“İki etti,” diye sayıyorum içimden.
İki kız beş dakika içinde ikidir dükkânın önünden geçiyor. Halleri de bir tuhaf. Var bir karın ağrıları ama dur bakalım, kokusu yakında çıkar.
Pamuk ipliği gerdirerek kaş çizgisinin dibinden dikkatle kaydırıyorum. Pıt pıt pıt, kıllar deriden sökülüp ipliğime takılıyor. Köklendikleri yerden söküp alıyorum onları, başlarını kesip temizliyorum. Olmaları gereken şekle getirip bırakıyorum.
Bilindik bir yüz beliriyor bu sefer dükkânın önünde. Açık kapıyı örten perdeyi savurarak kendini içeri atıyor İnci.
“Yandım! Yazın başı böyleyse, ortasını düşünemiyorum.”
Güneşin kor sıcağından kaçıyor. Terler alnında boncuk boncuk kabarmış, yanaklarına sıcaktan al düşmüş. Elindeki poşetleri bile bırakmadan klimanın kumandasına uzanırken sitem ediyor.
“Aysuna Abla, klimayı yine açmamışsın.”
Ah, bir şey unuttuğumu biliyordum. Yorgunluktan akıl mı kaldı?
“Hoş geldin Dudu Abla,” diye sesleniyor kuaför koltuğunda oturan müşterimize.
Dükkâna biri girince virgülle bağlı cümlelerine üç nokta koymuştu Dudu Abla. “Hoş bulduk,” diyor hızlıca. Selam sabah bitse de kaldığım yerden devam etsem derdinde o.
“Sakın dışarı çıkmayın,” diyor İnci döner merdivenlerinden yukarı çıkarken. “Ortalık yanıyor.”
Göğün tepesine kurulmuş güneş, dağı betonu kavuruyor, taşın içinde cümle mahlûkatı diri diri pişiriyor. Şimdilerde moda oldu ya, granit tencerelerde pişen yemekler daha lezzetli oluyormuş. Yazın işlerin açılması boşa değil demek. Cadı – hortlak tayfası da ağızının tadını biliyor. Gündüz insanı, gece ecinnisi perisi… İş üstüne iş, telefonum susmadı. Dudu Abla da susmuyor. Kaşları alınırken soluksuz konuşabilmesini takdir ediyorum aslında. Pamuk ipliğin ucunu dişlerimle tuttuğum için ben anca kısa cümleler kurabiliyorum cevaben. Ama zaten o cevaplar peşinde değil, kaşlarının yanında dertlerini de aldırmaya gelmiş. Dinleyen birini bulmaktan memnun konuşuyor boyuna. Ağrıyan varisler, ergenliğe girmiş çocuklar, ergenlikten çıkamamış koca… Dudu Abla’nın işi zor. Benim de işim zor. Dört saatlik uykuyla ayaktayım. Vampir şerefsizinin vurduğu yer de hâlâ ağrıyor. O kafasını iki kere koparamadım ya içimde kaldı.
Yukarıdaki mutfaktan aşağıya sıcak simitlerin kokusu gelince boş karnım kazınıyor. Sıcacık simit, yanında peynir, zeytin, bir de çay… of!
Dudu Abla’yı uğurluyorum. Simitlere kavuşmama az kaldı. Alınmış kaş, bıyık ve dertleri yerden süpürürken o iki kız takılıyor gözüme yine.
“Üç etti.”
İçeri girebilmeleri için turlamaları gereken sayı kaç acaba? Umarım simitlerle işimi bitirmeme yetecek kadardır.
Değilmiş.
Kızlar hayallerimi yıkarak bu sefer kapıya yöneliyorlar. Dükkânın boşalmasını bekliyorlarmış demek. Şapkalarının önünü iyice indirmişler, güneş gözlükleri yüzlerinin yarısını kapatıyor. Kedi yavruları gibi sokulmuşlar birbirlerine. Lunaparkta korku tünellerine girenleri hatırlatıyorlar.
İnci, inci gibi gülümsemesiyle karşılıyor onları. Serinlemiş, ferahlamış, yukarıda sofrayı hazırlarken muhtemelen simitlerden birini de mideye indirdiğinden gözüne can gelmiş. Keyfi yerinde şakıyor.
“Hoş geldiniz. Buyurun.”
Ne saç, ne manikür, ne pedikür… Kızların hallerinden belli, istenmeyen tüy vakası bu. İnci ağda da maharetlidir, eli hafiftir; ama bu seferki iş ona göre değil, bu işe eli ağır biri lazım.
“Aysuna Hanım?” diyerek bana dönüyor kızlar.
“Buyurun,” diyorum omuzlarımı düşürerek. Güzelim simitler biraz daha bekleyecek.
Üç kişi küçücük ağda odasına doluşuyoruz. Sedyenin üstüne kullan-at örtülerden birini serip oturmaları için işaret ediyorum. İş görüşmesi yapmak için uygun bir büro ortamı değil, ama kızlar bunu dert etmişe benzemiyorlar. İşaretimle beraber sedyenin üstüne tüneyiveriyorlar.
Güneş gözlüklerini çıkardıklarında kızarık ve şiş gözlerle bakışıyorum. Yüzlerinde renk de kalmamış, makyajla kapatmaya çalışsalar bile tenlerinin solgunluğunu gizleyememişler.
“Ben Ekim,” diyor yuvarlak yüzlü olan. Güneşin sacında dönüp durmaktan değil, doğuştan gelen kavruk bir teni var. Güldüğü zaman beyaz dişleri ışıldıyor. Baş parmağıyla yanındaki arkadaşını gösteriyor. “Bu da Zerrin.”
Zerrin adı gibi; baştan ayağa altın sarısı bir kız. Saçları şapkasının altından sarı sarı omuzlarına akıyor, kulaklarında küpeler ışıldıyor, boynundan zarif zincirler sarkıyor, parmakları altın halkalarla süslü. Dore sandaletleri dükkânımın donuk parkesinde parıldıyor.
“Öğrenci misiniz?” diye soruyorum. Buralara başka memleketten geldikleri belli; ben bu toprakları bilirim rahatlığı yok onlarda, daha ziyade geçerken uğradım havaları var.
Başıyla onaylarken, “Muhasebe bölümü,” diyor Ekim. İlginç bir şey bulduğunda gözlerini ona dikmekte sakınca görmeyenlerden. Boncuk karası gözleriyle bana bakıp duruyor. Gerginliğinin altında meraklı, hınzır bir enerji yayılıyor kızdan.
