Öykü

İnsan Böyle Güçsüz Durur mu?

Sessizlikte boğulmayı bekliyordu. Etrafından gelen onca sese rağmen. Onları bastırmayı, “Yeter artık!” diye yüzlerine tükürükler saça saça bağırmayı öylesine istiyordu ki. İçinde durduramadığı bu isyan, yüzünde donuk bir ifadeye bürünmüştü. Elleri hafiften titriyordu, parmaklarını oynatmaya çalışırken güçlük çekiyordu. Buna rağmen o dik duruşunu bozmamaya özen gösteriyordu. Ne de olsa herkesin konuşmaya çekindiği biri haline gelmişti. Egosu yüksek, kendini diğerlerinden üstün gören biri değildi aslında, ancak duruşu bunun aksini kanıtlamak istiyor gibiydi.

Onu gören insanlar normalde bir tanıdıklarıyla karşılaştıklarında verdikleri tepkilerden farklı tepkiler veriyorlardı. Yüzüne anlamsızca bakıyorlar, donuk bir ifadeyle karşısında kalakalıyor, iki – üç saniye sonra başlarını çevirip hiçbir şey söylemeden yollarına devam ediyorlardı. Onların bu davranışını hak edecek ne yaptığını bir türlü bulamıyordu. Sadece sessiz biri olmak, işini düzgünce yapmaya çalışmak bu denli sorun çıkarmamalıydı.

Kurtlar sofrasında olduğunun bilincindeydi elbette, adımlarını buna göre atması gerekiyordu. Yine de bu haliyle kabul görebilmeyi istiyordu. Bazen insanların o yargılayıcı bakışlarına maruz kalmamak için tamamen yok olmayı diliyordu. Ya da bambaşka bir diyarda olabilmeyi. Herkesin onu olduğu gibi gördüğü, soru sormadığı, konuşmak için zorlamadığı, tek başına bırakabildiği bir diyarda… Onun harikalar diyarı bu olurdu muhtemelen. Alice’in düştüğü çukurdaki diyarda karşılaştığı kötü kraliçeye hiç rastlamazdı hem. Sadece sonsuz güzellik ve sakinliğin olduğu bir ortamda huzuru bulabilirdi.

Dalıp gittiği bu güzel hayalden ışık hızıyla uzaklaşıverdi aniden. “Baksana,” diye dürtüyordu iş arkadaşı. “Yine dalıp gitmişsin, kimseyi salladığın yok, bari iş yerinde çalışıyor görün de kovulma.” Onu yavaşça süzdü. Yine jilet gibi bir takım elbiseyle karşısında dikiliyordu. Her zamanki gibi ceket kollarından çıkan gömleğinin yenini düzeltiyordu bir yandan. Ayağındaki rugan ayakkabıların üstüne kaç kat parlatıcı sürdüğü belli değildi. İnsanlara yukarıdan bakan sanki kendisi değilmiş gibi onun durumuyla ilgili gereksiz çıkarımlarda bulunuyordu. Bu çıkarımlar gereksiz miydi gerçekten, zaman içinde bunları sorgular duruma düşmüştü.

Hiçbir şey söylemeden klavyenin üzerinde hareketsizce bekleyen parmaklarına baktı. Karşısındaki beyaz ekranda yanıp sönmekte olan imleci takip etti bir süre gözleriyle. Ardından, sanki tüm zihnini bir yerlere aktarıp rahatlamak istercesine hızlıca klavyedeki tuşlara rastgele basmaya başladı. Ekran anlamsız harflerin peş peşe sıralanmasıyla birlikte büyük bir kaosa ev sahipliği yapmaya başladığında sırtına dokunan bir el hissetti: “… Bey, çay getirmiştim.” Çaycı kadının tedirgin sesini duyduğunda biraz daha rahatlamış olduğunu fark etti. Uzatılan çayı alıp masasına koydu ve derin bir nefes aldı.

Masanın diğer tarafında bulunan günlük gazete gözüne takıldı bir anda. En son ne zaman gazete okumuştu? Daha doğrusu, en son ne zaman bir şeyler okumuştu? İş için gerekli evrakların oluşturulması, takibi, kontrolü gibi zamanlar dışında okumaya hiç vakit ayırmıyordu. Gün geçtikçe yabani birine dönüşüyor olmanın rahatsız edici karmaşıklığını duyumsadığında içi gıcıklandı. Gazeteye uzandı ve ön sayfadaki başlıklara şöyle bir göz gezdirdi. Her zamanki gibi hiç değişmeyen ülke gündemi, sonu facialarla biten aile dramları, bir köşeye sıkıştırılan ünlülerin magazin haberleri hiç ilgisini çekmedi. İç sayfaları karıştırırken bir ilan dikkatini çekti. Başını öne eğmiş ve tüm yüzünü gizleyen siyah bir kukuletanın ardına saklanmış birinin belli belirsiz silueti resmedilmişti. Kukuletanın bağlı olduğu siyah pelerin bu başın altında gitgide kararıyor, aydınlık bir arka planın üzerine iri puntolarla yazılmış soru hemen bu karanlığın üstünde beliriyordu: “İnsan Böyle Güçsüz Durur Mu?”

