kavuşacağız küçüğüm, kollarımın arasında güvende hissetmeni sağlayacağım her daim.”

Bade Saba

Aslen İzmirli ve Balıkesirli olup beş yaşında baleye başlamış, on sekiz yaşında belgelerini tamamlayıp balerin ve bale eğitmeni olmuş, çeşitli kurumlarda bale eğitimi vermektedir. Sosyoloji bölümünde okurken hobi olarak fotoğrafçılığa başlamış, mezuniyetinden sonra fotoğrafçılık ve kameramanlık bölümünü de bitirmiştir. Halen profesyonel olarak fotoğraf çekimleri yapmaktadır. Lisedeyken edebiyata olan ilgisini keşfeden yazarımız, denemelerle başladığı yazı hayatına, öykülerle devam etmektedir. Şimdilerde ise öyküleri çeşitli dergi ve fanzinlerde yayımlanmaktadır.