Annemin hayatı boyunca benden nefret ettiğini söyleyebilirim ve onun bu gereksiz nefretinin hayatım boyunca bana zarar verdiğini düşünüyorum ama öldükten sonra beni sevmeye başlaması… Sanırım sonumu getiren bu oldu.
Onunla kendimi bildim bileli anlaşamamıştım. Beni nedense doğurduğuna, bana hayat verdiğine inanamıyordum bir türlü. Dokuz ay boyunca beni karnında nasıl taşıyabildiğini hala kafamda uygun bir yere oturtamıyorum. Beni emzirmesi ise onun için en zoru olmuştur eminim. Özetleyecek olursam annem beni doğurmamıştı, ben sadece bacaklarının arasından düşmüştüm.
Babamın ise bu büyük savaşta anlamsız ve basit bir rolü vardı. Öğleden sonra beşte başlayan düşük bütçeli televizyon dizilerindeki beceriksiz bir yardımcı oyuncuydu benim gözümde. Çocukluktan ergenliğe geçtiğim dönemlerde annemin bana olan öfkesini artık iyiden iyiye hissederken dayanabileceğim tek duvar babamdı, o da basit bir kerpiç duvardı ve kendisine bile faydası yoktu. Bu yüzden sırtımı en kısa sürede bu duvara dayamaktan vazgeçtim.
Bu öfkenin nedeni için aklıma gelen en basit cevap istenmeyen bir gebelik olmam olabilirim, yoksa bir kadın ufak, sevimli ve kendisine ait olan bir şeyden neden ve nasıl nefret edebilir ki. Başıma gelen bütün bu olaylardan sonra bile daha uygun bir cevabım yok.
Fiziksel hiçbir zarar görmedim, elle tutulup gözle görülebilecek hiçbir istismara uğramadım. Ama o yaşlarda annenizin bakışları, mimikleri, gece üzerinizi örtmek için yanınıza geldiğinde yorganı üzerinize bırakma hızı bile sizin için çok şey ifade eder değil mi? İşte benim hesap makinemde bunlar bir araya geldiğinde formülün sağ tarafında hep nefret olduğunu görüyordum.
Gariptir ki ben ondan hiç nefret edemedim. Bir iki kez oturup konuşmayı bile düşündüm. Sanırım üniversitenin ilk yıllarıydı. Sadece sormak istiyordum. “Neden anne, ne yaptım ki?” soruma cevap veremeyeceğini bilmeme rağmen şansımı deneyecektim, belki yıllar sonra beni ilk kez karşısına oturtur, belki ilk kez elini elimin üstüne koyar ve cevap verirdi. Hayat adil midir, emin olun hayır. Ne ben cesaret edip sordum, ne de o kendi kendine bu sorunun cevabını vermeye niyetlendi. Ben, babam ve annem aynı evin içinde üç yabancı gibi yaşarken geçen yıl 47 yaşında öldü annem. Sıkıcı, sıradan bir günün sabahında ben odamda uyumaya devam ederken babam salondaki kanepede uyandı(13 yıldır birlikte yatmıyorlardı). Önce tuvalete gidip üç dört dakika işemeye çalıştı, prostatıyla boğuşması bitip yatak odasına gittiğinde annemi yerde yüzü koyun yatarken buldu. Odama gelip beni uyandırırken söylediği cümle ailemizin en uygun özetiydi: “Oğlum kalk, annen ölmüş galiba.”
Basit bir cenaze töreni oldu, genleriyle miras aldığı bozuk bir kalp ve tıkalı olan iki damar işini bitirmişti. Üvey bir kardeşi geldi cenazeye, sanırım bir defa görmüştüm daha önce. Annemi mahalleden tanıyan bir iki kadın, ben ve babam. Bir de o esnada mezarlıkta olan işi gücü olmayan adamlar. Onu evin yakınındaki bir mezarlığa gömmemiz, şimdi düşünüyorum da, büyük bir hataydı. Eğer farklı bir şehirdeki bir mezarlığa gömmüş olsaydık beni bu kadar rahat ziyaret edebilir miydi? Cevabı bilmiyorum.