Bunu okuduğunda bir kez daha çizime baktı. Sonra tekrar soruya, ardından yine çizime… Birkaç defa bu şekilde kafasındaki karışıklığı atmaya çalıştı. Çizimdeki kişi son derece kendinden emin ve güçlü görünüyordu. Oysa hemen altındaki soru bunun tam aksini sorgulatıyordu. İlanda başka bir yazı yoktu. ‘Belki başka bir ilan vardır.’ diye düşünerek gazetenin diğer sayfalarını karıştırmaya başladı. Ancak aradığı şeyi diğer sayfalarda da bulamadı. Elindeki tek ilan, az önce gördüğü ilandı. Kafası karışmış bir halde gazeteyi toplayarak işine geri döndü.

Gün boyunca içinde bir merak, bir şeyleri bekledi durdu. Neyi beklediğini de bilmiyordu. Yine de bekliyordu. O gazetedeki ilan boş yere karşısına çıkmamıştı. Bunu sezinliyordu. İlandaki sorunun kendisine yöneltildiği açıktı. Peki bu sorunun cevabını verebilmek neden onun için bu kadar önemliydi, kestiremiyordu. Saatler geçmek bilmiyordu. Bir an önce eve gitmek, gazetedeki ilanı incelemek istiyordu. Bu istek dakikalar ilerledikçe büyüyordu.

Saat 16:59’a geldiğinde çoktan toparlanmış, gitmeye odaklanmıştı. Bilgisayarını kapattığında duvardaki saat 17:00 olmuştu. Kimseye bir şey söylemeden hızlıca ofisten çıktı ve binadan uzaklaşmaya başladı. Sokağın köşesini döndüğünde kalbi hızla çarpmaya başladı. İçinde bir his vardı, aradığı şeyin ne olduğunu bilemese de onunla buluşmasının uzun sürmeyeceğinden emindi.

İş yerinden uzaklaşmış, bir sonraki sokakta yürümeye başlamıştı. Yanından geçtiği okul duvarının üzeri birçok ilanla kaplıydı. İlanları fark ettiğinde olduğu yerde kalakaldı. Gözleriyle o çok merak ettiği ilanı aradı. Üst üste yapıştırılıp soyulan onlarca ilanın arasından istediği ilanı bulması oldukça zordu. Yine de umudunu yitirmemişti. Bir yarım saat kadar her birini detaylıca inceledikten sonra gazetede gördüğü ilanı bulamayacağını kabullenecek duruma gelmişti.

O anda duvarın dibine yakın bir noktada siyah bir ilan gözüne çarptı. O kadar zamandır tüm ilanları incelerken bunu nasıl gözden kaçırdığını anlayamadı. Ama oradaydı işte. Aradığı şeyi bulmuştu. İlanı detaylıca incelemek üzere eğildi. Aynı gazetede gördüğü ilan gibi siyah bir fonda belli belirsiz bir siluet vardı ve siluetin altında aynı soru vardı: “İnsan Böyle Güçsüz Durur Mu?” Ancak gazetedeki ilandan farklı olarak bu sorunun altında daha küçük fontlarla yazılan yönlendirme yazısı bulunuyordu: “Okulun arka girişinde ihtiyacın olan şeyi bulabilirsin.”

Başını sağa sola çevirip etrafında birilerinin olup olmadığını kontrol etti. Kalbi yerinden çıkacak gibi çarpmaya başlamıştı. İlanı duvardan söküp buruşturarak hızla cebine tıkıştırdı. Ayağa kalktı. Üstünü başını silkeledi. Derin bir nefes alarak sakinleşmeye çalıştı. Yoldan geçen kimse yoktu. Buna rağmen sanki binlerce göz onu inceliyormuş gibiydi. Ağır adımlarla köşeyi döndü. Okulun arka girişine doğru ilerledi.

Köşeyi döndüğünde gördüğü manzara onu şaşırttı. Filmlerde, dizilerde gördüğü gizemli anlardan biri hayatına taşınmış, karşısında belirmişti. Kırmızı, kadife bir masa örtüsünün serili olduğu küçük kare masanın başında oturan siyah pelerinli biri vardı. Başındaki kukuletayı çenesine kadar indirmiş olduğu için kadın mı erkek mi olduğu anlaşılmıyordu. Ellerine siyah deri eldiven geçirmiş, önündeki tarot kartlarını karıştırıyordu. İlanda gördüğü kişi karşısındaydı işte.

Yanına gidip gitmemekte tereddüt etti. Adım atmak istiyordu ama bir şeyler ona engel oluyordu. Sanki bu büyücü kılıklı kişi birdenbire “Hokus Pokus!” deyip onu bir şeylere dönüştürecekmiş gibiydi. Metalik bir sesin, “Gel!” komutuyla birlikte ilerlemeye başladı. Karşısındaki onu çağırıyor, o da bilinçsizce kulağına gelen sesin dediğini yapıyordu. Masanın yanına vardığında, “Otur!” komutuyla birlikte yan taraftaki boş sandalyeye çöktü.

Göremediği, hissedemediği bir gücün tesirindeydi. Şok içinde bekliyordu. Ne olacağını kestiremiyordu, karşısındaki kişinin gücü altında eziliyordu. İlandaki yazı düştü aklına. Kendi kendine mırıldandı: “İnsan böyle güçsüz durur mu?”

