KIYMET GAZETESİ
16 Ekim 1968
Hüsamettin Bey (Kovucu) ile İlginç Münazaram
S. Erdal Eskici
Sayın okurlarım, biliyorsunuz her gün karşınıza çıkıyor birtakım fikirler belirtiyor, sizlere hem ülkeden hem de dünyadan haberler vermeye çalışıyorum. Bugün genel tarzımın biraz dışına çıkacağım. Geçmişten haber vermenin tam da sırası, hem de elde ilginç bir hikâye varken.
Geçenlerde Beyoğlu’nda bir pasajda arkadaşlarımla vakit geçirirken muhterem büyüğüm Kemal ağabey, zamanının Tokat mebusu Hüsamettin Bey ile karşılaşmasını anlattı. Kuzguncuk’ta komşu olmuşlar. Gel zaman git zaman iki ahbap gibi vakit geçirir hale gelmişler, “Tam bir derya,” demişti Kemal ağabey. Sonra aklında kalanları içtiğimiz rakıya güzel bir meze olarak bize sundu. Gerçekten derya diye düşündüm bu Hüsamettin Bey. Normalde sessiz sakin, sekiz senelik mebus hayatında çok sık görülmemiş, işiyle gücüyle uğraşmış bir adamcağız. Genç yaşlarda Dünya Harbi’nde savaşmış, Milli Mücadele’de görevler üstlenmiş, cumhuriyetin kuruluşunda yer almış. Daha neler neler. “Fakat,” dedi Kemal ağabey. O sırada yüzü bana dönmüştü, “Sivas Kongresi sonrası yaşadığı bir olay var ki şu ana kadar çok sık paylaşmazmış, Erdal tam senlik hikâye bunu hiç meze etmeyeyim sofraya, bir gün gel sen konuş, belki izin verir köşende yayınlarsın,” dedi. İlk başta biraz gönülsüz olsam da ısrarlara dayanamadım ertesi gün Kemal ağabeyle birlikte Hüsamettin Bey’in kapısını çaldık. Kapı tokmağının hemen altında koca harflerle Emekli Mebus Hüsamettin Kovucu yazısı hâlâ o güzel günlerin gururunu taşıdığının bir imzası gibiydi. Oturduk, tanıştık. Şeker gibi bir adam. Gitmeden önce Atatürk ile çekilmiş fotoğraflarına dahi ulaşmıştım, hakkında yazılanlara da baktım, çok sevilen bir mebusmuş. Fakat ön planda olmamış. Verilen her işi de layığıyla yapmış. Misafiri sık olurmuş, o yüzden dolabında her zaman bir büyük rakısı, mevsimine göre meyvesi ve hiç eksik etmediği tam yağlı beyaz peyniri saklı tutarmış. Altı sene evvel muhterem eşi hayatını kaybetmiş, çocuklar da dünyanın çeşitli yerlerinde tabii. Arada sırada bayram seyran uğrarlarmış ama “Hayat işte herkes kendi düzeninde,” diye ufak bir sitemde bulundu konu geçtiğinde. Bunun yarattığı efkar havasını dağıtmak için dolaptaki gizli hazine sofraya geldi, bardaklar doldu, sakilik görevini de ben yaptım haliyle. Anason kokusu odanın her yanını sardığında hayatın hikâyeleri de her tarafı doldurdu.