Bakırköy’deki mezarlığı bilir misiniz, hani İncirli Caddesi’nde yol üstündedir. Dibinizde binlerce ölü sakin sakin yatarken siz hayatınızın koşturmacasında kaybolup gidersiniz. İşte bizim evimize giden yol da İncirli Caddesi gibidir, annemi gömdüğümüz bu mezarlığın bitişiğinde devam eder. Annemin ölü bedenini bu caddede yürürken, ilk kez altı ay önce gördüm. Ölümünü ve onu, neredeyse unutmuştum. Okuldan çıkmıştım, hava oldukça sıcaktı. Elimde makroekonomi dersinin notları vardı, koltuk altlarımın terlediğini hatırlıyorum. Sağ ayağımdaki ayakkabı nasırımı acıtıyordu, bu ağrı nasıl geçer diye düşünürken sol tarafımdan geçen bir kadının parfüm kokusunu duyduğumu hatırlıyorum. Eve yürüyordum ve mezarlığın duvarı sağ tarafımda kalmıştı. Saat tam on iki buçuktu, kafamı kaldırıp güneşe bakmaya çalıştım. Gözlerimi indirirken parmaklıkların ardında selvi ağaçlarının arasında annemi gördüm. Kendi mezarının başındaydı ve çıplaktı. Saçlarının bir kısmı dökülmüş, geri kalan kısmında toprak parçaları vardı. Sağ eli mezar taşını kavrıyordu. Tırnaklarının altında toprağın biriktiğini fark ettim. Etleri bozulmuş ve üzerinden sarkıyordu. Dudakları yoktu, dişlerini görebiliyordum. Ben onu izleyip yürümeye çalışırken gözleriyle beni takip ediyordu. Yolun köşesine geldiğimde mezarlık ve o gözden kaybolurken, olmayan dudaklarıyla bana sevgiyle gülümsemeye çalıştığına bugün bile yemin edebilirim.
Babama haber verdim mi? Tabi ki hayır. “Annem bizi özlemiş, çok selamı var, mezarında da bir türlü rahat duramıyormuş.” mu diyecektim? Eve gelip hayatıma devam ettim sadece. Yarın için hazırlamam gereken ödevlerle uğraştım, babamla beraber sessiz bir akşam yemeği yedik, beraber 2 saat kadar televizyon izledik ve sonunda o yattı. Ben pencereden bakmamak için kendimi zorlarken buldum, balkondan mezarlığı görmek mümkündü çünkü. Gecenin ilerleyen saatlerinde dayanamayıp balkon kapısını açtım ve balkona çıktım, mezarlıkta hafif rüzgarla sallanan selvi ağaçlarının sesi balkondan rahatlıkla duyuluyordu. Annemse kendi mezarının hemen yanında durmuş bana ya da balkonumuza bakıyordu. Sonraki günlerde bana artan ilgisini düşündükçe o esnada da sanırım bana bakmaktaydı. İlk aklıma gelen üşüyüp üşümediği oldu. Sonra da buz gibi bir korku ensemden kasıklarıma kadar ilerledi. Balkondan nasıl ayrılabildiğimi bilmiyorum ve gece nasıl uykuya dalabildim. Sanırım insanoğlunun hayaletlere hızlı alışmak gibi bir huyu var.
Sonraki günlerde annem ara sıra mezarlıkta görünmeye devam etti. Onu sadece ben görebiliyordum. Bazı geceler mezar duvarının dibine kadar yaklaşıp daha görünür hale geliyor ya da mezarlıkta daha ilerilere gidip gecenin karanlığında görülmez oluyordu. Ta ki bir gün bu gereksiz resmiyetten sıkılıp evini ziyaret etmeye karar verene kadar.
