Efendim, sizi ağırlamak bizim için çok büyük bir şereftir. Zahmet filan demeyin, buralara yolu düşen pek olmaz. Hiç olmaz! Neopolis’e giderken uğrayan tacirler vardı eskiden, onlar da kalmadı. Hellas’ın unutulmuş bu köşesindeki köyümüze kim gelse gelsin, geldiği gibi dünyalar bizim olur. Değil misafirperverlik, ne de ticaret kafası; bu kadar yalnız başımıza olunca, biraz heyecan arıyor insan doğrusu.
Gel, soframıza otur. Zeytinler taze, şarabımız yaşlı! Eşim seramik ustasıdır, senin bilceğin çömlek. Bu zarif bardaklar hep kendisinin eseri. Seramiği çok iyi boyar da, odamızı süsleyen bütün bu vazolar da onun ellerinden sarf olmuştur. Bana gelince, ben sadece yaşlı bir adamım; gençliğimde geometri hocasıydım. Sen ne yaparsın, ne edersin? Ya, demek epik şairisin? Bre, buralara hikâye toplamak için mi geldin yoksa? O zaman sana müjdem var, bizde hikâye çooook! Ama dinleyecek kimse yok. Şükür ki, bir araya gelmişiz.
Gelmek gitmek… Sen geleli o vazodan gözünü ayıramadın demi? Öykü peşindeysen, epiğe yakışacak bir efsane peşindeysen, elbette o vazonun anlattığı bir hikâyesi vardır. O öykü, bizim köyün bir öyküsüdür. İki çocuğun öyküsüdür bu, İskender ve Nikola. Ya da “o” ve “diğeri”.
Vazonun ön tarafında ikisi oynarken görünüyor. İki çocuk da bizim köyümüzde doğdu, büyüdü; biz de onları böyle hatırlamayı seviyoruz. İkisi yakalambaç oynar, ikisi yüzerek yarışır, hatta ikisi güreşirdi! Nasıl gece gökyüzünde Polluks ve Kastor hiç ayrılmıyorsa, İskender ve Nikola da öyle yapışıktılar. İskender daha içine kapanık, Nikola ise ikisinin daha oynağıydı. İkizler’e sadece gökyüzünde rahat varken, İskender ve Nikola dünyaya hakim olmuştu! Onlar zehir gibiydiler, zehir!
Şimdi vazoyu hafif yana çevirelim. Burada da iki çocuk görüyorsun, evet. Gemiye biniyorlar, Atina’ya açılan bir gemiye. Çocuklar delikanlı olunca okusunlar, adam olsunlar diye onları Atina’ya yolladık. Bu vazo köyümüzün neşesini taşıdığı gibi, aynı zamanda, köyümüz acısını da taşır. Dünyanın bu ücra köşesinde, okumayı yazmayı bilen yoktur. Ne yapsın ki buranın halkı? Derdi tasası yok, malı mülkü yok. Buranın insanı ama gene yaşıyor, baharda ilk çıkan kardelenler gibi unutulmaya meydan okuyor. Öykülerimizi anlatacak yazarlar, şairler, ozanlar olmasa da; evlerdeki çanak çömlek var, biz de öykülerimizi ondan böyle seramiğe nakşederiz.
Gene biraz çevirelim şunu. Çocuklardan aylarca haber yoktu, bizden oralarda işi olan yoktu çünkü. Seneler sonra gidip dönen başka talebelerden ne duymuşsak artık. İskender Akademi’ye, Nikola Lise’ye girmiş. Böylece, şehir ayrılmaz ikiliyi bölmüş. Şehir, be şehir, insanı hayvan edermiş doğrusu. Hırsızlık, cinayet, vahşet! Bizden gidenler şehir hayatına zor ayak uydursa da, İskender’le Nikola hiç ama hiç alışamamış.
İskender bari olduğu yerden memnunmuş. Akademi tam ona göreydi, az ama öz konuşmayı sevenler için. Gündüz gece derin meseleler üzerine düşünürlermiş. Akademi’nin dışına çıkmazmış asla. Şu yanında gördüğün delikanlıya para uzatıyor ya? Alışverişini kendi yapmaz, agoraya giden arkadaşlarından ısmarlarmış.
Nikola’ya gelince, onun için tam tersiymiş; Lise’nin dışında her yer cennet! Lise efradını hor görüyormuş, tabiatı anlamak isteyen ama bahçelerini doğa zannedenler. He ama, tam bir Liseli gibi peripatetikmiş. Derler ki bazı günler Atina’nın bir tarafından öbürüne yürürmüş, sadece ender bir çiçek bulmak için.
Hafif daha çevirelim. Gün gelmiş ki, İskender’i bir zamanlar koruyan Akademi duvarları üstüne yıkılmış. Şehirde oylamalarla alakalı tatsız bir husumetin ardından, demogoğun teki halkı toplayıp Akademi’ye yürümüş. Linç etmişler talebeleri, hocaları; kimi bulmuşlarsa taşlamışlar. İskender o gün oradan sağ çıkamamış. Yerine, yüzü darmadağınık, elleri mahvolmuş bir yaratık çıkıvermiş Akademi’nin harabeleri arasından. Değil insan, adeta Labirent’in içindeki minotoru. Şimdi dışarıda. Yazık, çocukcağız kendini mağaranın dışında sanarken, kendi bir mağarada öldü. Artık Atina sokaklarında, zayıfları koruyan bir bekçi, bir minotor var. Kimi “adı İskender’miş”, der.
Nikola’nın da akıbeti, bir trajediymiş. Derler ki, dünyalar güzeli bir kıza gönlünü kaptırıvermiş. Ne yazık ki, Hades’in Persefon’u kaçırması gibi, Tanatos da bu kızı çağırmış. Şurada yatak başında görüyorsun. Liselilerle zaten arası iyi olmayan Nikola, tıbbi bilgilerinin yanlış olduğunu ve kızı iyileştirmeyecekleri gibi daha hızlı götüreceklerini tahmin etmiş. Bunun üzerine şehri terk edip kız için kendi tedavisine gerekli malzemeleri toplamaya çıkmış. Ne tuhaftır, aynı gün 5-6 farklı şehirde görenler olmuş. Filippides gibi mi koşuyormuş artık, gemiden gemiye mi atlıyormuş… Askerlerden at filan kaçırdığından şüphelenen olmuş. Kıza yetişip yetişmediğini bilen yok, ama, o günlerden sonra gören yok Nikola’yı Atina’da. Fakat, hastalara şifa vermek için şehirden şehire koşturan bir kentordan söz ederler. Kimi “adı Nikola’ymış” der.
Vazonun arkasındaki bu Minotor ve Kentor, köyümüzün bu iki çocuğunu temsil eder. Kendileri aramızdan ayrılmış olsalar da, ruhları bizledir; gittikleri yerlere de, gene onlar, ruhumuzu taşır. Sen de artık köyümüzün havasını ve sözlerini taşırsın, emi? Yetti! Bu kadar konuştuğum yeter! Şimdi yemekten, hoşsohbetten konuşalım!
- Boz Bulanık Bandosu: Sulara Sellere Şarkı - 1 Eylül 2024
- Akran Ekranları - 1 Nisan 2022
- Minotor ve Kentor - 1 Şubat 2022
- Yemekte Ne Var - 1 Ocak 2022
Merhaba;
Monolog olarak yazılmış ve Ege ağzı eğilimi olan ki bu tarz şirinlik vermiş güzel bir öykü, Elinize sağlık.