“Durmamalı!” diyen metalik, gür bir ses onu oturduğu yerde sıçrattı. Karşısındaki kişinin bu korkutucu sesi düşünmesini engelliyordu. Kukuletanın altından gelen ses devam ediyordu: “Cesaretin yok senin!” Ona karşılık vermeye yeltendi ama ne diyeceğini bilemedi. O yüzden sessiz kalmakla yetindi.

“Senin sorunun için çözüm basit ama cesaretin yok! Yolda yürürken adım atmaya bile korkuyorsun! Nasıl oldu bilmiyorum ama bir şekilde doğru yere gelmişsin. Aslında senin gibi insanlardan nefret ederim ama sana yardım edeceğim. Beni iyi dinle.”

Karşısındakinin bu konuşmasını dinlerken iyice ezilip büzülmüştü. Bu kişi onu hem aşağılıyor hem de ona yardım etmek istiyordu. İçinde yaşadığı çelişkilerin bir yansıması sonucu mu uyduruvermişti böyle bir kişiyi? Tüm bunlar bir hayaldi belki de. Kafasındaki yardım çığlığını biraz susturabilmek için ortaya çıkan bir hayal…

“Hayal görmüyorsun.” diyen sesle birlikte kendine geldi. İçi ürpermişti. Bu kişi onun düşündüklerine konuşarak karşılık veriyordu. Telepatik yeteneklere sahip bir hayali karakter oluşturmuş olması bir anda gülünç geldi. Yüzündeki şaşkın ifade yerini gülümsemeye bıraktığında biraz daha rahatlamış olduğunu fark etti.

Siyahlara bürünmüş adam onun bu hareketlerine hiçbir yorum yapmadan direkt konuya girdi: “Hayatında yaşadığın büyük sorunun için bir çözümüm var. Ancak senden istediğim şeyi hiç sorgulamadan yapacaksın. Sonucu ne olursa olsun.”

Onun bu söylediklerini dinlerken bu işin sonunun nereye varacağını anlamaya çalışıyordu. Her şeyi onaylarcasına başını salladı. Tüm bu davranışlarının gözlendiğinin farkındaydı. Elleri hafiften titriyordu. Avuçlarının içi terlemişti. Az önceki ufak rahatlamanın endişeyle kaplandığı ortadaydı. Bir karşılık vermeden karşısındakinin anlatacaklarını bekledi.

“Sana söyleyeceklerimi iyi dinle.” diyerek anlatmaya devam ediyordu tuhaf ses ona. Ses sanki kukuletanın altından gelmiyordu da büyük bir sinema salonuna yayılmış hoparlörlerden geliyor gibiydi. “Sıkıntı yaşadığın şeyleri sadece sen çözebilirsin, bunu unutma. Ama bunun çözümü için yardımcı olacağım bir şey var. Şehrin çıkışındaki dağı biliyorsun. O dağın tepesinde bir kuş yaşıyor. O kuş çok özeldir. Masallarda geçen Zümrüdüanka kuşunu bilirsin. İşte bu kuş da onun akrabalarından. Senden o kuştan koparılmış bir tüy getirmeni istiyorum. Ancak bu tüyü yuvasından alamazsın, kuşun üzerinden koparmak zorundasın. Bunu zorlu bir görev olarak düşünebilirsin ancak öyle değil. Senin gibi cesaretsiz biri bu yolculuğa çıkmayı göze alacak mı, asıl onu merak ediyorum. Ne diyorsun?”

Son cümle de bittiğinde sesin sahibini bir kez daha süzdü. Sanki Oz Büyücüsü gibi sahte bir yanılsamanın içine çekmişti onu. Belki de böyle gizemli biri oturmuyordu karşısında. Diğer yandan onun etkisinden çıkamadığı da ortadaydı. Zor duyulan bir sesle, “Tamam.” diyebildi sadece.

Karşısındakinden tuhaf bir kahkaha yükseldi o anda: “Bak, istediğin zaman nasıl da bir adım atıyorsun. Hadi, git şimdi. İki gün içinde bana kuşun tüyünü getirmek zorundasın. Aksi halde tüyü getirmiş olsan bile beni bulamazsın. Seni burada bekleyeceğim. Hadi, git.”

Bu direktiflere uymak istemese de ilginç bir şekilde ayağa kalktı. Sandalyeyi itti ve arkasına bakmadan oradan uzaklaştı.

Eve dönerken kafası allak bullaktı. Kimdi bu kişi? Ondan nefret ettiğini söylediği halde neden ona yardım edeceğini de söylemişti? Bu yardım için neden tuhaf ve muhtemelen var olmayan bir kuşun tüyünü istemişti ondan? Yapılmaması gereken bir anlaşmaya imza atmıştı sanki. Bunu yapmasa cezalandırılır mıydı? Ne tür bir ceza alırdı acaba? Kafasını kurcalayan bin bir türlü soru tüm gece onu huzursuz etti.

Ertesi sabah uyandığında saat sabahın yedisiydi. Tatil günü bu kadar erken uyanmaya bir türlü alışamamıştı. Elini yüzünü yıkarken hâlâ uyukluyordu. Dün iş çıkışı olanlar ona hâlâ bir hayal gibi geliyordu. Muhtemelen yaşadığı stres yüzünden böyle tuhaf biriyle karşılaşmış, tuhaf bir isteği gerçekleştirmesi beklenmişti. Ancak o metalik, ürkütücü ses bir türlü kulaklarından gitmiyordu. Kahvaltısını yaparken ne yapacağını düşünüyordu. İçinde bir ses kaybedeceği bir şeyi olmadığını söyleyerek bu kuşun peşinden gitmesini salık verirken, diğer bir ses de yatağına geri dönmesini ve tüm bu saçmalıkları bir kenara bırakmasını söylüyordu.