Zerrin’in sesi kısık, “Tasarım,” diyor cılızca. Bakışlarımız karşılaştığı vakit yanakları kızarıyor, gözlerini kaçıyor. Ben kafamı çevirdiğimde gözlerini yine üstüme dikiliyor. Parmağını telefonun üstünde gergince dolaştırdığının farkında değil muhtemelen, bir fırsatını bulup kare kare fotoğraf çekse epey rahatlayacak galiba.
“Ben standart uyarımı yapayım,” diyorum. “Ders notu uğruna bana hikâye anlatıp vaktimi boşa harcarsanız, anlatacağız ikinci hikâyenin kesinlikle başınızdan geçen, gerçek bir hikâye olacağından emin olabilirsiniz.”
“Yo yo, anlatacaklarımız gerçek,” diye atılıyor Ekim. “Yemin ederim. Halimize baksanıza.”
“Tamam,” gibisinden sallıyorum başımı. “Neler oldu, anlatın bakalım,” diyorum. Hoş beş etmeye vakit yok, simitler yukarıda beni bekliyor.
Kızların havası değişiveriyor. Yaşadıkları dehşetin anıları zihinlerinde canlandıkça küçük odayı dolduran parfümlerinin vanilyalı kokusuna korkularının kokusu da karışıyor.
“Sıradan bir geceydi,” diyor Ekim. “Ben film izliyordum. Zerrin odasındaydı. Birden kapı güm güm diye çalındı. Korktuk tabii, açmadık kapıyı hemen. Gecenin o saatinde alacaklı gibi kim gelir? Kim o diyoruz. Cevap da yok. Sadece hırıltılar geliyor. Ben mi diyor, ver mi diyor, ne dediği de anlaşılmıyor. Kapının deliğinden bakınca aklım çıktı aklım! Çamur pislik içinde deli bir adam, pis bir çarşafa sarınmış, kendini kapıya vurup duruyor.”
Hazır ol vaziyetinde ellerini iki yanına yapıştırıp kendini öne itiyor Ekim. “Böyle böyle. İçeri girecek de kapının var olduğunu idrak edemiyordu sanki.”
“Önce arkadaşlar şaka yapıyor zannettik,” diyor Zerrin. Konuşurken sesi titriyor. “O an aklımıza gelmedi ki adamın hortlak olacağı. Sonra baktık şaka falan değil. Hemen erkek arkadaşımı aradım. O gelince adam kayboldu.”
‘Kayboldu dedi,’ diye düşünüyorum. Kaçtı ya da gitti dememişti. Adamın gittiğini görmemişlerdi.
“Adamı bulamayınca bununki bir ton dalga geçti bizimle hayal görmüşsünüzdür diye.” Ekim haklı çıkmış birinin gururuyla gülümsüyor. “Ama ertesi gün gördü hayali gerçeği.”
“Ne olur ne olmaz diye erkek arkadaşım bizde kalmıştı,” diye açıklıyor Zerrin. “Gece yarısı kapı yine aynı şekilde çalınınca sopayı kaptığı gibi fırladı.”
Ekim kendini tutamayıp gülmeye başlıyor. Akide şekeri gibi gülüşü. “Görmeliydiniz,” diyor, “kapıyı açmasıyla hortlağın suratına geri kapatması bir oldu. Yüzünde renk menk gitti arkadaşın, yere yığıldı kaldı.”
Zerrin bozuluyor. “Abartma istersen.”
“Ne abartacağım! Kollarından tutup içeri biz taşımadık mı? Bildiği ne kadar dua varsa ardı ardına sıraladı sonra. Onu öyle görünce biz de başladık tabii dua etmeye. Bir taraftan salya sümük ağlıyoruz bir taraftan dua ediyoruz.” Kıkırdaması gergin bir kahkahaya dönüyor. Elleriyle yüzünü yelpazeliyor. “Ay, sinirlerim çok bozuldu.”
“Su ister misin?” diye soruyorum.
“Sağ olun, var bende.” Minik sırt çantasından allı güllü bir termos çıkarıp kafaya dikiyor.
“O sıra lambalar yanıp sönmeye başladı,” diye devam ediyor Zerrin. Anlatmaktan hoşnut değil; anlattıkça o anı tekrar yaşıyor sanki. Ama birinin de anlatmaya devam etmesi gerek. “Mutfaktaki tabaklar yerlerinden fırlayıp kırıldı. Dolaplarda ne kadar elbise varsa yere saçıldı. Kapı güm güm güm… Sabahı sabah ettik.”
“Havanın aydınlanmasına yakın sesler kesildi,” diyor Ekim. Sözlerin yükünü tekrar sırtlanarak Zerrin’i rahatlatıyor. “Yine de ne olur olmaz güneşin iyice doğmasını bekledik. Sonra da evden çıktık. Bir daha da kapıdan içeri giremedik zaten. İki gündür de arkadaşımızın evinde kalıyoruz.”
“Arkadaşınızın evinde de rahatsız edildiniz mi?”
“Hayır.”
Klasik cadı vakasına benziyordu. Ama bir ayrıntı tuhaftı.
“Siz bu adamı… hortlağı tanımıyor musunuz?”
“Hayır,” dedi ikisi de başlarını sağa sola sallayarak.
“Emin misiniz? Tanışıyoruz da, aman arkadaşlarımızın, ailemizin kulağına gitmesin durumu yok değil mi?”
“Tanısak tanıyoruz deriz ya,” diye çıkışıyor Zerrin.
“Hayatımda ilk defa gördüm o adamı,” diyor Ekim de. Kınar bakışlar oturmuş gözüne. Ben kimim ki onların yalancı olduklarını ima edebiliyorum.
“Bir Japon atasözü ne der bilir misiniz?” diyerek sakince konuşuyorum. “Bulaşmadığın Tanrının gazabına uğramazsın. İyi düşünün. Sizin dikkat etmediğiniz ama yanınızda yörenizde olan biri de olabilir. Yakın zamanda birinin öldüğünü duydunuz mu?”
“Duymadık,” diyor Ekim hafızasının dehlizlerini yoklarken.
“Ölümlü dirimli hiçbir olayla bağlantınız yok yani.”
Ekim’in omuzları düşüyor. “İki dersten kaldığımı duyunca babam canıma okuyacak.”
