Öykü

Telve

Kum taneleri uçtu uçtu, bir türlü sakinleşmedi. Kadın, bastığı her yere ayak izini bıraktı da izler yok oldu gitti. Zira onun nesli, çölün ıslığını çığırtkan belledi; onun aslında bir türkü olduğunu anlamadı. Çölü ordularıyla geçmeye çalışanların öyküleriyle büyüdü sarayında. Bir prenses olarak bunu hizmetkârlarıyla başarabileceğini sandı oysa sarayın en dedikoducu harem ağalarından bile sakladı yola düşeceğini. Güzelliğine güzellik katan elbiseleri, mis kokuları geride bıraktı. Evvela hırslıydı. Kimse ona pes etmeyi öğretmemişti. Ardından bitkin düştü. Yanındaki iki yaverin ağızları kurudu, dudakları çatladı. Devam edemediler. Onlara aldırmadı prenses. Fakat bir süre sonra onun da hali kalmadı. Pürüzsüz tenini yakan güneş ona merhamet etti. Şefkatli bir meltem öptü yanağından. Tam gözlerini yumacağı sırada bir vaha oluştu huzurunda. İnanmadı başta. Fakat başka çaresi yoktu. Sürüne sürüne ilerledi bir damla su için. Narin ellerini suya daldırdı, ardından hemen ağzına götürdü. O sırada bir ferahlık doldu kalbine. Soluğu kocaman bir çadırda aldı.

Karşısında beyazlar içinde bir adam oturuyordu. Adamın önünde saraylarda dahi hazırlanamayacak bir sofra kuruluydu. Adamın teni kavruk, bıyığı gürdü. Gözleri çölün rengi misali albeniliydi. “Kehribar”dı adamın adı. Belki de küçük bir orduyla rahatlıkla yıkılabilecek çadırında sultanlar gibi oturmaktaydı.

“Karanlığınla da aydınlığınla da hoş geldin. Bana ne getirdin?” diye sordu Kehribar. Karşısındakinin saray ahalinden olduğunu hemen anlamış olsa da kendi çadırında hükümdar oydu. Prenses şaşırdı. Kibirle ayağa kalktı. Tel tel savrulan saçlarını düzeltti.

“Sen kim olursun be herif?” diyecekti ki cümlesinin henüz ortasındayken Kehribar’ın çetin bakışlarıyla durdu. Vaziyeti kabullendi. Yanında bir şey getirmemişti zira ona Kehribar’dan bahseden köle, bu geleneği anlatmamıştı. Bu yüzden prenses, boynundaki altın kolyeyi çıkarıp uzattı adama. “Buyrun.” dedi lafı ağzına zorla tutturmaya çalışarak.

Kehribar kolyeyi aldı ve umursamazca inceledi. Ardından diğer elini kaldırıp sofranın üzerinde gezdirdi. O esnada sofradan ifritler fırlayıp kayboldu, yemekler alev aldı. Tepsi resmen kazana dönüştü. Kehribar kolyeyi kazana attı. Prenses şaştı kaldı. Kazan yeniden mükellef sofraya dönüştü. “Şimdi derdini anlatabilirsin.” dedi Kehribar.

Prenses geldiği yolda kendiyle öyle konuşmuş öyle konuşmuştu ki, asırlar geçmiş gitmişti sanki derdinin üstünden. Kafası ikinci bir insan gibiydi yanında. O şimdi kendi ayak seslerini dahi duyamayacak kadar sağırdı, yutkunuyordu. Yutkunduğu kanıydı. Gözlerini kaldırdı, görmüyordu. Ben dedi, ben bilmiyorum. Kehribar uzun uzun içini çekti, bu kaçıncıydı böyle. O an üstlerindeki çadır uçtu. Ama ne uçuş, sesi gök gürültüsüne karıştı, altlarından koca koca Türk halıları, etraflarından nice süslü kadeh ve şaraplar toza karıştı. Prenses de istifini bozmadı bu defa, kara kapkara saçları açıldı, uçtu rüzgârla. Ay yüzünü kaldırdı baktı adama. Kehribar bu defa aynı adam mıydı? Sanki bin yıl daha geçmişti üstünden, ayağında bir pranga. Pranganın ucu toprakta. Prenses, Kehribar’a “Ölmüşsün.” dedi. Sonra da anlatmaya başladı.

“Kocamın atı geldi, atın iki gözü çukur geldi. Gözlerinin çukuruna kuzgunlar tünemiş, akbabalar sağrılarından etler koparmış. Ayaklarına bin atlının kanı bulaşmış, bin kanın her biri de ayrı zehir olmuş.”

Kehribar’ın bilmediği bir şey anlatmamış fakat derdini de henüz dememişti prenses. Sonta bir hışım iç çeke çeke “Bin atlılar geliyor derviş! Babasının etini yiyenler geliyor, halkının terini içip, gözyaşlarını fıçıya dolduranlar geliyor. Kocamın mezarı yok, varsın olmasın. Yarına yüzüm yok, varsın güneş doğmasın. Benim kısır karnım ne oğlan ne kız verdi, varsın sırtıma yapışsın karnım, çocuk doğmasın. Çadır çadır milletim, boy boy çocuğum var. Kendim için medet dilenmeye gelmedim ama ölmeye de acelem yok!”