Yaklaşık iki saat kadar kararsızlık içinde evde dolandı durdu. Sonunda içinden gelen ilk sesin dediğine uymaya karar verdi. Gerçekten de kaybedecek bir şeyi yoktu. Şimdiye kadar yaşadığı hayatta sessiz biri olduğu ve bu halde hayatına devam etmeyi istediği için birçok sorunla karşılaşmıştı. Her zaman insanların onu olduğu haliyle, sorgulamadan ya da aşağılamadan kabul etmesini istemişti. Şimdi bu sorununa çözüm olabilecek bir şey ayağına kadar gelmişken bunu geri tepmek doğru olur muydu? Hoş, bir kuşun tüyünden nasıl bir çözüm bekleyebilirdi, bunu da bilmiyordu. Düşündüğünde bu durum oldukça komik gelmeye başladı. Yine de sanki bunu yaparsa bundan sonraki hayatını istediği gibi geçireceğini hissediyordu.

Hızlı bir şekilde üzerini değiştirdi ve dışarı çıkmaya hazırlandı. Eğer biraz daha evde kalıp düşünmeye başlarsa bu kararından vazgeçecekti. Bu yüzden çabucak yola çıkmak istiyordu. Gerçekten de okuldaki kişinin dediği gibi şehrin çıkışındaki dağa gitmesi ve dağın tepesine çıkması zor olmadı. Zaten birçok insan dağın eteklerinde piknik yaptığı için o kısımlar şehrin bir uzantısı haline gelmişti. Dağ fazla yalçın olmadığı için kolayca tepesine tırmanabildi.

Dağın tepesinden şehir öyle güzel görünüyordu ki… Tüm o karmaşa ilmek ilmek işlenmiş el yapımı bir yorgan gibi göz kamaştırıyordu. Bir süre daha şehri gözlemledikten sonra işine dönmeye karar verdi. Burada çok fazla oyalanmadan bir an önce işini halledip dönmek istiyordu. Bir kuşun tüyünün nasıl koparılacağını bilmiyordu. Kuşun yuvasını bulsa bile oradan da tüy alamayacaktı, kural böyleydi. Daha da önemlisi bu kuşu nasıl bulacaktı? Ona dair hiçbir şey bilmiyordu ki.

O anda cılız kuş cıvıltıları geldi kulağına. Çirkin gaklamalarıyla ünlü bir karganın sesiydi sanki bu. Sesin geldiği yöne doğru ilerlemeye başladı. Yaklaştıkça cılız cıvıltılar gelmeye devam ediyordu kulağına. Üstelik gittikçe de çirkinleşiyordu. Kulaklarını elleriyle kapatıp o şekilde ilerlemeye devam etti.

On dakika kadar dolandıktan sonra bir kayanın oyuğundaki kuş yuvasıyla karşılaştı. Yuvanın her tarafı küllerle kaplıydı. Kurumuş, sivri çam yaprakları küllerin arasından öbekler halinde gözüküyordu. Yuvaya biraz daha yaklaştı. Yuvadaki küller içinde hareket eden bir şeyler vardı. Ağır adımlarla yuvanın yakınına gitti.

Yuvada gördüğü manzara karşısında içini bir ürperti kapladı. Ancak bir avuç içi büyüklüğünde, çirkin mi çirkin, tüysüz, gözlerini açamayan gri bir kuş yavrusu acı acı ötmeye çalışıyordu! Sağa sola bakındı. Aradığı ihtişamlı kuş etrafta yoktu. Öyleyse belki de aradığı kuş buydu. Tüyü koparmak için beklediği kuşun ne zaman döneceği ya da ne zaman onunla karşılaşacağı belli değildi. Hem, öyle bir kuşun gerçek olma ihtimali ne kadardı ki zaten! Öyleyse belki de o kuşun tüyü yerine bu yavru kuşu götürebilirdi. Ancak bu kuşa dokunmaya öyle çekiniyordu ki!

Yanına bir eldiven almadığına üzülmüştü. Bu yavru kuşun onu ısırmasından korkuyordu. Böyle kulak tırmalayıcı bir sesi varsa muhtemelen ısırsa çok fazla can yakardı. Havlayan köpek ısırmaz, sözü geldi aklına. Ama bu söz onu hiç rahatlatmadı. Acaba kuşu yuvasında bırakıp gitse daha mı iyi olurdu, bunu da bilemedi. Buraya kadar gelmişti ama boşa kürek çekmiş gibi hissediyordu. İstenen görevi başaramamış, üstüne çirkin bir yavru kuşla baş başa kalmıştı!