“Baban niyetlerini eyleme dökmediği sürece bu soruya da hayır diyoruz o halde. Peki, evde sadece ikiniz mi kalıyorsunuz?”
“Evet.”
“Daha önce evde böyle olağanüstü bir şeyler oldu mu hiç?”
“Hayır.”
Kaşıntılı bir his peyda oluyor içimde. Bir şeyler yerli yerine oturmuyor. Bu kızlar öteden birini kızdırmışlar da korkutuluyorlar mıydı acaba? Cininden perisine, karabasanından cadısına, sonuçta herkesin kendine has espri anlayışı var.
“Siz bu hortlağın ayaklarını gördünüz mü? Düz müydü, ters miydi?”
“Yüzünü gördük yetti,” diyor Ekim şiş gözlerini belerte belerte. “Ayaklarına bakacak fırsatımız olmadı.”
“Son zamanlarda tekinsiz, ıssız, harabelik bir yerlerde dolaştınız mı peki? Kuyu yanı, incir altı gibi.”
“Arada önünden geçtiğimiz eskiden kalma bir taş bina var. Kapısı camları falan hep kırık. Ama sahiplidir diye hiç yanına yaklaşmadık.”
“İyi seçim.”
“Sahipli mi gerçekten?” Solgun yüzü heyecanlı bir merakla ışıldayıveriyor.
“Ne o, sahipli olsa ellinde kekle kapısını mı çalacaksınız?”
“Ha-hayır.”
“Antik bir mezarın mezar taşını çalmak gibi minik çılgınlıklar yaptığınız oldu mu?”
“Neden öyle bir şey yapalım ki?”
“İnsanların ne tür zevkleri olduğunu bilseniz şaşarsınız.”
“Hayır.”
“Kurbağa başta olmak üzere, kedi, keçi ve benzeri canlılardan birine herhangi bir şekilde zararınız dokundu mu?”
“Hayır.”
“Sıcak bulaşık suyunu gece dışarı döktünüz mü?”
“Bu devirde bulaşık suyunu dışarı döken mi var?” diye hayretle soruyor Zerrin.
“Zerrin’in bulaşık yıkadığını gören var mı ki?” diyor Ekim ve anında bir dirsek darbesiyle susturuluyor.
Onların bu halleri gülümsetiyor beni.
Bir sessizlik çöküyor küçük odaya. Kızlar bakakalıyorlar öylece. Zerrin bile bu sefer hayranlığını açıkça göstermeyi hak buluyor kendinde.
Ne yaptığımı fark edince siliyorum gülüşümü yüzümden hemen. Soyuma karışan peri kanına içerliyorum. Baharın ilk papatyasını, bir serçenin ilk kanat çırpışını katmışlar periler gülüşlerine. Ne zehir ama!
Ekim çantasından termosunu çıkarıp birkaç yudum içiyor. Hazırlık bu, farkındayım; kuruyan boğazını yumuşatsın peşi sıra soruları o dizecek bana. Zerrin suskun, parmaklarını biraz daha sıkarsa artık sağlam bir telefonu olmayacak.
Ekim’den önce davranıyorum.
“Karakola gidip durumu anlatın. Onlar size gerekli evrakları doldurmanızda yardımcı olur. Hem şanslıysak bu hortlak kimmiş, neciymiş öğrenebiliriz de. Kazada öldüyse kaydı, itin kopuğun tekiyse sabıkası vardır.”
“Aa evet,” diyor Ekim. “Adamın yüzünde kocaman bir yara vardı. Yarısı dikilmiş, yarısı patlamış.” Titredi. “İğrençti.”
“Yaa,” dedim yeni bir ipucu yakaladığımı düşünerek. “Kazaya falan karıştınız mı hiç? Trafik kazası, ev kazası, görünmez kaza… önemsiz görünen bir şey bile olabilir?”
“Hayır,” dedi ikisi de.
“Buna da hayır demek.”
O değil, bu değil. Bu işin altından ne çıkacağını iyiden iyiye merak etmeye başlıyorum.
Ağda malzemelerinin olduğu standın çekmecesini açıp iki tane kartvizit alarak kızlara uzatıyorum. Çocuksu bir merakla, aldıkları kartı inceliyorlar ama merakları çabucak sönüyor. Baltalı kazıklı resimlerle süslü, yazılarından kan damlayan bir şey görmeyi bekliyorlardı galiba. Heyhat. Dükkânın adının parlak harflerle basıldığı sıradan bir iş kartı bu. O kadar sıradan ki ‘Zümrüt Kuaför’ yazısının yaldızı Zerrin’in altın parıltılarının yanında bile sönük kalıyor. Yazının hemen yanında bir Zümrüdüanka resmi var. Tam kanatlarını açtığı zaman resmedilmiş. Tavus kuşlarına benzeyen uzun kuyruk tüyleri yazının altına doğru savrulmuş. O kanatlarını çırpmayı bir becerebilse özgür olacak, dört köşeli yassı kafesinden uçup gidecek sanki.
“Karakola gittiğiniz zaman sizi benim gönderdiğimi söyleyip kartımı verirseniz, büyük ihtimalle işi bana verirler. Ama belli de olmaz, başka bir Cadı Üstadını da tutabilirler.”
“Hiç polisi karıştırmasak,” diye mırıldanıyor Zerrin.
“Öyle yaparsak ücreti cebinizden ödemek zorunda kalırsınız. Elinizde resmi bir belge olmalı ki devlet karşılasın.”
Kızlar kararsızca bakışıyor.
“Ama işe polisi karıştırırsak ailelerimize haber verirler,” diyor Zerrin. “Sonra da ya yurda çıkmak zorunda kalırız ya da memlekete bizi geri götürürler.”
“Ayrıca okulda adımız ‘karışmışlar’a çıkarsa biteriz. Kimse bizimle konuşmaz.”
Cümlesine daha noktayı koymadan doğuştan dışlanmışların arasına itilmiş birinin karşısında olduğunu hatırlıyor Ekim. Mahcupça başını eğiyor.
“Pardon, öyle demek istememiştim.”
Biraz bozuluyorum tabii, ancak her gaf yapan müşterimi gırtlaklamaya kalkarsam esnaflığım biter. Sonuçta Cadıcılıktan emekli olan yok. Boş ver gibisinden elimi sallıyorum.
“Özel olarak da çalışırım. Fakat bu işler ucuz değildir, baştan söyleyeyim. Ücretin yarısını peşin, yarısını iş bittikten sonra alırım. Herhangi bir mücbir sebepten iş tamamlanamazsa ücret iadesi yapmam.”