Kehribar başta kocasını bulmak için gelen prensesin nihayet asıl derdini anladığına sevindi, üst üste binmiş, ince yılan dudaklarıyla tebessüm etti. Bembeyaz, bileklerine kadar inen kıyafeti, kafasına öylesine sardığı sarığıyla bu bedevinin gerçek bir çadırı var mıydı? Baktığın zaman arkası görünüyordu. Bir sofrası ya da altına serdiği bir halısı? Prensesle hep aynı anda, çölün ortasında mıydılar?

“Halim ne olacak?” diye sordu prenses yeniden konuşarak. Kehribar baktı suratına. Elini uzattı. Prenses de karşılık verdi. Kehribar, prensesin el çizgilerine baktı, ardından gözlerini gözlerinde gezdirdi. İki elini de saçlarının arasına daldırıp bir anda yukarı fırlattı. Dağınık saçlarının düşüşünü izledi.

“Halkına felaket gelecek.” dedi sonunda. “Savaş mı desem, kuraklık mı yoksa deprem mi desem… Belki de tüm felaketler.” Prenses dondu kaldı. Halkı için her şeyi yapmaya hazırken çaresiz kalacağının yüzüne vurulması onu kederlendirdi. “Çıkacak mıyız?” diye sordu, “Feraha?” Kehibar’ın gözleri donuklaştı. Çöl esintisi birden buz kesildi. “Halkın çıkacak. Sen çıkamayacaksın.”

Prenses ölümü, kendisinden beklenmeyecek derecede hızlı kabullendi. Halkı rahata erecekse kendi canının feda edilmesinde sakınca yoktu. “Öyleyse bana kocamın yattığı yeri söyle ey falcı! Onun yanına kıvrılayım.” dedi asil bir çaresizlikle. Kehribar sağ elini kaldırdığı gibi kum taneleri yükseldi, yükseldi ve bir harita oluşturdu havada. Kehribar’ın işaret ettiği yer, prensesin hükmettiği ülkenin batı komşusuyla olan sınırıydı. Prenses anladı kocasının yattığı yeri. Kehribar’ın huzurundan çekilmek üzere doğruldu. Kehribar, prensese yaklaştı. Bir elini kadının kalbine, diğerini başına koydu. O sırada kum taneleri prensesin etrafını sardı, fırtına misali döndükçe döndü. Prensesi alıp götürdüler oradan. Kehribar zincirini sürüyerek geri sofrasına döndü.

O afiyetle yemeğini yerken kumların kucağında bu sefer dilenci kılıklı bir adam mücadele ediyordu. Yılanlarla boğuşmuş, serapları atlatmış ve nefsine suyu unutturmuştu. Bu çulsuz haline rağmen o da Kehribar’ı arıyordu. Kehribar da şimdi bıyıkları yeni terlemiş, gencecik bir oğlan çocuğuydu. Işıl ışıl, genç gözlerini meczuba dikip sordu.

“Benim için ne getirdin?”

Meczup kehribara yaklaştı, allı morlu kaftanını topladı, çöktü. Saçları arkasından sürükleniyordu, sofradaki bıçağı aldı ve urgan misali örgüsünü bir hışımla kesip sofradaki muma attı, kapkara saçlar yanıyor, yandıkça havada dumanlar dans ediyordu. Kehribar şimdi de minik bir çocuk olmuştu. Ayağındaki zincir iyice bollaşmıştı. Erken vaktin utangaçlığı çökmüştü üstüne. Son bir cesaretle “Benden ne istersin?” diye sordu. Karşısındaki meczup başladı.

“On yaşını gördün on oku on ceylanın göğsüne o an attın, on dördünü gördün ayın on dördü yüzlü kızı aldın, ocağımıza hatun ettin. Yirmiyi görmeden beş kıtayı gezdin, düşman dediklerinin kellesini aldın. Millet dedin yurt dedin ocak dedin. Yirmi beş olmadan yirmi beş ayrı dağdan topladılar elini kolunu bacağını, annen yirmi beş dağın kanını kokladı. Beş kızın vardı yüzlerini kendi yırttılar beş oğlun vardı kollarını kendi kestiler. Hatunun vardı, gözyaşları yüzünde oyuklar açtı, karnı sırtına yapıştı.” 

Kehribar çocuk hüznüyle meczubu durdurup karşılık verdi.

“Oku ben atmadım, kendi gitti. Yüce dağlar yoluma çıktı, sular üstüme yürüdü. Yolumu kendim kaybetmedim Hak kaybetti. Neyleyim, kader beni etti. Ne ettiyse etti!”