Kafasında dönüp duran kararsızlıkla birlikte elini kuşa doğru uzattı. O anda kuş ötmeyi kesti. Acı çığlıklar birdenbire durmuştu. Sadece onun ne yapacağını merakla bekliyor gibiydi. Çirkin yüzü bir saniyeliğine sevimli göründü. Yaşlı insanlar gibi sarkık göz kapaklarını oynatıyor ama gözlerini açmıyordu. İşaret parmağıyla kuşun başını okşadı. Bunu yaptığında kuş gülümsüyormuş gibi hoşnutlukla başını biraz daha yukarı kaldırdı. Ardından birkaç saniyeliğine öttü. Bu kez az önceki gibi acı ve rahatsız edici bir sesi yoktu. Aksine dünya üzerinde şimdiye dek duyduğu en güzel melodilerle cıvıldıyordu. O anda kuşun tüm çirkin görüntüsü yok olup gitmişti. Sevimli, korunmasız ve yardıma muhtaç bir kuş vardı avcunun altında.

Kafasını biraz daha okşadıktan sonra diğer eliyle kuşu küllerle kaplı yuvadan alarak avcunun içine sakladı. Kuş, bulunduğu yerde mutlu olmuş gibiydi. Hiçbir tüyü çıkmamış olmasına rağmen yumuşacıktı. Tüm sıcaklığıyla ellerini ısıtıyordu. İçini anlamlandıramadığı bir huzur kapladı. Karşılık beklemeden ona tüm sevgisini açmış bir varlık vardı avuçlarında. Onu burada tek başına bırakamazdı. Kararı kesindi, onu yanında götürecekti. Kuş tüyünü getirmesini isteyen kişiye ne cevap vereceğini bilmiyordu. Kuşun tüyünü bulamamış, üstüne henüz tüyleri bile çıkmamış küçücük bir yavruyu yanına almıştı. Yine de anlayışlı davranacağını ümit ediyordu, diğer yandansa alacağı tepkiden ödü kopuyordu. Eline iyice yerleşmiş olan kuşu incitmemeye özen göstererek montunun cebine dikkatlice yerleştirdi.

Dağdan aşağı indiğinde hava kararmaya başlamıştı. Okula doğru ilerlerken kafasında bin bir türlü soru dönüp duruyordu. Bu kuşla ne yapacaktı? Tüy bulamadığını, onun yerine canlı bir kuş yavrusunu yanına aldığını nasıl söyleyecekti? Endişeli bir şekilde ne yapacağını düşünürken kalbi küt küt atıyordu. Okulun arka bahçesine vardığında masayı aynı yerinde buldu. Ancak bu kez başında oturan kimse yoktu. Kimsenin olmaması içini biraz rahatlattı. Cebinde hareketsizce bekleyen kuş yavrusunun ölüp ölmediğini kontrol etti. Kuş canlıydı, sessiz bir şekilde bulduğu yumuşak ve sıcak ortamın keyfini çıkarıyor gibiydi.

O, kuşu incelerken gelen sesle irkildi: “Sonunda gelebildin. Bu kadar uzun süreceğini düşünmezdim.” Karşısına baktığında pelerinli, kukuletalı kişiyle bir kez daha karşılaştı. Bir şey söyleyemeden utançla başını öne eğdi. “Gel, otur şuraya. Bakalım istediğim şeyi getirmiş misin?” diyen sesin isteklerine uydu. Önünde duran sandalyeyi çekerek oturdu ve beklemeye başladı.

“Evet, tüyü alabildin mi?”

Gelen bu soru karşısında iyice ezilip büzüldü. Ne diyeceğini bilemedi. Ondan istenen görevi yerine getirememişti. Bir an için cebindeki yavru kuştan hiç bahsetmemeyi düşündü. Bu görevi beceremediğini, zaten bu sorunun da halledilecek kadar büyük bir sorun olmadığını söylemeyi düşündü. Ama içinde bir ses dürüst davranması gerektiğini haykırıyordu.

“Ben…” Derin bir nefes aldı. “Yapamadım.” Ardından ellerini birbirine kenetleyerek kucağına koydu ve başını öne eğdi. Karşısındakinin ona iğrenerek, nefretle baktığını hissedebiliyordu.

“Ne biçim birisin sen? Kolay bir şeyi bile yerine getiremiyorsun! Nasıl cesaret kazanacaksın bu şekilde? Hoş, cesaret kazanmaya ihtiyacın var mı acaba?”

Tüm bu sorulara verecek bir karşılık bulamıyordu. Zaten hayatı boyunca buna benzer suçlamaları hep sükûnetle karşılamış, hepsini kabul etmişti. Neden şimdi bunlara itiraz etsindi ki? Yine de şu anda ayağa kalkıp bağırıp çağırmak istiyordu. Aslında sessiz kalmaktan, hayatını bu şekilde sürdürmekten hoşnuttu, sadece etrafındakilerin de bunu bu şekilde kabul etmesini istiyordu. Ama bu beklentisi devam ettikçe daha da mutsuz oluyordu. Her şeyi olduğu gibi kabullenmesi gerekiyordu, diğerlerinin de onu olduğu gibi kabullenebilmesi şartıyla.

Kendi iç hesaplaşmasını yaparken cebindeki kuş cılız sesle cıvıldamaya başladı.

“O da ne?” diye sordu metalik sesin sahibi.

Bu anı yaşamayı hiç istemiyordu. Ancak bu durumda yapacak bir şey yoktu çünkü kuşun sesi her ne kadar cılız olsa da fark edilmeyecek kadar güçsüz değildi.

“Yok bir şey.” dedi duyulması güç bir sesle. Ancak bu bir şeye yaramadı. Çünkü cebindeki kuş bir yandan cıvıldarken diğer yandan hareket etmeye başlamıştı.