“Neden?” diyerek sivriliyor Ekim. Halihazırda fatura edip vergiden düşemeyeceği giderin, bir de heybeye harcanabileceğini duymak muhasebeci sinirlerine dokunuyor herhalde.
“Çünkü muhtemelen ortada ücret iadesi yapacak kişi kalmamıştır da ondan.”
“Ha.”
Kızları ağda odasında bir iki dakikalığına yalnız bırakıp çantamdan iki muska alıp getiriyorum. Ben çıkar çıkmaz mırıl mırıl sesleri geliyor arkamdan, eşikten adımımı atar atmaz da dut yemiş bülbül oluveriyorlar.
“Bunları alın,” deyip muskaları veriyorum. “Üstünüzde dursun. Ayrıca kaldığınız evin girişine ve yattığınız yerin etrafına kum veya tohum serpmenizi istiyorum. Önlem için.”
Bir anlık sessizlikten sonra Ekim soruyor. “Kedi kumu olur mu?”
“Ne?”
“Kumu nereden bulacağız şimdi? Marketlerde kedi kumu satılıyor. O da kum bu da kum değil mi?”
Şaşkınlıktan dilim tutuluyor bir anlığına. “Sahile arabayla bir saat uzaktayız.”
“Kim gidecek oraya?” diye sızlanıyor. “Siz satıyor musunuz?”
“Hayır, satmıyorum. Tohum serpin o halde. Mesela susam işinizi görür. Ve hayır, susam da satmıyorum.”
“Kavrulmuş mu olsun, kavrulmamış mı?”
“Efendim?”
“Susam, kavrulmuş mu olsun kavrulmamış mı?”
“Kabuğu ayıklanmış olanlar da var, böyle beyaz beyaz,” diye araya giriyor Zerrin de, susamlar hakkındaki engin bilgisini göstermekten hoşnut. “Hangisinden alalım?”
Derin bir nefes alıyorum. “Siz en iyisi çörek otu alın kızlar. Susam gibidir o da, ama kara olur… kapkara. Marketlerde satılıyor hem. Birer paket alın yeter. Nazardan falan da korur üstelik. Artanı da böreğe kullanırsınız, bedeninize şifa olur. Telefon numaralarınızı, bir de adresinizi alacağım, tamamdır. Başka sorunuz var mı?”
“Öğrenci indirimi yapıyor musunuz?”
“Kredi kartına en fazla kaç taksit yapıyorsunuz? Bir de saçlarınızı kendiniz mi boyadınız? Kaç renk kullandınız?”
“…”
Güneş göğün tepesinden yuvarlanmış, ufuk çizgisinde eriyor. Kor kızıl gökyüzü ateş ateş yanmakta. Güneş kadim, bilge; yeniden doğmak için batması gerektiğini biliyor.
Kızlarla evlerinin önünde buluşuyoruz. Onlara uyarak bu sefer ben saçlarımı şapkanın altına tıkıştırdım, gözlüklerimi de taktım ki konu komşu tanımasın, laf söz olmasın. Kızlar öğrenci, ana baba uzakta, hayat zor. Bir de ‘Cadıcıya işi düşmüş bunların’ lakırdılarıyla uğraşmasınlar. Değilse saçlarımı göstermeyi severim ben. Et gibi, kan gibi değildir; saçların tılsımı başkadır. Saça atılan düğümler kaderi düğümler derler. Ben saçlarıma renkler attım. Gökkuşağının yedi rengi, ayın simi, güneşin yaldızı, gecenin karası, şafağın beyazı. Hepsi saçlarımda. Kaderim kararıp kalmasın diye. Üstelik en iyi reklam üstünde taşıdığındır. Cadıcı da olsam kuaförüm yahu ben. Ama bugün gizli görevdeyim. Scherlock Aysuna iş başında. Watson İnci de evde kıçını dinlendiriyor. Yazıklar olsun ona!
Daha girişte olayın izleri var; kapının önünde taze mezar toprağı, havada çürük et kokusu.
Benden cesaret alarak kızlar da eve girebiliyor. Ev darmadağın, bir sınıf dolusu kreş çocuğu oyun adı altında saatlerce içeride tepinmiş gibi. Kızların söylediğine göre ev bıraktıklarından daha kötü bir hale gelmiş. Kimse yokken de hortlak teşrif etmiş demek. Belki de hortlağın derdi ev ile ilgilidir.
Kızlar alelacele birkaç üst baş alıp, bana çayın ve kahvenin yerini gösterip sıvışıyorlar. Çaydanlığı bulmak bana kalıyor. Demliği oturma odasında, kanepenin yanında yerde mahzun mahzun yatarken, altını da salonda buluyorum. Beklemekten başka yapacak daha iyi bir işim olmadığından çay demlemeye karar verdim. Belki uykumu da açar.
Çay demini alırken düşünüyorum. Bir mezar kaçkınıyla karşı kaşıya olduğumdan eminim artık. Olay mahallini de gördükten sonra içgüdülerim tüm oylarını hortlaktan yana kullanıyor. Şansıma henüz kan içme derdinde de değil gibi. Bir önceki işten sonra bir süre vampir kılıklı bir şeyle uğraşmak istemiyorum cidden; zedelenen kaburgalarım hâlâ sızlıyor. İlginç olan şu ki genelde bu tür vakalarda hortlağın adını sanını bilirim. Kederli yaratıklardır aslında, ölümden önceki hayatlarına sıkı sıkıya tutunduklarından tanıdıkları ve dolayısıyla da bilindikleri çevrede takılıp dururlar. Haliyle kimdir, necidir, mezarı nerededir bulmak kolaydır.
Bu hortlak ezber bozan bir hortlak ve beni bilinmezlerle peşinden koşturarak takdirimi de kazanmaya başladı. Gece yarısından önce gelip beni daha az bekletirse ona sarılabilirim bile.
Demini almış çayımı doldurup, sızlayan ayaklarımı dinlenmeleri için uzatarak kanepeye kuruluyorum. Pastaneden çörek almayı düşünemeyen aklıma hayıflanıyorum ve gecenin karanlığı pencerelerden içeri dolarken çayımı yudumlayarak hortlakçığımı beklemeye başlıyorum.
Bir süre sonra çınlayan bir ses sessizliği yırtıp kulaklarımda patlıyor.