Erzurum’da doğmuş Hüsamettin Bey. Daha sonra tahsil için İstanbul’a yolu düşmüş, orada okuyup memur olmuş. Batıdan gelen fikirlere her zaman açık olduğu için İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin artan faaliyetleri ilgisini çekmiş ve cemiyetin içinde kendine bir yer edinmiş. Dünya Harbi’nde Çanakkale’de savaşmış orada yaralanıp İstanbul’da uzun süre hasta yatmış. “Aslında küçük bir yaraydı, ama orada tabibe göstermediğim için iltihap kapmış, baya yatırdı beni meret,” demişti hastalığından bahsederken. Sorular soruyor hayatının içine daha çok giriyordum. Atatürk’e olan hayranlığından, onun ilk ortaya çıkışıyla birlikte yaşadığı heyecanlardan bahsetti. Cumhuriyetin kuruluş macerasından, arada sırada mebusluk dönemine geçiş yaparak bazı anekdotları anlattı. Hepsi ilginç şeyler ama aklım Kemal ağabeyin dinle dediği hikâyede tabii. Bu yüzden sohbeti bir şekilde kongreler dönemine getirdim, lafın nereye varacağını anladı gülümsedi ama naifliğinden dolayı anlamamış gibi yapıyordu.
“Sayın mebusum,” dedim. “Kemal ağabey biraz çıtlattı, senin bir hikâyen varmış Sivas Kongresi’nden sonra. Onu da anlatır mısın?” diye sormuş bulundum. Kabul etti. Ama gazetedeki köşemde yayınlayacağımı söylediğimde biraz burun kıvırdı. Yüzünü ekşitti. “Çok bilinmesini istemem,” dedi. Biraz ısrar biraz da rakının etkisiyle zor da olsa kabul ettirmeyi başardım. “İlgini çekmezse yayınlamazsın,” dedi. Daha sonra eline sazı aldı ve anlatmaya başladı. “Yanlış bir kehanet derim hep, bir batıl inanç. Bu inanç bizi az daha canımızdan edecekti.”
Bu kendi halindeki emekli mebusun öyküsünü kelimesi kelimesine kaydederek siz sayın okurlarıma sunmayı borç bilirim.
* * *
Hiç unutamayacağım anılar biriktirdim. İstanbul’dayken Mustafa Kemal Paşa’nın yayınladığı genelgeyi duyduğumda zaten yerimden hoplamış soluğu doğruca Sivas’ta almıştım. Hayatımın en güzel yedi günüydü diyebilirim. Paşa’nın kürsüye çıkışı, önce üstünü başını düzeltişi sonra mavi gözleriyle etrafı süzüp elindeki kağıdı okumaya başlaması… Salonun heyecanını anlatmakta zorlanıyorum. Her ne kadar Ali Galip denen o melun bir şeylere kalkışsa da halkın iradesi buna izin vermedi, şükür ufak bir gerginlik geleceğe umutla bakmak için ödenecek olan küçük bir bedel gibi gözüktü gözüme.
En nihayetinde kongre tamamlandı Heyet-i Temsiliye oluşturuldu bizlere de ufak görevler verildi. Ben zamanında Tokat’ta memuriyette bulunmuştum oraları bildiğim için oraya yollandım. Şimdilik Mebus seçimi olmadığını söylediler, şayet İstanbul’u ikna ederlerse o da olacakmış. Ama halkın durumunu gözlemem, onlarla iç içe yaşamam, yarın bir gün mebus seçilecek olursam halkın beni tanımasının önemli olacağı söylendi. Tabii birçok yere giden birçok arkadaş oldu, hepsinde aynı şey düşünülmüştü. Ömrü cumhuriyetin ilanını görmeye yetmeyecek Şükrü Bey de benimle beraber Tokat’a gelecekti. Alelacele bir at arabası kiraladık, çıktık yola. Diğer arkadaşlara göre şanslıydık yakın bir yere gidiyorduk. Onun tebessümü ruhumuza yansımış olacak keyifli bir yolculuk oldu. İşimizi de aksattığımızı düşünme. Yolda yapacaklarımızı konuştuk hatta bölgedeki sorumluluklarımızı ikiye böldük. Şükrü Bey’in çevresi kuvvetliydi o yüzden telgrafa yakın bir yeri tercih etti. Tokat’ın merkezini o alacaktı. Çevredeki köylerin kontrolü de bende olacaktı. Hem ayrılıkçı hareketleri doğrudan Şükrü Bey’e rapor edecektim, hem de köylülerin ihtiyaçlarını rapor ederek ivedilikle karşılamaya çalışacaktım. Bunu yapmamızın amacı ortalıkta dolaşan bir iddiaydı aslında. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul işe el atmazsa bir düzenli ordu kurabilirmiş, karşı çıkanı çok, bir kesinlik yok ama bir iddia işte. O yüzden Şükrü Bey, “Her şey önemli yarın bir gün ordu kurmak zorunda kalırsak insanların bu orduya canla başla, fedakarca hizmet etmesi önemli. Bunun için de önce bizim fedakarlık yapmamız gerek. İstanbul bunu anlamıyor,” demişti.
