Öykü

Gizemli İhtiyar

Yazın gelmesiyle birlikte köyün batısındaki kayalıkların sarp yamaçları güneşe iyice teslim olmuş, insanı bunaltan sıcak hava etkisini iyiden iyiye göstermeye başlamıştı. Yamacın hemen yanında kendi halinde sessizce akan nehir de havayı serinletmeye yetmiyordu. Kayalıkların üzerinde iri bir kartal tek başına gökyüzünde süzüldükten sonra bir süre hareketsizmiş gibi havada asılı duruyor sonra yeniden yükseklere doğru uçuyordu.

Kara İbrahim’in on altı kişiden oluşan çetesi kavurucu sıcağı iliklerine kadar hissederek kan ter içinde kayalıklara doğru yürüyordu. Hepsi de bir an önce bir yer bulup yerleşmenin ve azıklarını çıkararak karınlarını doyurmanın peşindeydi. Yarım saat önce, nehrin ormanlık alana doğru kıvrım yaptığı yerin doğusundaki patika yolda üç kişiyle karşılaşmışlar, adetleri olduğu üzere hallerini hatırlarını sorduktan sonra sadece donları kalana dek adamları bir güzel soymuşlar, yanlarındaki sıska atla hançerlerini ve iki adet de tabancalarını aldıktan sonra canlarını bağışlamışlardı. Bu olay nedeniyle tüm çetenin keyfi oldukça yerindeydi. Hemen her gün yol keserek elde ettikleri mallar bir yana köylüleri donlarına kadar soymak onları çok keyiflendiriyordu. Civardaki köylerde yaşayan ciğeri beş para etmez köylülere korku saldıkları için kendileriyle gurur duyuyorlardı.

Kara İbrahim kayalıkların yanı başında usulca akan nehrin kıyısındaki ulu ağaçlardan birinin gölgesine gelince eliyle çetesine bir işaret yaptı. Bunu gören eşkıyalar aynı anda heybelerini ağacın gölgesine indirip yere serildiler. Her ne kadar keyiflerine diyecek olmasa da oldukça yorgun görünüyorlardı. Kara İbrahim kendinden emin ve mağrur bir ifadeyle:

“Haydi yiğitlerim! Şimdi biraz dinlenip doyurun karnınızı. Kaç saattir güneşin altında oradan oraya gidip, cenk ettiniz, korku saldınız. Dinlenmek hakkınızdır,” dedi. Bunu söyledikten sonra kendisi de gölgede bir kayanın kenarına oturup azığını önüne serdi. Tulum peyniri ve soğanı yufkaya sararken güçlü kollarındaki ter damlaları güneşte parlıyordu. Diğer tüm eşkıyalardan daha uzun ve çok daha güçlü bir adamdı Kara İbrahim. Artık genç sayılamayacak bir yaşta olmasına karşın simsiyah saçları hiç dökülmemişti. Sivri çenesini kaplayan kirli sakalı çatık kalın kaşları ile birleşince yüzüne acımasız bir ifade katıyordu. Giyimi de diğer eşkıyalardan farklı ve heybetliydi. El dokuması ipek gömleğinin üzerinde fişekleri vardı. Yün çorapları kaytan işlemeli şalvarının üstünde dizlerine kadar geliyordu. Çetenin tüm üyeleri korkarlardı Kara İbrahim’den. Geçen kış kendisine namertlik yapan üç eşkıyayı tek seferde alaşağı etmiş, böylelikle de namına nam katmıştı.

Çetenin en genci olan çelimsiz delikanlı Abaz Mustafa Kara İbrahim’e korkarak yanaştı, çekingen bir ifadeyle:

“Ağam, bir dahaki soygunda bana da tabanca verecek misin? Ben de eşkıyalık yapabilecek miyim artık? Güvenir misin bana?” diye sordu.