İçim geçmiş, telefonumun sesiyle uyanıyorum. Zifir karanlık iyiden iyiye bastırmış. Ekranın parlak ışığı uyku mahmuru gözlerime batıyor. Acıyan gözlerimi kısıp el alışkanlığıyla telefonu açıyorum. Zerrin. Ağlayarak bağırıyor.
“Burada!” diyor. “Buraya geldi. Kapıda!”
Ayılıveriyorum. Demek hortlağın derdi ev ile ilgili de değil.
“Konum at. Geliyorum.”
Çantamı kaptığım gibi fırlıyorum dışarı. Arabamla geldiğim için aklımı seviyorum bu sefer.
On dakika dolmadan konumdaki adresteyim. Üç katlı müstakil bir ev. Daha bahçe kapısına varmadan yaratığı seziyorum. O da benim geldiğimi anlıyor. İkimiz de birbirimizi hoş karşılamıyoruz; ben onu evimizde beklerken beyefendi kimlerin kapısına dayanmış. Ayıp. Taze çay bile yapmıştım oysa.
Bir şangırtı kopuyor. Bir adam pencerelerden birini tuzla buz ederek üçüncü kattan bahçeye atlıyor. Kefeninin yırtık uçları arkasında dalga dalga, çürük etleri kemiklerinin üstünde titreşiyor. Bir garip süper adam. Toz toprak savurarak uçuyor. Yüksekliğin anlamını kalp atışlarını bıraktığı yerde bırakmış, ayakları yere değer değmez koşturuyor. Ne yolunun üstündeki ağaçlar, ne bahçenin tel çiti durdurabiliyor onu. Yola çıkıp kaçıyor.
Hiç koşamayacağım peşinden. Cansıza cansız gerek. Arabama geri biniyorum ben de. Gazı kökleyip hortlağın peşine düşüyorum. Bazen kaybediyorum onu, bazen buluyorum. O zıplaya zıplaya kaçan beyaz tavşan, ben yerde süzülen kartal. Yollar tanıdık bir hale geldikçe nereye gittiğini anlıyorum.
Hortlağı kovalamayı bırakıp bildiğim yollarda rahatça sürüyorum arabamı. Bu gece mezarı bulurum, yarın sabah da hortlak usluca mezarında yatarken temiz bir şekilde işi bitiririm. Plan açık, iş basit.
Mezarlık yolu sessiz. Duvarın dibine park ediyorum arabayı. Şapkamı düzeltip, büyüklükte minik bir bavulla yarışan çantamı da koluma asarak arabadan iniyorum. Şu büyük çanta modasını çıkaranın alnından öpmek lazım. Ne o bit kadar çantalar, küçük silahım bile zar zor sığıyordu içine. Şimdi rahatım, göze batmadan kazıklarımı taşıyabilmenin keyfi bir başka. Pofuduk çanta süsüm bile var, yürüdükçe sallanıyor.
Güçlü spot lambaları duvar boyunca mezarlığı aydınlatıyor. Böcekler bile mezarlıkta sessiz olmayı öğrenmiş. Sanki herkes derin bir uykuda. Bazı yaramazlar hariç. O burada, eminim; gece havasında yasemin çiçeklerinin tatlı kokusunun ardına sinmiş bozuk etinin belli belirsiz kokusunu alıyorum.
Mezarlığın büyük sürgülü kapısı kapalı. Acil bir durum olmadıktan sonra da günün ilk ışıklarında değin kapalı kalacak. Yumruğumla çalıyorum kapıyı. Şu anlık o acil durum ben oluyorum. Başımı kaldırıp duvardaki kameraya el sallıyorum.
Bir iki dakika sonra bekçi binasından iri kıyım bir adam homurdanarak çıkıyor. Birkaç metre kala durup, demir kapının üstünden ters ters bakıyor. Şahsi bir şey değil, yapısı öyle adamın.
“Gecenin bu saatinde mezarlık kapısına dayananda iyi haber olmasa gerek.”
“Seninkilerden biri hortlamış Hüseyin Abi. Hiç söylemiyorsun.”
“Yok yav!” Kapıyı açmaları için binadakilere el ediyor.
Kapının üstündeki turuncu lamba yanıp sönmeye başlıyor, otomatik kapı ağır ağır rayında kayarak açılıyor.
“Buralar sessiz sakin,” diyor. “Ölü bağırsa duyardık.”
“Bu introvert bir hortlak. İçe dönük yani. Sessiz sakin, öyle çok bağırıp çağırmıyor. Ama atletizm de altın madalyaya koşar.”
Kafa mı buluyorum, ciddi miyim anlamıyor Hüseyin Abi. Bir ya havle çekip, bildiği sularda kalıyor.
“Şikayet eden de olmadı mezara bakmaya gelen de. Emin misin buradan olduğuna?”
Ben içeri girdiğimde kapı aynı hantallığıyla kapanmaya başlıyor.
“Ben geldim ya işte. Dadandığı yer şehrin öte yakısında, bir öğrenci evi. İki üç gündür kendini kapıya vurup, evi darma duman ediyormuş.”
Hüseyin Abi hâlâ ikircikli, hortlak olsa hadi mezarından çıktı, mezarlıktan çıkamaz diye düşünüyor. Hakkı var; iki sıra duvarla çevrili mezarlık. Dış duvar beton üstüne demir çit. İç duvar alıç ağacından dikenli çit. Beton ve demir insanları dışarıda tutmak için, dikenli çit ölüleri içeride tutmak için.
“Kimmiş bu cadı?” diye soruyor.
“Kimmiş neciymiş bana sen söylersin diye umuyorum. Yirmi otuz yaşlarında bir adam. Yüzünde büyükçe bir yara var. Ben net göremedim, ama yara dikişliymiş. Demek ki mezara konmadan önce olmuş. Büyük ihtimal eceliyle ölmemiş. Son zamanlarda böyle biri geldi mi?”
Hüseyin Abi yenice baş vermiş sakallarını kırt kırt kaşırken ayaküstü düşünüyor.
“Yüzündeki yarayı bilmem ama üç hafta ya oldu ya olmadı, bu tarifte birini defnettiler. Adı hatırımda değil şimdi. Rahmetli motoruyla giderken kavşakta arabanın biri çarpmış. Nişanlıymış çocuk, yaz sonu mu ne düğünleri varmış. Anası babası perişandı. Yazık.”
Hüzünleniyor Hüseyin Abi. Hüzünlenince daha pis bakıyor. Böyle hikâyelere hiç dayanamaz.