Yolculuğun sonunda Tokat’a giriş yaptık, beni Fıstıkçılar adıyla anılan mütevazı bir köyün girişinde bıraktılar. Köyün yaşlılarının geleceğimden haberi varmış. Fıstıkçıların hemen ilerisinde Ahlat onun da kuzey doğusunda Mera köyü vardı. Bu üç köy Tokat’ın merkezine doğru bir hilal şeklindeydi. Bu üç köy de çeteci faaliyetlerinden çok çekmiş ama Pontus Rum Cemiyeti’ne bağlı çeteciler herhalde Trabzon ile daha haşır neşir olmak için bir anda ortadan yok olmuşlar. Arada sırada ortaya çıkan Ermeni çeteciler var onlar da saklanarak gitmeyi tercih eder çatışmaya pek girmezmiş. Köyün yaşlısı daha ilk konuşmamızda ihtiyaçlarını belirttikten hemen sonra dökülüverdi. “Rahatız elhamdülillah,” demişti. “Bizi artık pek rahatsız etmiyorlar ama Mera’da oluyor.”
Bu bilgi günlerimin geri kalanını geçireceğim yerin neresi olduğunu bana göstermişti. Sakarat dağının hemen eteklerindeki bu köye gitmek için hızlıca hazırlandım. Sağ olsunlar köylüler hemen bir katırı biraz da azığı hazır ettiler, yolları iyi bilen bir çocukcağızı da yanıma verdiler hızlıca gittik. Biraz Ahlat köyünde soluklandık, oranın yaşlıları da haberimizi almış. Onlar da aslında ihtiyaçlarını belirtir belirtmez Fıstıkçılar köyünün yaşlısına benzer şeylerden bahsettiler. Mera’daki çeteci faaliyetlerini sordum, yaşlı biraz sessiz kaldı.
“Çeteci melunlar yoktur da,” dedi gerisini getiremedi. Biraz ısrar ettim ama Nuh diyen peygamber demeyen inatçı bir adam.
Biz de vakit kaybetmemek için yola çıktık, ufukta köy gözüktüğünde yanımdaki çocuk biraz titremeye başladı. Ne oldu diye soramadan eteğindeki taşları döktü.
“Ağa bundan sonrasına gelemem hava kararmadan gitmem gerek, sen artık yürürsün,” dedi. İtiraza bile gerek kalmadan bindiğim katırın yularını tutarak çekmeye başladı. Ben de tartışmaya girmek istemedim, buna ayıracak vakit yoktu. O yüzden hafif kızarak indim ve yürümeye başladım.
Hava kararmadan Mera köyüne gelmiştim. Güzel bir köydü hemen dağın eteklerine çarşaf gibi serilmiş, serin, sessiz bir yer. Beni ta uzaktan gören biri olmuş olacak ki bütün ahali yollara dökülmüş, yüzlerinde tebessüm ve merakla beni bekliyorlardı. Bu köyün yaşlısı da Hikmet adında bembeyaz bir adamcağızdı. Kolları o kadar inceydi ki daha önce bu kadar zayıf birini gördüğümü hatırlamıyorum.
“Hoş geldin ağa,” dedi.
“Ağa değilim amca. Mustafa Kemal Paşa’yı bilir misin?”