“Elbet yapacaksın eşkıyalık yiğit oğlan, acele etme hele,” diye karşılık verdi Kara İbrahim. Bunu derken de elindeki dürümden bir parça kopararak Mustafa’ya uzattı. Abaz Mustafa yine aynı çekingenlikle ağasının uzattığı yufkayı aldı, bir baş selamıyla yanından ayrıldı.

Güneşin ufukta alçalmaya başladığı saatlere kadar aynı ağacın gölgesinde oturdular, karınlarını doyurdular, kâh güldüler kâh türküler söylediler. Gidecekleri herhangi bir yer olmadığından önlerindeki geceyi de aynı yerde geçirmeye, ertesi gün de sabah erkenden batıya doğru gitmeye karar verdiler.

Gece çökerken, sesi güzel olan eşkıya Hafız Ali bir türkü tutturmuş, dertli dertli söyleyip duruyordu. Belli ki sevdalı olduğu kızı düşünüyordu. Türkü bir kişi hariç bütün çetenin hoşuna gitmiş, bazıları eşlik bile ediyordu. Kara İbrahim ne türkülerden, ne kara sevdadan, ne de efkardan hoşlanırdı. Daha fazla dayanamadı:

“Yeter ulan yeter!” diye gürledi. Birden sessizlik çöktü, kimseden çıt çıkmadı.

“Yeter anasını satayım! Bırakın şimdi türküyü mürküyü, yarın ne yapacağız onu düşünmemiz, plan kurmamız lazım. Yeter kafamızı şişirdiğiniz ulan!”

Usul usul akan nehirden, böceklerden, kayalıklarda uçan kartaldan ses geliyordu, eşkıyalardan çıt çıkmıyordu.

Sessizlik birkaç dakikadır sürüyordu ki uzaktan, ormanın girişindeki patika yoldan belli belirsiz bir ıslık sesi duyuldu. Birden herkes sesin geldiği yöne doğru baktı. Kara İbrahim az önce herkesi susturmasından sonra sanki kendisine inat olsun diye ses çıkaran bu baldırı çıplağın kim olduğunu merak etti. Uzaklardaki kara siluet gecenin içinde yavaşça kendilerine doğru yaklaşıyordu. Bir müddet sessizlik içinde adamın kendilerine doğru gelmesini bekledikten sonra Kara İbrahim Abaz Mustafa’ya bir işaret yaptı ve ardından seslendi.

“Hadi aslanım! Gün senin günündür. Şu itin yolunu kes de eşkıya nasıl yol kesermiş cümle alem görsün. Hadi, daha ne bekliyorsun ulan!”

Abaz Mustafa fişek gibi yerinden fırlayarak, yaklaşmakta olan köylünün yolunu kesecek şekilde patika yola indi. Köylü her şeyden habersiz kendi kendine ıslık çalarak yürümeye devam ediyordu. Kara İbrahim de oturduğu kayanın kenarından kalkarak patika yolu görecek şekilde, tüfeği omzunda ayakta bekliyordu. Çetenin tüm üyeleri de Kara İbrahim’in arkasına sıralanmışlar, yaklaşmakta olan eğlence için şimdiden keyiflenmeye başlamışlardı.

Abaz Mustafa heyecan içinde, acemice bağırdı:

“Durrr! Ya teslim olursun ya da seni öldürürüz emmi!”

Bunun üzerine Kara İbrahim sinirlendi. Tüfeğini eline alıp patika yola indi. Mustafa’yı neredeyse düşürecek şekilde sertçe sarstı:

“Ulan hayvan! Ben böyle mi öğrettim sana? Eşkıyalık böyle mi yapılıyor? Benim yiğitlerim böyle mi davranıyor köylüsüne? Yıkıl karşımdan!”

Sonra köylüye dönüp:

“Kusura kalma dayı, oğlan acemidir, toydur. Bizde hal hatır sormadan adam soymak yoktur. Nasılsın dayı iyi misin? Halin nicedir? Akşam akşam nereye gidersin böyle?” dedi.