“Yaşa,” diyorum. “Kesin bu.”
Kuyu dibi çantamın derinliklerinden tılsımlı bir kâğıt çıkıyorum. Kâğıdın bir yüzü Arapça bir yüzü Latince. Çakmağımın kuru ateşine tutunca yanıveriyor. Nazlı nazlı kopuyor küller, minikler eriyip kayboluyor. Geride kalan bir büyük kül yaprağı mezarlığın doğusuna doğru uçup gidiyor.
“İyi haber,” diyorum keyiflice. “Bir tane cadı var, başka yok. Mezarlığın doğu yakasında.”
Hüseyin Abi bire de razı değil. Mezarlığında asayiş ve düzen istiyor. Ölü dediğin kuzu kuzu yatmalı toprağın altında.
“O çocuğu da oraya gömmüşlerdi,” diyor huysuzca. “Son sıradaki mezarlardan biri. Şimdi kayda kuyda bakar adını da öğreniriz. Depoda kum, diken falan da vardı. Bu gecelik onlarla mezarı çeviririz. Yarın ilk iş valilikten izin alır, mezarı açarız. Sen az bekle burada…”
“Trafik kazası nerede olmuş, biliyor musun?” diye soruveriyorum. Bu hortlağın kızlarla ne alıp veremediği var hâlâ soru işareti. Belki kaza yeri ile ilgili bir şeydir.
“Büyük kavşakta, ışıkların orada olmuş diye duydum.”
Işıkların orası kızların evine çok yakın bir yer de değil hani. Yollarının üstü sayılmaz.
“Bekle burada,” deyip tek katlı binaya yürüyor Hüseyin Abi. Bekçi binasında iki bekçi daha var, camın ardından bizi izliyorlar. Yanıma yaklaşmaya kıçları yemiyor, hele ki gecenin bu saatinde.
Beklemiyorum Hüseyin Abi’yi. Arnavut taşlı yolda mezarlığın doğu yakasına doğru aheste yürüyorum. Büyük bir mezarlık burası. Epey eski, doldu taşacak, ölülerin ağırlığıyla hantallaşmış.
Cırcır böcekleri ötmüyor burada. Yaşlı bir çam ağacı var o ötüyor, dalları sallandıkça eski bir gemi gibi gıcırdıyor.
Gıcırt, gıcırt, gıcırt…
Başımı kaldırıp gözümü ağaca dikince ses kesiliveriyor, bir gölge hızlıca dikenli yaprakların arasında sinip kayboluyor.
Mezar sırasının sonuna varıyorum. Baştan sonra inci gibi dizilmişler, gece ışığında mermerleri solukça parlıyor. Kenarlarına dikilen ağaçlar daha fidan. Bir elli metre ötelerinde çam, kavak ve meşe ağaçları üçüncü bir duvar gibi sıralanmış. Aralarında bir tane de kızıl dut vardı, dalları eğik bodur bir şey. Sivrilen onca ağacın arasında genişleyerek yer açıyordu kendine. Budamışlar. Bazı ağaçlar tıraşlanmış temizlenmiş. Duvar dibine yığılan dallardan, tomruklardan ağaçların kanlarının kokusu yükseliyor. Bir de bizim hortlağın çürük kokusu. Mezarları bir bir geçip yaklaştıkça çukurunda kurtçuk gibi kıvrandığını hissedebiliyorum. Saklanınca benden kurtulacağını mı düşünmüş acaba?
Çantamdan tabancamı çıkarıyorum. Küçük bir tabanca, ama tılsımlı kurşunlar diriyi de deler ölüyü de.
Mermerlerin üstündeki isimlere göz ata ata geçiyorum mezarları. Spot lambaları sağ olsun, ortalık gündüz gibi aydınlık. Birkaç metre ilerimde toprak kıpırdamaya başlıyor. Daha toprağı bile oturmamış mezar içindeki ölüsünü dışarı kusuyor. Bizimki yine kefenini savura savura başlıyor koşuya. Dikenli çitlere doğru koşuyor, dışarı kaçacak yine. Ama bu sefer olmaz kuzum.
Tabancamı ateşliyorum.
Bam!
Önce mezarlığın sessizliğini deliyor kurşunum, sonra hortlağın kabir tozu dolu ciğerini dağlıyor. Hortlak hırıldıyor, tökezliyor ama yıkılmıyor. Bir kez daha basıyorum tetiğe. Sırtına yediği kurşunla bu sefer yüzükoyun seriliyor yere. Sessizlik artık eskisi gibi değil, paramparça ettim onu da.
Hortlak kıvranıyor yerde. Çamur dolu tırnaklarıyla böğrünü deşmeye çalışıyor, ciğerlerinden koparıp atacak etini yakan kurşunları.
Tabancamı omzumda asılı çantamın derinliklerine doğru gönderiyorum. Tahta kazığı çıkaracakken çevremdeki hareketlilik gözümün ucuna takılıyor. İrili ufaklı taşlar yerden ağır ağır, sinsice yükseliyor.
Kafamı öteye çevirmemle taşın biri kulağımın ucunu sıyırarak yanımdan fırlayıp gidiyor. Bir diğeri tam kalçama geliyor. Acısı içime çöküyor, oraya çok fena kan da çökecek. Çantayı omzumdan kaydırdığım gibi başıma siper ediyorum.
Tak! Tak!
Taşlar çantama ardı ardına çarpıyor.
“O çanta bir çizilsin derinle yamayacağım,” diye saydırıyorum.
Hortlağa bakıyorum. Yok, yerinde yeller esiyor. Kaçmış olamaz, hayır. İrinli kanının kokusu yoğun. Ensemde bir ürperti. Var gücümle çantamı savurarak dönüyorum arkamı.
Çantanın ucu hortlağın kafasına iniyor. Yumurta kabuğu gibi çatlıyor kafatası. Kan ve beyin parçaları saça saça havada dönüp sırt üstü yapışıyor yere. Neye uğradığını şaşırmış halde. Kafasının yarısı içe göçünce bir şaşkınlık hali olur tabii, normal. Kadın çantası deyip geçmeyeceksin, ağır silahtır.
Kazığı elime aldığım gibi çantayı yere atıp hortlağın üstüne çullanıyorum. Daha kefenine değmeden odunun sivri ucunu tutuveriyor. Ölümü görmüş, bir daha görmeye niyeti yok. Diğer eliyle yüzüme hamle yapıyor. Ben geri kaçınca eli şapkamın siperliğine çarpıyor, şapka bir yana gidiyor ben bir yana gidiyorum. Ucuz yırttım.