“Duyduk ya duyduk.”
“He işte onun yolladığı görevliyim ben. Öyle ağalık falan yok.”
“Hoş gelmişsin,” dedi hemen kendi evinin önündeki divana buyur etti. Yorgunluğumu o sert divan hemen bastırıvermiş üzerime bir ağırlık çökmüştü. Az sonra köyün kadınları evinde ne bulduysa önüme serdi, yedik içtik açlık duygumuzu da orada bastırıverdik. Uyuma isteğim yemekle birlikte kaçıp gitmişti. Hikmet amcayla döşekte oturuyorduk sanki tiyatro izler gibi tüm ahali de önümüzde büyük avluya çökmüş bizi dinliyordu. Arada gözüm ahaliye daldığında acıyla fark ettim. Sadece yaşlılar ve kadınlar var. Araya dereye sıkışan birkaç çocuk ve birkaç kişi hariç genç bir insan göremedim. Nedenini bildiğim için de soramadım tabii, Dünya Harbi bu köyden de güzel gençlerimizi alıp götürmüş.
Diğer köylerde yaptığım gibi buranın da ihtiyaçlarını belirledim, Hikmet amcaya geliş nedenimi anlattım. Üç köy için çıkarttığım ihtiyaç listesi buradan merkeze Şükrü Bey’e gidecek. Artık ne lazımsa buraya gelecek. Bütün gereklilikler konuşulduktan sonra diğer köylerden duyduğum şeyleri Hikmet amcaya açmaya karar verdiğimde ağzımdan çıkan her sözcük hem yaşlı adamı hem de ahaliyi oldukça germişti. Ama Hikmet amca saklama gereğinde bulunmadı.
“Bizim köyümüz çok eski köydür ağam. Geleneklerimize bağlı yaşar gideriz. Burada bir aile vardı, artık yoklar, göç eyleyip gittiler. Ailenin yaşlısı Salih amca, benim çocukluğumda bile çok yaşlıydı. Köyde bir hastalık çıktı mı ona gidilirdi, okur üfler, kırığı çıkığı düzeltirdi. Bir de gaipten haber verir derlerdi. Kehanet söyler dururmuş hep. Dedikleri de bir bir çıkarmış. Ölmeden önce demiş, ben de iyi hatırlarım diğer yaşlılar da. Gavur topraklarımıza asker getirdiğinde Yecüc Mecüc dağlardan çıkacak her yere yayılacak, yayılırken de ecinnileri kullanacak. Sonra kıyamet kopacak. Fıstıkçılar da Ahlat da Salih amcayı pek sevmezlerdi, ona inanmazlardı. Para kazanmak için yalan söylüyor derlerdi ama son zamanlarda öyle şeyler yaşadık ki onlar da inanır oldular, gururlarından söylememişlerdir. Her neyse bu ecnebi çeteciler ellerinde silahlarla dağlarda belirdiğinde köylerimiz hep saldırıya uğradı durdu. Biz de elden geldiğince direnmeye çalıştık ama nafile. Sonra ne olduysa oldu bir anda çeteciler durdu. Biz de sevindik sevinmesine ama gerçeği de anladık.”
Merakla dinlerken Hikmet amcanın sözünü kesmişim farkında bile değilim. “Nedir gerçek?”
“Salih amcanın kehaneti tuttu. Önce sesler duymaya başladık. Sonra bir görünüp bir kaybolan varlıklar. En son kendilerini göstermeye başladılar, kapkara şekilde şu üstümüzdeki ulu dağda dolaşıyorlar bağırıyorlar, kâh horoz gibi ötüyorlar kâh da keçi gibi meliyorlar. Evlerimizi taşlıyorlar oraya çıkmaya çalışanı bayıltıp yolluyorlar. Biz de anladık ki Salih amca doğruyu söylüyor, hemen diğer köylere haber verdik inanan olmadı. Buraya yaşlılar geldi kendi gözleriyle gördüler kaçıp gittiler. Onlar da bilirler kurtuluş yok, Yecüc Mecüc bu dağdan çıkacak.”