O gece evimizin sevgili reisi babam her zamanki gibi erken uyumayı tercih etmişti. Ben de odamda bilgisayarın başında vakit öldürmekle ve uykumun gelmesini beklemekle meşguldüm. Tuvalete gitmek için sandalyemden kalktım, odamdan çıkıp koridorda ilerlerken babamın açık unuttuğu salon ışığının koridoru aydınlattığı yerde annemin ayakta durduğunu ve bana baktığını gördüm, onu mezarlıkta gördüğüm halinden biraz daha çürümüş haldeydi. Ayakta rüya gördüğümü düşündüm(bu şekilde akıl sağlığınızı korumak daha kolay olur her zaman), aldırmadan tuvalete girip kapıyı kapattım. Sanırım bir saat kadar tuvaletin yanında dizlerimi karnıma çekmiş bir halde oturdum. Ölü annesi dışarıda onu beklerken cenin pozisyonunda tuvalette oturmak, ne kadar garip değil mi. Dışarı çıkmam için kapının önünde yarım saat kadar daha kendimle mücadele etmem gerekti. Koridora çıktığımda annem gitmişti, evin her köşesine baktım, babam horlayarak uyumaya devam ediyordu. Annem evin içinde değildi, ondan geriye sadece hafifçe havada dolanan çürüme kokusu kalmıştı.
Eğer akıl sağlığınızı korumayı kafaya koyduysanız annenizin evinizin yanındaki mezardan sizi izlemesi ve sonra evine geri dönmesi bile aklınızı yitirmenizi sağlayamaz. İdare ettim, unutmaya çalıştım, rüya olabileceğini düşündüm. Kısmen işe yaradı, o son ziyaretinden sonra mezarına bir süreliğine geri dönmeye karar verdi. Hiç ortalıkta gözükmedi. Ama evi tekrar ziyaret ettiği gece ben zaten evden ayrılmaya karar verdim, kapıyı kullanmadım, tercihim balkondan atlamak oldu.
Annem o kadar kötü kokmasaydı sanırım o gece uykumdan uyanmaz ve şu anda bunları size yazıyor olmazdım, belki beni yine uyandırmayı başarır ve akıl sağlığımı bir şekilde yine bozardı. Ama o koku… Sanki hala burun deliklerimde ve oradan ayrılmamaya kararlı.
Duyduğum koku tatlı ve çürüktü. Annemin mezarının üstüne beton döktüğümü gördüğüm bir rüyadan uyandım, kendime gelmem bir dakika kadar sürdü. Kokunun kaynağının ne olduğunu düşünmedim bile, annemin tekrar evin içinde olduğunu anlamıştım. Yine koridordaydı, bu sefer odamın aralanmış kapısından, sağlam kalmış tek gözüyle içeriye bakıyordu, dişlerinden bir iki tanesi yerinden çıkmıştı ama olmayan dudaklarıyla hala bana gülümsüyordu. Gözlerimi kapattım, onları tekrar açtığımda orada olmamasını diledim. Gözlerimi tekrar açtığımda bir korku filmi klişesi gibi yatağımın ayak ucunda durmuş bana bakıyordu. Aklımdaki tek şey o evden çıkmam gerektiğiydi, ondan uzaklaşmam, beni görmemisini, onu tekrar görmemeyi, o tatlımsı kokuyu tekrar duymamayı sağlamaktı. Ben koşarak odadan çıkarken arkamdan bir şeyler geveledi. Dudakları olmadığı için “Opsledihmm” gibi bir kelime duydum. Sanırım beni özlediğini söyleme çalışıyordu. Evden ayrılmak için balkonu tercih ettim, dördüncü kattan kendimi boşluğa bıraktım.
Şimdi kliniğin okuma odasındayım, psikiyatristimin uygun gördüğü terimle “intihar girişimi” üzerinden iki ay kadar geçti. “Siz” kimsiniz bilmiyorum, ama bunları size ya da başka birine ya da bir şeye yazıp anlatmazsam Sait Faik’in dediği gibi gerçekten çıldıracağım. O günden bu yana annemin ziyaretleri durdu. Ne doktoruma ne de babama olanlardan bahsetmedim, bence öğrenmelerinin gereği yok. Aldığım ilaçlar sayesinde korkmadan rahat uyuyabiliyorum, sanırım bir ay daha bu klinikte kalacağım.
Endişelendiğim tek bir şey var… Dün pencereden o tatlı çürük kokuyu yine duydum.
Etkileyiciydi. Bir şey sormamda umarım sakınca yoktur. Bu olayı yaşayan kişi siz misiniz?