“Cebinde bir şey var. Onu bana göstermeni istiyorum.” Emredici ses bir anda daha sakin, daha huzur verici bir tonda isteklerini iletiyordu sanki. Ona karşı gelmeyi istese de yapamıyordu.

Elleri titreye titreye cebindeki yavru kuşu çıkarıp masanın üstüne bıraktı. Kuş kırmızı örtünün üzerine konduktan sonra o ilk seferdeki gibi acı acı ötmeye başladı. Sanki ona huzur veren güzel melodileri çıkaran kuş bu değildi.

Karşısındaki oldukça öfkeli gibiydi. “Ne yaptın sen!” diye bağırdı. “Bu kuş da neyin nesi?”

Nasıl bir açıklama yapacağını bilmiyordu. Ama karşısındakini daha fazla öfkelendirmemek için sesinin titremesine aldırış etmeden konuşmaya başladı: “Oraya gittiğimde dediğin kuşu bulamadım. Sadece küllerle dolu bir yuvada bu yavru kuş vardı. Ben de onu alıp getirdim.”

“Neden böyle yaptın? Bu kuşu yuvasından çıkaramazsın! Bilmiyor musun bunu! Bana tüyü getirmeliydin, kuşu değil!”

Üzerine gelen bu öfkenin içinde boğuluyordu. Elini kuşa doğru uzatıp onu bu ortamdan uzaklaştırmak istedi. Ancak hareket ederse daha büyük bir öfkenin altında ezileceğinin farkındaydı. Herhangi bir harekete kalkışmadan olacakları bekledi.

“Neyse. Artık olan olmuş. Yapmışsın bir salaklık, şimdi durumu nasıl kurtaracağımıza bakalım. Mademki kuşu alıp getirmişsin, yapacak tek bir şey var. Bu kuşu alıp besleyeceksin. Büyümeye başladıktan sonra kuşu öldürecek ve kalbini bana getireceksin. Ancak bu şekilde sorununa bir yanıt bulabilirsin.”

Kanı dondu. Yuvasından kopardığı bu savunmasız yavru kuş sadece bir süre daha yaşayacak, ardından ölecekti. Üstelik ölümü onun ellerinden olacaktı. Kendi istekleri uğruna masum bir canlının yaşamını feda edemezdi.

“Bunu yapmak zorundasın. Yoksa sonsuza dek bu şekilde zorluk yaşarsın.” Düşüncelerine gelen karşılığı kim olduğunu bilmediği birinden duymak onu daha da kötü hissettirdi. Ne yapacağı konusunda onun isteklerine boyun eğmek zor olsa da bunu yapacaktı. Ona karşı koyamazdı. ‘Tamam’ anlamında başını sallayarak kuşu masadan aldı.

Kuşu avucuna alır almaz o neşeli, huzur verici tatlı melodi her yanı doldurdu. Öylesine mutlu etmişti ki onu bu ses…

“Götür şunu!” diye haykırdı metalik sesin sahibi. “Buna dayanamıyorum! Al git! Bana kalbini getirmeden de sakın geri dönme!”

Şaşırmıştı. Bu kadar güzel bir ses nasıl rahatsız edici, dayanması zor bir şey olabilirdi? Yoksa sadece ona karşı mı böyle güzel melodilerle cıvıldıyordu? Bu düşünce içini ısıttı. Bir an için dünyanın en özel insanı olduğunu hissetti. Gözlerini kapatıp bu anın tadını çıkarmak istese bile buradan uzaklaşması gerekiyordu.

“Git artık! Al şunu başımdan!” Ses daha da yükselmeye başlamıştı.

Kuşu nazikçe cebine yerleştirdiğinde kuşun cıvıltıları sona erdi. Sakin bir şekilde dinlenmeye geçmişti. Kuşun sakinleştiğini görünce karşısındakinin rahatsızlığı da sona ermişti, kendini sakinleştirmek istercesine yavaş hareketlerle masanın üzerindeki iskambil kartlarını karıştırmaya başlamıştı. Onun bu halini görünce ayağa kalkmak için davrandı.

“Dur!” sesiyle olduğu yerde kalakaldı. “Sakın dediklerimi unutma. Bu kuşu büyütmeli ve büyüdüğünde öldürüp kalbini bana getirmelisin. Seni burada bekliyor olacağım.”

Hiç ses etmeden arkasını döndü ve okuldan uzaklaştı. Cebindeki kuşun ileride yaşanacakları bilse nasıl davranacağını merak etti. Ya da o kuşun yerinde olsa kendisinin nasıl davranacağını…

Eve geldiğinde yaptığı ilk iş kuşu derin bir plastik leğenin içine koymak oldu. En kısa zamanda kuş için bir kafes alması gerekiyordu. Leğenin içinde paytak adımlarla etrafını tanımaya çalışıyor, neşeli melodilerini etrafa yayıyordu. Onun şakıması içini huzurla dolduruyordu. Bu küçük, hayat dolu kuşun hayatına nasıl son verecekti?

Gerçekten de çirkin, küçük bir kuş muydu onu cesaretlendirecek olan? Hem ne için cesareti olması gerekiyordu? Cesaret değil, kabul ettirecek bir şeyler gerekiyordu. Üstelik bu iş için bir canlıyı öldürmek zorunda olması onu daha fazla düşündürüyordu. Hiç kimsenin zarar görmesine gerek yoktu. Bir tür kara büyünün içinde olduğunu daha iyi idrak edebiliyordu.