Batıl inançlarla arası iyi olmayan biriydim ama yine de adamın anlattıkları beni etkilemişti. Yedi düvelle uğraşırken bir de ecinniler mi çıkacaktı başımıza? (Güldü) Şöyle bir kafamı çevirip dağa baktım. Bütün sessizliğiyle öylece duruyor, rüzgâr ıslık çalarak çarptığı kayaların üstündeki tozu havaya kaldırıyordu.
“Allah’ın izniyle o da çözülür Hikmet amca,” dedim. Uyumaya karar vermiştim, sağ olsun evinde bana güzel bir yer hazırlatmış. Herkesten müsaade istedim, köylerin ihtiyaç listesini verdiğim gence de tembih ettim. Yarın sabah yola çıkmadan yanıma uğrayacak benden onay alıp öyle gidecekti. Bu büyük mücadelede bir asker gibi tavır takınmayı ilke edinmiştim.
Yatağıma yattım. Dalmam uzun sürmedi. Hemencik uyumuşum. Ne kadar süre geçti bilmiyorum ama sanki rüyadaymış gibi birkaç ses duymuştum. Pat, pat, pat. Sonra bir el beni dürtükledi irkilerek uyandım. Hikmet amca. Üzerinde beyaz içliğiyle alelacele uyanmış gözleri fal taşı gibi açılmıştı.
“Uyan beyim. Kendi gözlerinle gör.”
Uyku sersemliğini üzerimden attığımda doğruca yataktan kalktım. Gelen sesler meğerse eve çarpan taş sesleriymiş. Doğruca kapıdan çıktık. Hikmet amca, onla birlikte uyanan köylülerle birlikte hep bir ağızdan ilahi söylermiş gibi Felak, Nas surelerini okuyordu. Gördüğüm karşısındaki dehşeti anlatabilmem mümkün değil. Karşımızdaki ulu dağdan. Bize yakın bir mesafede kara kara figürler gördüm. Arada sırada görünüyorlar, köyü bir taş yağmuruna tutuyorlar sonra kayboluyorlardı. Kaybolduklarında ise horoz sesleri, keçi sesleri geliyordu dağdan. İlk baktığımdaki sessizliği bir curcuna hali almıştı. Dizlerimin kilitlendiğini hissettim, köylüler hep bir ağızdan Felak, Nas okumaya devam ederken o durumun çaresizliğinden sadece o kara figürlere bakakaldım. Aklımı yitirdiğimi düşünmüştüm, belki bir rüyadır diyordum. Hatta kendime çimdik bile attım. Nafile. Uyanıktım. Bir süre devam eden bu gürültü güneşin ufuk çizgisinde kendini göstermesiyle son bulmuştu. Kara figürler kayaların arasında kaybolmuştu. Herkes nefes nefese, kaybolan kara figürler bir daha çıkacak mı diye bekliyor, yaşlıların yorgunluktan dizi titriyor, kadınlar ve çocuklar hüngür hüngür ağlıyorlardı.
“Geceye kadar geri gelmezler,” dedi Hikmet amca. Benim kadar korkmuş durmuyordu, alışmıştı artık. “Daha da uyunmaz gel bir iki parça yemek yiyelim.”
Sofraya oturduğumda ağzımdan tek lokma geçmemişti. Rüya gibi gece. Okunan Felaklar Naslar, ortalığı taşlayan gaipten gelmiş kara figürler, horoz sesleri keçi sesleri… Hikmet amcanın benimle ne konuştuğunu bile anlamıyordum. Sadece kafamda kehanet vardı. Salih amca dediklerinde haklı mıydı? Bir kehanet. Bunca mücadeleler, hırslar, istekler, ihanetler bir kehanetle birlikte yok mu olacaktı? Her şey boşuna mıydı? Madem Yecüc Mecüc gelecek, zaten geldiklerinde bizi yok edeceklerdi ne gerek vardı ki? Ama içimdeki bir ses daha mantıklı düşünmemi istiyordu. Gördüklerim karşısında bile mantıklı olabilecek bir yön aramaya çalışmıştım içimde. En sonunda bir karara vardım. Köyden seçtiğim ve Şükrü Bey’in yanına gidecek gencin eline bir pusula tutuşturdum.