Köylü şaşkın, ürkek bir ifadeyle, biraz da titreyerek cevap verdi:

“İyiyim oğlum. Dağdan geliyorum, tek oda evime gidiyorum. Bir garip köylüyüm. Bende ne para vardır ne de azık. Beni bırakın da yoluma gideyim, kimseye de tek bir zararım yoktur.”

Köylünün zavallı yüzündeki acınası ifade Kara İbrahim’i etkilememişti. Adamın omzuna elini koyarken tok sesiye konuştu:

“Sende belki para yoktur ama şu üstündeki mintan, şalvar, başındaki fes ve şu kara çarık vardır. Bunlar da bize yeter be dayı. Hadi soyun da bir güzel, ne sen bizi yor ne de biz seni.”

Köylü ufak tefek, yaşlı bir adamdı. Upuzun kır sakalları göğsüne kadar iniyor, gözlerinin etrafındaki kırışıklıkların fazlalığından gözleri kapalıymış gibi görünüyordu. Kıpkırmızı büyük bir burnu vardı ve kel kafasındaki püsküllü kırmızı fesle bir bütünlük oluşturuyordu.

Köylü yalvarırcasına iki elini birbirine dolayarak tekrar konuştu:

“Yapma, etme ağa oğlum. Ben yaşlı, fukara bir köylüyüm. Başka giysim de yoktur malım da yoktur. Bunlar olmadan ben neylerim. Bırak beni de ocağıma gideyim. Çoluğum çocuğum beni bekler evde.”

Kara İbrahim sinirlenmeye başlamıştı. Zaten yeterince de yorgundu. Daha fazla uzatmak, köylüyle eğlenmek istemedi. Hançerini sol kalçasında asılı olan yerden eline alırken bağırdı:

“Yeter, kes ulan ihtiyar! Soyun dediysek soyun, yoksa ben seni soymasını bilirim!”

Bunları dediği anda kayalıkların güneyinden tuhaf bir hayvanın netameli sesi işitildi. Uğursuz bir rüzgâr uğuldamaya başladı. Hava fırtına öncesindeki gibi iyice karardı, gökte simsiyah yağmur bulutları kümelenmeye başladı, birkaç yağmur damlası Kara İbrahim’in sırtına düştü. Eşkıya tüylerinin ürperdiğini hissetti.

İhtiyar köylü az önceki çekingen ve ürkek sesiyle taban tabana zıt bir sesle, kendinden de oldukça emin bir şekilde konuşmaya başladı. Sesindeki alay belli belirsiz hissediliyordu.

“Beni soymasını biliyormuş. Biliyormuş da neden soymuyormuş? Soymuş da benim mi haberim yok? Yoksa beni soyarken kendisi mi soyulmuş?”

İhtiyar bunları söylerken bir yandan da kendi ekseni etrafında tuhaf şekilde dönüp duruyor, bir çeşit oyun oynuyordu. Kara İbrahim adamın bu tavrına hiçbir anlam veremediği gibi şaşkınlık içinde ihtiyarı izliyordu. Neden sonra biraz kendine geldi ve aklını yitirdiğini düşündüğü adamı kollarından tutarak hiddetle sarstı:

“Bana bak yandan çarklı bastıbacak! Ben adamı doğduğuna pişman ederim. Benimle oyun oynama yoksa seni şu bir karış toprağa gömerim. Anladın mı beni?” Bir yandan bunları söylerken bir yandan da topuklarıyla da toprağı dövüyordu.

Köylü tuhaf oyununu bırakmıştı bırakmasına ama yarısı dökülmüş dişleri görünecek şekilde sırıtarak Kara İbrahim’e bakmaya da devam ediyordu. Bir süre sonra sırıtışı kahkahaya döndü. Gökyüzünden iri yağmur damlaları artan bir hızla yeryüzüne inmeye başlamış, kapkaranlık bulutlar göğü iyice karartmıştı.