Ayağa kalkmaya çalışıyor. Omzuna bir tekme yapıştırıp yere çalıyorum onu yine ve karşı koymasına fırsat veremeden elimdeki kazığı karnına indirip toprağa mıhlıyorum.
Vahşi bir hayvan gibi uluyor. Tırnakları kolumu çizip yırttığında kazığa yüklenmeyi bırakıp geri kaçıyorum. Eli kolu durmuyor hortlağın, havayı pençeliyor, kazığı tırmalıyor. Ne yapıyor ne ediyor fırlıyor ayağa. İki eliyle kavradığı kazığı çıkarıp atıyor. Gövdesindeki delikten irinli kanı akıyor, bağırsakları sallanıyor. Beyaz kefeni bozuk kanından karaya dönüyor.
Kokudan gözlerim yaşarıyor, midemdekiler boğazımda. Kolum da acımaya başladı, kanıyor. Ama hepsinden öte şaşkınım.
Kurşun yedi, kafaya çanta yedi, göbeğine kazık yedi. Hâlâ ayakta!
Herif ölmüyor.
Kanın kokusuyla daha da kudurdu üstelik. Pis tırnaklarına bulaşmış kanımı yalıyor. Cansız gözlerinde aklın tüm izleri silinmiş, vahşi bir inat var.
Düzgün bir ölünün niteliklerini bir türlü taşıyamadığı gibi bir de kan içmeye başlarsa yandık. Sözde basit bir iş olacaktı.
Hüseyin Abi görünüyor öteden. Adamın zamanlaması berbat.
“Gelme,” diye bağırıyorum.
Hortlağın ona doğru atıldığını görünce fırlıyorum yerimden. Avının üstüne çöreklenen atmaca gibi tünüyorum tepesine. O kafasını koparıp alacağım bu sefer. Tırnaklarını omzuma geçirerek tutunuyor bana. Sızlayan bir acıyla yanıyor etim. İkimizde dengemizi kaybedip kenardaki dal yığınlarının içine yuvarlanıyoruz. Çam iğneleri, meşenin daları… mini mini kazıklar battıkça buna uluyor. Ulusun hayvan. Bir punduna getirip sırtına çıkıyorum yine. Omzum acıdan yarı uyuşmuş, ellerim kandan pislikten kaygan ama hiçbiri gözümde değil; yetti canıma. Dirseklerini sıkıca kavrıyorum, ayağımı sırtına bastırıp var gücümle kollarını çekiyorum. Kemikleri ıslak ıslak çatırdıyor, çürük kasları gerilip kopuyor. Hadi şimdi de tırmala bakalım itin evladı!
Hortlak can acısından değil hırsından bağırıyor.
Bağırsın. Ben bağırmıyorum. Ama beni duyuyor. Ne dediğimi anlıyor. Onun için yolun sonu çok sıcak.
“Zümrüdüanka’nın soyudur o, bir kordur.
Yanarsa bir kendi ateşinde yanar durur.”
Anka’nın efsunu kor çıra. Altımızdaki kuru yapraklar kıvılcımlanıyor. Çıtır çıtır tutuşuveriyor ince sürgünler. Dalların arasında kıpkızıl alev çiçekleri açıyor. Çiçeklerin göbeğinde hortlak ve ben, yanıyoruz.
Hortlak güneş gibi değil, Anka gibi değil; onun yangını başka. Yanarsa yok olup gidecek, yanarsa hikâyesi bitecek. Aklının çoğu gitmiş olsa da içten içe biliyor bunu. Ben de biliyorum, umudum bu hatta. Bu sefer de ölmezse elini öpeceğim artık.
Ayağa kalkmaya yelteniyor. Kırık kolları sallanıyor iki yanında. Kara kanlı kefeni ateşe teslim olmuş bile, kara küle dönüyor. Alevlerden kaçış yok.
Yanan odunlardan birini yığından çekip alıyorum. Ucu kor kızıl tütüyor. Bana bakıyor hortlak. Üzgün. Dişlerimi sıkıyorum ve elimdekini yürüyen ölünün göğsüne indiriyorum. Zorlanmadan ilerliyor eğreti kazık, hortlağı alev alev yanan dal yığınına mıhlıyor.
Kavrulmaya başlamış gırtlağından son bir hırıltı dökülüyor. Saçları kül oluyor, gözleri eriyip akıyor, çürük eti yanıp cızırdıyor. Yandıkça eriyor, eridikçe yok oluyor.
Hortlak kıpırtısız.
Artık bitti.
Zıplaya tökezleye yanan yığının içinden çıkıyorum. Daha fazla durursam ben de yanacağım. Terler tenimde kabarır kabarmaz buharlaşıyor. Sıcaktan kuru kuru öksürüyorum, duman genzimi yakıyor. Hortlağın pis etinin kokusu ciğerlerime dolmuş, en az bir hafta burnumdan gitmez bu koku artık. Klimanın ferah serinliğini yenice arıyorum işte.
Bir kova su başımdan aşağı dökülüverince neye uğradığımı şaşırıyorum. Su cazırdayarak buharlaşıyor üstümden. Sövsem mi, şükretsem mi? Suratımdan akan suyu sıvazlıyorum.
“Teşekkür ederim.”
“Bir şey değil,” diyor Hüseyin Abi.
Şenlik ateşi gibi gürül gürül yanıyor ateş. Işığı hortlağın mezarına vuruyor. Daha taşı bile dikilmemiş, üstüne konan çiçekler diri, yası hâlâ taze. Ekrem Deniz diye yazıyor tahtanın üstünde.
“Gerisini ben hallederim,” diyor Hüseyin Abi.
“Mezar kalsın,” diyorum.
Olacak iş değil, dercesine bakıyor. Ölü yakılırsa mezarı kaldırılır, kural bu.
Oldururuz, dercesine gülüyorum. Hortlağın fırlatıp attığı kanlı kazığı yerden alıp ateşin içine atıyorum.
“Ben diken çitindeki kırığı, sen de mezarın akıbetini söylemeyi unutuverirsin. İnsanlık hali, bazı şeyler akıldan çıkıverir.”
Çitteki kırığı gösteriyorum. Budanmış dallarla güzelce örtülmüş, yarım insan genişliğinde bir açıklık var. Ağaçları budamaya geldiklerinde işçiler kırmış olmalı.