“Şükrü Beyciğim, Mera köyünde çetecilik faaliyeti tespit olunmuştur. On iki kişilik eli silah tutan bir birliği buraya yollamanızı önemle arz ederim. Saygılarımla.” Bunu sakın açma diye de tembih ettim çocuğa. Güneşin tam doğmasıyla birlikte çocuk çıktı gitti. Öğleden sonra merkezde olur Şükrü Bey’e ihtiyaç listelerini ve pusulayı ulaştırırdı. Şükrü Bey de ertesi güne erzaklar olmasa dahi birliği köye ulaştırırdı. Geceye kadar o masada durdum kaldım, sürekli düşünüyor ve yaptığımın ne kadar delice bir şey olduğunu hayal ediyordum. Ecinniye kurşun sıkmak. (Güldü.) Sürekli savaş gören bir millet her şeyi silahla halledebileceğini düşünüyor işte. Delice bir karar. Salih amcanın kehanetine karşı mavzerler. Mavzerler kehaneti yenebilir mi görecektik. O gece de bir önceki gecenin aynısı yaşanmıştı ama tek bir farkla. Hem daha az korkuyor hem de Felak, Nas okumalarını ben de katılıyordum. Yine dehşet vericiydi ama daha cesurdum.
Yine sabah olduğunda merakla gözüm doğuda kalmış Şükrü Bey’in yollayacağı birliği beklemeye koyulmuştum. Sonunda bir kalabalık gözüktü, güneş onlara ve bellerine bağladığı silahlara çarpıyordu. On iki tane katır, on iki silahlı adam. Sonra köye girdiler, Hikmet amca önce korkmuştu çeteciler sanmıştı ama gelenlerin bizden olduğunu görünce rahatladı. Katırlara bağlı erzaktan Mera’nın payı alındı ve diğer katırlar akşam gelmek üzere diğer köylere yollandı. Gelen sivil birliği köylülerle konuşturmak istemiyordum o yüzden Hikmet amcadan ahırını kullanmak için izin istedim, şüpheyle gözlerime bakarak kabul etti. Bir anda oldu bittiye getirerek bu on iki kişilik Kuva-yı Milliye ekibini o ahıra aldım ve başlarında bulunan Fatih Çavuş adındaki adamla biraz sohbet etmeye koyuldum. Kendisinin ve yanındakilerin eskiden eşkıya olduğunu duyunca derin bir nefes aldım. Dağları bilirlerdi. Daha önce hiç ecinni kovalamamışlardı ama bilirlerdi işte, bir his doğmuştu içime. Bu da benim kehanetim diyelim. Hayatta da ilginç bir anımdır, ondan otuz sene önce eşkıya gören biri korkarken şimdi gördü diye derin bir nefes alıyordu. Garip zamanlar. Neyse.
Fatih Çavuş’a ecinnilerden hiç bahsetmedim, onları köyde de tutmayacak onlarla birlikte Hikmet amcanın evindeki çifteyi alıp ben de dağa gidecektim. Fatih Çavuş’a burada beklemelerini söyleyerek doğruca Hikmet amcanın evine gittim. Çiftesini verdi ama o da benim içimdeki diğer kişilik gibi düşünüyordu.
“Ecinnilere kurşun mu sıkacaksınız, yapma ağam, yapma beyim, sizi yer bitirirler.”