Meczup oğluna uzun uzun baktı, tek bir ana tıkılı kalmış, aynı demde büyüyor küçülüyor ölüyor diriliyordu. Bileğindeki uzun kalın zincir onu toprağa tutsak ediyor ama kendi mümkün değil toprağa dönmeyi kabul etmiyordu. Kehribar’ın geliniydi gelen, ardından yedi nesil sonra gelen torunu. Kehribar’ın yanına annesi de geldi bir zaman, kendi canının yerlerini söyledi, dağları gösterdi anasına. Bir defa da büyük büyük nenesini ağırlamıştı sofrada. Ama babasını beklemiyordu. Kehribar, oğlunun ölüsünün yerini bile demişti genç kadına. Ama asıl şimdi gittikçe çocuklaşıyor, uykulu uykulu azarını dinliyordu.

Meczup devam etti.

“Kırk rüya gördüm, kırk rüyayı elime alıp kırk âlime gittim kırk âlim beni kırk suya, kırk dağa gönderdi, kırk sudan kırk balık yakaladım kırk dağdan kırk demir çıkardım. Kırk balığı kırk yoksula kırk demiri kırk savaşçıya bağışladım, Hak bana kırk birinci gün son rüyayı gösterdi oğul. Zamanı sen yaşayamazsın, torununu gördün, torununun torunlarını, gelinlerini, benim görmediğim babamı, onun babasını. Her birine yol gösterdin, onları bu çöle çağırdın.”

Kehribar şimdi ilk ok attığı yaştaydı. Önüne bakıyor, zinciriyle oynuyor, Mahsun mahsun sofrayı izliyordu. Meczubun yüzü yüzünde hapis kalmıştı.

“Oğul, geldin gördün. Yol gösterdin, yol buldun, yurdunu kurtardın, devlet yaptın. Ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil. Yüz bin yıllar yaşadın, gönlün hoş değil. Sıktın boynunu kaderin, kusturdun kendine bir yol. O yol gidilesi değil.”

Kehribar sinirlenip ayağa kalktı, küçük boyu kepçe kulaklarıyla yaramazlığa hazırlanır bir hali vardı şimdi.

“Peki, ne istersin benden? Kurdun çadırı, çadırım dedim. Topladın halkı, halkım dedim. Güneşten bir kadın aldın anam dedim, yedi dağ ardından çıkarıp verdiğin oku yoldaş belledim. Sen ne dedin, ben onu dedim. Atam, geldin soframa, buyur ettim. De bana, sen neye geldin?”

“Bizden ırak fallar baktın durdun. Şimdi ben sana bakacağım.” dedi meczup. Kehribar’ın uykusu ağırlaşıyordu. Şaşırdı fakat yanıt veremedi. Uykunun kucağına düşen yaramaz bir çocuktu adeta. Meczup yaklaştı oğluna, onun saçlarını okşadı. Gözleri önce karardı, sonra sarardı. Kehribar’ın bu yeteneğini kimden aldığı belli oluyordu. Meczup, oğlunun yanaklarını okşadı ve söyledi söyleyeceğini.

“Bir kez daha öleceksin sen.” deyip birkaç adım geriye çıktı. O esnada Kehribar’ın asiliği, uykusunu yendi. Gözlerini açtı ve babasına çığlıklar içinde saldırmaya çalıştı. “Ben zaten ölüyüm!” dedi ancak ayağına bağlı zincir, babasına ulaşmasını engelledi. Kehribar’ın gözlerinden yaşlar dökülürken meczup ona hüzünlü bir şekilde bakıyordu.

“Hiç mi duymadın, oğul? Dedelerin anlatmadı mı sana? Bizde gelenek tersten işler.” Meczubun bu bilmece misali sözleri arasında Kehribar şaşırdı. Hiçbir şey anlamamıştı. Meczup yeniden yaklaştı oğluna. Dudağıyla işaret parmağını ıslattı ve Kehribar’ın ayağına bağlı zincire dokundu. Zincir aniden çözülüverdi. Kehribar oyun alanına yeniden kavuşmuş çocuklar gibi etrafta koşuşturmaya başladı. Ardından duraksadı ve babasına döndü.

Biraz önce görevini tamamlamış olan zincirler, yeni bir vazifeye başlamıştı. Artık meczubun ayağını sarmaktaydılar. Kehribar bunu görünce babasına doğru koşmaya başladı. Meczubun dudaklarından son cümle döküldü. “Bizde gelenek babadan oğula değil, oğuldan babaya geçer.” dedi. Kehribar tam babasını yakalayacakken her şey kum tanesine dönüştü. Taneler fırtına misali Kehribar’ın etrafında dönmeye başladı. Kehribar direnmeyi bıraktı, uykuya teslim oldu.

Gözlerini açtığında daha önce yalnızca bir kez hissettiği bir şey belirdi gönlünde. Yatıyordu. Bedeninin küçücük olduğunu hissedebiliyordu. Konuşmak istedi fakat yapamadığını fark etti. Başında bir kadın ve bir adam bekliyordu. Kadın şefkat dolu gözlerle baktı ona ve adama döndü.

“Çöle yarenlik edecek benim oğlum. Onun gibi olacak.” dedi kadın. “Bu yüzden çölü hatırlatsın bize. Adı Kehribar olsun.”

Peren Ercan & Uygar Özdemir