“Yandan çarklı bastıbacak mı? Yandan çarklı bastıbacak! İşte ben bunu sevdim. Bunu gerçekten sevdim. Şahane!”

İhtiyar köylü kendini Kara İbrahim’in ellerinden kurtarmaya çalışmadan kahkahalar atarak tekrarlıyordu:

“Bastıbacak. Evet, evet bu bana uyuyor. Bastıbacak. Ha ha ha.”

Yağmur iyice şiddetlendi. Şimşekler çakmaya başladı. Çetenin tüm üyeleri patika yola inmişler, Kara İbrahim’le ihtiyar köylü arasındaki konuşmaları korku, merak ve şaşkınlıkla izliyorlardı.

Öfkeden deliye dönen İbrahim elindeki hançeri bir anda ihtiyarın göğsüne saplayıverdi. Bir sessizlik oldu. Yine hiç kimseden çıt çıkmıyor, sadece yağan yağmurun toprak patikada çıkardığı ses duyuluyordu. Uzaklardaki hayvanın uğursuz sesi yeniden duyuldu. Bu sefer ilkine göre daha yakından gelmişti. Ardından çığlık çığlığa geçen bir kuş sürüsünün sesi işitildi. Tüm çete üyeleri pür dikkat göğsüne hançer saplanan köylüye bakıyorlardı. Köylü önce biraz şaşırır gibi olmuş, tuhaf bir ses çıkarmış ancak hemen sonra kendini toplamış ve kahkahasına kaldığı yerden devam etmişti. Hançerin girdiği göğsünden tek bir damla bile kan sızmamıştı.

Yağmurdan sırılsıklam olan eşkıyalar şaşkınlıktan adeta dillerini yutmuş şekilde, inanamayan gözlerle ihtiyara bakmayı sürdürüyorlardı. Kara İbrahim de içinden bu geceye lanet okuyordu. Bir terslik, bir tekinsizlik vardı bu gecede. Keşke ihtiyarın yolunu hiç kesmeseydik, onu hiç görmeseydik diye geçiriyordu içinden.

Olan olmuştu. İhtiyar olanca heybetiyle, yağmurlu gecede hem kahkaha atıyor hem de konuşuyordu:

“Siz beni ne sandınız. Yaşlı da fukara bir ihtiyar mı sandınız. Şeytan efendinizi ne sandınız bre gafiller. Bilmez misiniz en dar patikalardan, ormanlardan, kayalıklardan, nehirlerden, denizlerden, derelerden, karanlık gecelerden çıkıp gelen kimdir? Soyun bakalım dersiniz de şeytan efendi soyunur mu? Olacak iş mi bu? Nerede görülmüş? Kim kimi soyuyormuş şimdi bir bakın bakalım halinize.”

O anda tüm eşkıyalar şaşkınlık içinde birbirlerine baktılar. Kara İbrahim de dahil hepsinin üstlerindeki kıyafetler gitmiş, sadece donlarıyla yağmurun altında kalakalmışlardı. Hiçbiri hareket edemiyordu. Sadece gözleriyle şeytanı takip edebiliyorlardı.

Şeytanın göğsünde saplı duran Kara İbrahim’in hançeri dönüşüm geçirmeye başlamış, adeta canlanarak kıpırdamış, tuhaf sesler çıkarmıştı. Derken hançer bir yılana dönüşerek yere düştü ve bir heykel gibi hareketsiz duran Kara İbrahim’i çıplak ayağından soktu. Kısa bir süre sonra İbrahim’in ağır bedeni çamura dönmüş toprağa yığılırken çığlık bile atamadı.

Diğer eşkıyaların korku ve şaşkınlık dolu bakışları arasında, ihtiyar köylü tıpkı gelirken olduğu gibi ıslık çalarak yoluna devam etti.

Serdar Seçkin Altundaş