Ama dinlemedim hızlıca evden çıkıp köylülerle muhatap olmayarak ahıra doğru gittim. Fatih Çavuş ekibiyle birlikte hazırlıklarını yapıyorlardı. Onlara Sakarat dağını ve gece kara figürlerin belirdiği kayalık alanı gösterdim.
“Çeteciler iki gecedir buradan çıkıyor. Silah değil taş atıyor namussuzlar.”
“Huyları değildir amma yine de temkinli olalım,” dedi eski kulağı kesik Fatih Çavuş.
Uzunca bir yürüyüş olacaktı. Üç dört saat kadar. Onlar alışıktı ama ben değildim. O yüzden o yolları teperken dizlerimi parçalaya parçalaya o kayaların hemen dibine gelmiştik.
“Burası mı,” diye sordu Fatih Çavuş.
“Hemen şu kayalığın arkası.”
“Bu tarz dik kaya şeritlerinin arkasında bazen mağaralar olur,” dedi Fatih Çavuş ve birlikte oraya vardık. Burada insan bulunduğuna dair bir iz yoktu, ama ekibin içerisinde yer alan gençten bir çocuk boyu kadar olan bir kayayı gösterdi.
“Kumandanım. Bu kaya yerinden oynatılmış, bir yere bağlı değil,” dedi. Ya Bismillah diyerek kayayı yerinden oynatmaya çalıştık. Dört kişi verdiğimiz güçle kaya kolayca yerinden oynadı ve Fatih çavuşun haklılığını ortaya çıkardı. Gerçekten de koca bir mağara girişiyle karşılaşmışlardı. Şansımıza güneş de tam mağaranın içine vuruyordu, Allah’tan içeri ateş yakıp girmedik. Çünkü o mağaranın içine baktığımda öyle bir şey karşılaştım ki. Koca bir yığınak. Nereden baksan beş yüze yakın silah, on binlerce mermiyi içinde bulunduracak sandıklar, karanlıkta kalan kısımlarda da daha o an ne olduğunu çözemediğim onlarca sandık vardı. Daha sonradan anlaşılacaktı ki o sandıklarda makineli tüfekten, havan topuna kadar ta mağaranın içlerine giden, ufak bir orduyu donatacak teçhizat vardı. Mağara o kadar uzuyordu ki Fatih Çavuş dağın arkasında bir girişi daha olduğunu düşünmüştü. Haklı da çıkacaktı.
“Yığınak yapmış namussuzlar,” dedi Fatih Çavuş. “Köylüler nasıl farkına varmadı?” diye de şüpheyle sormuştu. Ben de ona ecinni meselesini orada anlatmaya karar verdim. Bazen acımasız olabilirlerdi. Masum köylülerin düşmanla işbirliği yaptığını düşünmesini istemezdim, hem artık korkacaklar bir şey de yoktu. Güldü. “Namussuzlar,” dedi. Mağara girişinin arkasında bir kaya şeridi daha vardı. Orayı gösterdi.
“Gece burada pusu kuracağız,” diye emir verdi herkese. Sanki emir onun üstü sayılan beni de kapsıyordu, bir şey diyemedim. Kayayı eski haline getirdik, bekledik de bekledik. Sonunda bunların çıkış saati geldiğinde kaya yerinden oynadı o kara figürler teker teker mağaradan dışarıya çıkmaya başladı. Sahiden dağın başka tarafında bu mağaraya bağlanan bir giriş daha vardı. Uzaktan kara, anlamsız gibi gözüken figürler aslında kara çarşafa bürünmüş insanlardan başka bir şey değildi. Yine de o an ürperdiğimi hatırlıyorum. Biri elinden bir taş alıp köye doğru fırlattı. Birkaçı da horoz sesi çıkarıyordu. Fatih Çavuş eliyle işaret verdi ve herkes silahını doğrulttu.