Mezarlıkta küfredilmez ama Hüseyin Abi kendini tutamayıp basıyor kalayı.
Çantamı yerden alıp üstündeki tozları beyhude silkeliyorum.
“İnsan taşın soğukluğuyla, avcundaki kara toprağın tozuyla avunur da, elde kuruyan çiçeklerin avuntusu yok be Hüseyin Abi. En azından çiçekler gelmeyene kadar bekle.” Şapkamı da bulup çantama atıyorum. “Hadi, iyi geceler sana.”
Polis sirenleri yaklaşırken yorgun argın arabama yürüyorum.
Ertesi gün yeterince ayılıp kendime geldikten sonra kızları arayıp işin bittiğini söylüyorum. Artık evlerinde rahatça oturabilirler. Birkaç gün sonra dükkânımın önünde beliriyor ikisi de ve bu kez ilk seferlerinde içeri girmeyi başarıyorlar.
Onlar yaklaşırken ürperiyorum bir anda. Hortlağı hissediyorum yeniden. Nasıl olur? Adam yandı bitti kül oldu. Kredi kartını uzatan Zerrin’in bileğini tutuveriyorum. Kız tepki bile veremeden kalıyor öyle.
Üç zincirden çiçek desenli olanını göstererek, “Bu bilekliği nereden buldun?” diye soruyorum tane tane.
“Hediye,” diyor şaşkınca.
“Doğruyu söyle.”
“Erkek arkadaşım aldı.”
“O nereden bulmuş?”
“Nereden aldığını bilmiyorum. Sormadım ki.”
“Şimdi bir zahmet arayıp soruver öyleyse, nereden almış bilmeliyim.”
“Neler oluyor?” Ekim’de Zerrin kadar şaşkın. Kara gözleri ben, bileklik ve arkadaşı arasında üçgenler çiziyor.
“Bileklikte hortlağın kanı var,” diye açıklıyorum. “Kendi kanını izleyerek sizi buluyormuş. Ölünün her eşyası kullanmaz, uğursuzluk getirir diye bir şey duymadınız mı hiç? İşte uğursuzluk da bulmuş sizi.”
Zerrin’in beti benzi atıyor. Bakıyorum ki zinciri koparıp atacak bileğinden, yardımımı esirgemeyip düzgünce çıkarıyorum bilekliği.
On dakikalık bir telefon konuşması sonrasında Zerrin’in ilişkisi çatırdıyor.
“Bilekliği yolda bulmuş,” diyor sinirden ve utançtan kızarıp bozararak. “Işıkların oradaki yolda, kaldırımın kenarındaymış.”
Yolda bulduğun her elmayı ısırmayacaksın işte.
Kızlar hızlıca ödemenin geri kalanını yapıyor, bilekliğin bende kalmasından memnun oluyorlar ve muhtemelen bir daha dükkânıma ayak basmak istemeyerek ayrılıyorlar.
Yaralarımın ağrısını bahane ederek erkenden ayrılıyorum dükkândan. Mezarlığa gidiyorum. Küller temizlenmiş, çit düzgünce onarılmış. Herhangi bir açık gedik bulamıyorum. Hüseyin Abi sözünü tutmuş, mezar hâlâ yerli yerinde. Yetkiliden biri fark edene kadar durur herhalde. Bırakılmış çiçekleri yaz sıcağında kavrulmuş, ölü bir renge dönüp solmuşlar. Cebimden bilekliği çıkarıyorum. Minik pırlantalarla süslü çiçekleri ışıldıyor. Bu çiçekler solmaz.
Her şey bu altın içindi demek.
O sıra göz ucuyla birinin yaklaştığını görüyorum. Bilekliğimi avcuma saklayıp dönüyorum. Genç bir hanım. O mezar başında neden durduğumu sorgularcasına bakıyor. Onun için tanıdık bir yüz değilim. Derken kim olduğumu anlıyor. Kızarık şiş gözleri korkuyla irileşiyor. Koşarak mezarla arama giriyor. Ellindeki çiçek buketini tehditkarca tutuyor. Şakası yok, en ufak ters hareketimde kafama geçirecek.
Belli belirsiz bir iç çektikten sonra esnaf gülümsememi yüzüme yerleştiriyorum.
“Akrabası mısınız?” diye soruyorum mezarı göstererek.
“Nişanlısıyım,” diyor meydan okurca. Hatırlıyor. “Nişanlısıydım.”
Avcumdaki bilekliği gösteriyorum. “Çocuklar bunu kazanın yapıldığı yerde bulmuşlar…”
Cevval öfkesiyle kısılan gözleri hayretle açılıyor. Sözümü bitirmeden atılıveriyor. “Bilekliğim!”
“Demek sizin. Ne şanslıyız, buyurun.”
O sevinmiyor. Hiddeti kabarıyor yine. Yasın öfke aşamanda galiba.
“Çok severdim bu bilekliği,” diyor. Hiç sevmemiş olmayı diliyor sanki. “Kırılınca çok üzülmüştüm. Ben yaptırırım demişti Ekrem. Verirken, ‘kaybetme sakın ha,’ demiştim. ‘Sakın kaybetme.’”
Bilekliği avcunda sıkıyor, sonra fırlatıp atıveriyor. Alnımda bir damar seğiriyor; o bileklik yüzünden para kazandım mı kazandım, fakat doğru düzgün omzumu kıpırdatamıyorum ve kalçamda kocaman bir çürük var. Zavallı Ekrem ise yanıp kül oldu. Görmeyen gözlerle yanından yürüyüp gittiği kara lekenin mazisinden habersiz tabii.
Bir şey demeden bilekliği yerden alıp mezarın yanına çökmüş kadına uzatıyorum.
Almaya hiç niyeti yok. Bana bakıyor amansızca. Ona bakıyorum acımasızca.
“Sözünü tuttu,” diyorum.
Gözleri doluyor, kurşuni bir gökyüzü gibi zaten gözleri; ağır, dolu, ıslak. En ufak bir rüzgârda damla damla hafifliyor.
“Ayrılmayacağız da demişti.”
Kısmen o sözünü de tuttu aslında, hortladı çıktı mezarından.
“O sözünü tutmasını istemezsin,” diyorum.
Yutkunuyor sadece. Bilekliği elimden alıyor yavaşça. Bu sefer atmıyor, avcunda sıkı sıkı tutuyor.
Henüz yorum yok. Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.