Leğene baktı. Kuş bir köşeye sinmiş, uyumaya hazırlanıyordu. Öylesine tuhaf bir görünümü vardı ki masallarda okuduğu o ihtişamlı Zümrüdüanka kuşunun akrabası olduğuna inanmak imkansızdı.

Ertesi gün büyük bir kafes almıştı. Kafese giren kuş halinden memnun gibiydi. Ona olan minnettarlığını göstermek istercesine bir saate yakın durmadan öttü. Kuştan gelen melodiler sayesinde daha iyimser hissetmeye başlamıştı. Ayrıca o gün sessiz kalıp diğerleriyle konuşmadığı için aldığı tepkilere de önceki kadar üzülmediğini fark etmişti. İlginç bir şekilde bu kuş ona iyi gelmişti.

Günler geçiyor, haftalar birbirini kovalıyor, aylar bitiyordu. Bu arada kuş büyüyordu. Büyüdükçe tüyleri çıkmaya başlamıştı. Bu tüyler öylesine ilginçti ki! Başlangıçta lacivert bir rengi olan tüyler uzamaya başladıkça renk değiştiriyordu. Tüylerin çıktığı noktalar başta lacivertti. Uzadıkça bu koyu renk açılıyordu. Başlarda maviye, oradan turkuaza, ardından turuncuya, uçlarda da turuncudan kırmızıya dönüşüyordu. Bu renk cümbüşü içinde kuşun kafası da kayboluyordu. Boynunu uzatıp etrafa bakındığı zamanlar onu dikkatle inceleme fırsatı yakalayabiliyordu. Oldukça sinirli duran bir yüz ifadesi vardı sanki. Ancak gagasının garip şekli yüzünden bir yandan da hınzır bir gülümseyişi varmış gibiydi. Bazen onun insandan kuşa dönüştürülmüş bir varlık olduğuna inanası geliyordu. Kuş büyüdükçe sesi daha da güzelleşmişti. Küçükken etrafa yaydığı o cıvıltılar birdenbire büyülü melodilere bürünmüştü, onu fareli köyün kavalcısı gibi peşinden sürüklüyordu. Bu melodileri duyduğunda bir kenara ilişiyor, hipnoz olmuş gibi dinlemeye başlıyordu. Hiç sona ermesin istiyordu. Bu melodinin onu güzel yerlere götüreceğine dair büyük bir inancı vardı.

Kuş, bu yeni yaşamına alışmış görünüyordu. Kuşun eve gelmesiyle birlikte onun yaşamında da değişiklikler olmuştu. Artık etrafındaki kişilerin ona söylediği acımasız sözleri ya da düşünceleri eskisi kadar kafasına takmıyordu. Çünkü eve döndüğünde onu bu şekilde kabul eden ve sevgisine karşılık veren biri vardı. Bu durumdan çok hoşnuttu. Kafasını kurcalayan büyük sorunu sürekli iteliyordu. Bu kuşu öldürmesi ve kalbini gizemli kişiye götürmesi gereken zaman yaklaşıyordu. Bazen onu hiç öldürmeyip sürekli yanında tutmayı düşünüyordu. Bazen de ona zarar vermeden nasıl öldürebileceğini planlamaya çalışıyordu. İçinde bu kuşa dair büyük bir minnet duygusu vardı. O yüzden ona zarar vermek istemiyordu.

Kimi zaman okulun önünden geçerken arka bahçede birilerinin bekleyip beklemediğini merak ediyor, içinde kısaca orayı kolaçan etme isteği duyuyordu. Ancak yine o ürpertici ortamla karşılaşma ihtimali onu geriyordu. Bu nedenle bir süre ilanların asılı olduğu duvarın önünde kararsız bir halde dikiliyor, ardından yola devam ediyordu. Gün geçtikçe kuşu öldürmesi gerektiği gerçeğini daha fazla düşünmeye başlamış, sürekli bunu düşünmekten bitkin düşmüştü. İşe gidip geliyor, eve geldiğinde de kafesin önünde dakikalarca bekliyordu. Kuşu alıp boynunu sıkmak, onu nefessiz bırakmak nasıl olurdu, merak ediyordu. Sonra bu acımasızlığı yapacak gücü olmadığını fark ediyor, bunu düşündüğü için kendinden utanıyordu. Kuş da onun bu düşüncesini anlamış gibi onu rahatlatmak için en güzel melodilerini etrafa yayıyordu. Bu melodileri dinledikçe daha iyi hissediyordu, diğer yandan da vicdan azabı duyuyordu. Geceleri yatağına uzandığında başka cinayet planları yapıyordu. Evet, bu kuşu öldürmek onun için cinayetti! Hiçbir suçu olmayan masum bir canlıyı, ona sevgi gösteren bir canlıyı öldürmek zorunda olması haksızlıktı. Kuşu öldürmezse başına geleceklerden korkuyordu. Bu korkudan kurtulması için isteneni yerine getirmeliydi.