“Yerinizden kıpırdamayın mıhlarım Allah’ıma,” diye bağırdı. Biri kaçmaya yeltenmişti ama Fatih Çavuş hızla silahını çevirerek tam kafasına denk gelecek yerden vurmuştu kaçmaya çalışanı. Diğerleri bundan sonra kıpırdamaya bile yeltenemedi. Yanlarına indiğimizde üzerlerindeki kara çarşafları çıkarttık ve kanlı canlı adamları gördük. İçim rahatlamıştı. Değişik bir andı. Köyden duyulan Felak, Nas sureleri kulaklarımızın içine doluyor, her çarşafın içinden hüzünlü bir adam çıkıyordu.
Uzunca bir süre sorgulandıklarını duydum. Pontus Rum Cemiyeti’nin adamlarıymış, ortadan kaybolmamışlar ama fikri nereden aldılarsa böyle bir şey denemeye çalışmışlar. Amaçları bu dağ ile haşır neşir olan Mera köylülerini korkutmakmış, onları vurabilirlermiş ama vurulurlarsa foyaları ortaya çıkarmış. Bir yığınak yapacaklar ve Mustafa Kemal Paşa zor duruma düştüğü bir an arkadan bir harekata girişip kendi devletlerini kuracaklarmış. Silahları nereden aldıklarını söylemediler, ama İngiliz yapımı Fransız yapımı tüfekler vardı, malum İtilaf devletleri. İşin sonucunda bütün tüfekler Kuva-yı Milliye birliklerine yollandı.
Mera köyü de rahat bir nefes almıştı almasına ama yine de inanmak istemiyorlardı. Onlara göre Salih amcanın kehaneti doğruydu, Yecüc Mecüc bir gün oradan çıkacaktı, ama ecinniler ifşa olunca insan kılığına girerek bizi kandırmışlardı. Çok tartışmaya girmedik. En nihayetinde kurtulmaları bizim için önemliydi. Orada bulunduğum süre zarfında da köylülerin adetlerini hiç bozmamaya karar verdim.
Bendeki en büyük değişim ise daha çok şükretmeye başlamam. Düşünsene, yanlış bir kehanet bizi canımızdan edebilirdi. Mücadeleyi zora sokabilir ya da bitirebilirdi. İyi ki Salih amcanın değil de kendi kehanetimi izlemişim.
* * *
İşte Hüsamettin Bey’in meşhur hikâyesi böyle. Büyük mücadelemizde kim bilir daha kaç tane gizemli olay vardır. Tabii sonradan anlattığına göre Atatürk’ün de bu olaydan haberi olmuş. “Helal olsun Hüsamettin Bey, ecinnileri kovmuşsunuz, bize büyük bir hizmette bulundunuz,” demiş. Yakalattığı yığınak için madalya vermeyi teklif etmiş ama Hüsamettin Bey cephede burun buruna savaşanlar daha çok hak eder diye kabul etmemiş. O günlerden ona kalan tek miras ise soyadı olmuş. Soyadı Kanunu çıktığında kendisi Atatürk’ün tavsiyesiyle Kovucu soyadını almış. Mera köyünün kahramanı sayın Hüsamettin Kovucu’nun hikâyesi de işte böyle sayın okuyucularım. Bir dahaki hafta görüşmek üzere.
- Evliya Çelebi Mahlukâtnâmesi - 18 Eylül 2023
- Günah - 1 Aralık 2022
- Nusret Amca’nın Öldüğü Gün - 1 Kasım 2022
- Yanlış Kehanet - 1 Eylül 2022
- Kayıp Ok Efsanesi - 1 Nisan 2022
Çok güzel, akıcı bir dille yazılmış; merak duygusunu başından sonuna kadar yaşatmayı başaran bir öykü olmuş. Kurtuluş Savaşı döneminin kahramanlık hikayesi veya yokluk yılları ezberlerine takılmadan bir gizem öyküsünde fon olarak kullanılması da iyi bir tercih olmuş. Yeni hikayelerinizi bekliyoruz. Elinize sağlık.