Aradan beş ay geçmiş, kuş iyice büyümüştü. Artık gerçekten bir karar vermesi gerekiyordu. Her gün insanların sessiz biri olmasıyla ilgili yaptıkları acımasız yorumları dinliyor ama bunları umursamıyordu. Akşamları eve geldiğinde bu olağanüstü kuşun melodileriyle dertlerine derman buluyordu. Müzikle terapi yöntemi gerçekten işe yarayan bir şeyse, bu kuşun bu tedavi yöntemi için kesinlikle kullanılması gerekiyordu.

Bir pazar günü uyandığında kuşun eski neşesinin olmadığını gördü. Kafesinde sessiz bir halde, başı önde bekliyordu. Sanki ona kötü bir haber verecek gibiydi. İçini karmakarışık duygular kapladı. Ne yapacağını bilemez halde olduğu yerde durdu. Mutfağa gidip bir bardak su aldı. Oturma odasına geçerken insanların ona karşı davranışları için üzülmenin hiçbir işe yaramadığını aklından geçiriyordu. Onu bu haliyle kabul edebilecek bir sürü insan bulabilirdi. Sadece doğru insanlarla karşılaşmamıştı henüz. Bu kuş bir şekilde bunları fark etmesini sağlamıştı. Çünkü aynı dili konuşmuyor olsalar da bir şekilde bir bağ oluşmuştu aralarında. Üstelik birbirlerinden bir beklentileri olmamıştı. Bunu düşününce bir anlığına duraksadı. Onun bu kuştan bir beklentisi vardı. Sorununa çözüm olacaktı. Olmuştu da. Hem de ölüyken, kalbi avuçlarındayken değil, neşeli melodilerle evin her köşesini hayatla doldururken… Bu kuşla ilgili son karara varmıştı: Onu öldürmeyecekti. Ona can yoldaşı olan bu arkadaşın son nefesine kadar yanında kalmasını istiyordu. Bu şekilde ikisi de mutlu günler geçirebilirdi. İçini büyük bir huzur kapladı. Aylardır kafasında tartıp biçtiği, bir türlü sonuca varamayan sorununa çözüm bulmuştu.

İçeriye gelip de kafesi gördüğünde şok oldu. O güzelim kuş, kanatlarını iki yana açmış, yanıyordu! Hiçbir hareket etmiyor, sessizce, huzur içinde bekliyordu. Kanatlarının ucunda parlayan alevler hızla tüm kanatlarını sardı, ardından gövdesini kapladı. Başı da alevler içinde kaldığında tüm alevler maviden kırmızıya bir renk paletine dönmüştü. Sürekli renk değiştirerek kıpırdaşan alevler kafesin dışına taşsa da etrafındaki hiçbir eşyaya zarar vermiyordu. Yanıyor olmasına rağmen kuştan neşeli melodiler gelmeye devam ediyordu. Bu melodi her zamankinden daha farklıydı. Şimdiye kadarkilerin en güzeli, en hipnotize edicisi buydu. Sanki dinleyenlerin hepsini efsunlamak istiyordu.

Elindeki su bardağına baktı. Bir de karşısında birdenbire alevler içinde kalıveren kuşa. Kulağına gelen melodinin tesiri altında mantıklı düşünemiyordu. Bir yanı bu melodiyi -belki de ağıtı- sonuna kadar dinlemek istiyor, bir yanı elindeki bardakta duran tüm suyu kuşa fırlatıp bu acısına son vermek istiyordu. Karşısındaki alevler güçlü bir şekilde yanmaya devam ediyordu. Melodi git gide yükseliyordu. Kafesin etrafında rengârenk dumanlar uçuşuyor, aralarından gri küller dağılıyordu. Kül parçaları yere değer değmez hiçbir iz bırakmadan ortadan kayboluyordu. Kuş ölüyordu…

Alevlerin iyice arttığını görünce müdahale etmenin zamanının geldiğini anlamıştı. Ama ayakları hareket etmesine izin vermiyordu. Kuşun melodisi onu yere yapıştırmıştı. Elindeki bardak yere düşünce içindeki su tüm halıya yayıldı. Kuşu bu yangından kurtarabilecek tek umudu da yok olmuştu işte. Hiçbir şey yapamadan seyretmeye koyuldu. Alevler saniyeler içinde azaldı, renkli dumanlar etrafa yayıldı, küller kafesin tabanında birikmeye başladı. Kuşun melodisi git gide azaldı, en sonunda cılız bir ötüşe dönüştü ve yok oldu. Tüm ateş sönmüştü, etrafta hiç duman kalmamıştı. O zaman yapışıp kaldığı yerden hızla kafese doğru atıldı.

En yakın dostunu kaybetmenin verdiği acıyla ne yapacağını şaşırmıştı. Gerçekten de ölmüş müydü? Ya da bir illüzyonla birlikte onu aldatmış, evde başka bir noktaya mı saklanmıştı? Bu garip kuş ona her türlü şaklabanlığı yapmış olabilirdi. Kafesin tabanı dört parmak yüksekliğinde külle kaplıydı. Oldukça zor bir ihtimal olsa bile, belki de bu küllerin arasına saklanmış olabilirdi. Bir umut, külleri eşelemeye başladı. Hiçbir şey bulamadı. Bir gazete ilanıyla başlayan, gizemli bir kişinin direktifleriyle devam eden, bambaşka bir diyarın büyülü varlığıyla şifa bulunan bu ilginç maceranın sonunda büyük bir hiçle karşılaşmıştı…