Öykü

Karakoncolos

Anadolu’nun uçsuz bucaksız kıraç bozkırında, bir su başına kurulu, kerpiçten evlerden müteşekkil, dağların eteklerinde sıradan bir köyde, köyün çocukları tarlaların ortasında ellerinde tahta kılıçlarla, solgun kış güneşinin altında deli gibi koşturmaktalardı. Civardaki tımar sahibi sipahilerin cebelilerini teşkil eden ağabeylerini yahut devlete asi gelip dağda gezinen büyüklerini taklit edip tahtadan kılıç ve kalkanlarıyla, birbirlerine karşı amansız bir cenge girmişlerdi. Karların içinde bata çıka ilerleyip birbirlerine hücum eden çocukların sesleri araziyi baştan başa doldurmuştu.

Birbirleriyle cenk etmekten yorulmadılarsa da, kar suyundan sırılsıklam olan çarıkları ve çorapları yüzünden azar işitmemek için bir duvar yıkıntısının dibinde ateş yakarak çarıklarını ısıtmaya koyulmuşlardı. Birbirlerini nasıl yendiklerinden, bir daha ki sefere nasıl yeneceklerden, gece uluşur kurtlardan, çocuk kaçırır puhulardan, dağlarda eyleşir eşkıyalardan konuştuktan sonra sohbet sırası köyün öbür ucunda bulunan kara suretli ahıra gelmişti. Evlere uzak olduğundan kimsenin hayvan bağlamadığı, bağlasalar da o pis kokulu acayip görünüşlü ahıra hiçbir hayvanın girmediği tuhaf bir yapı olarak hem yöre insanının hem çocukların hakkında tuhaf söylentiler anlattığı bir yerdi. Gece olunca köpeklerin bina çevresinde ulumaları, içinden gelen pis koku ve gündüz vakti bile içeriye kimsenin içeri girmek bir yana yanından geçmeye bile cesaret edemeyeceği bir yerdi.

Ahali arasında orası hakkında neler anlatılmazdı ki? Ahırın sahipli olduğunu söyleyenler, gecenin köründe civarında gezinen siyah gölgeleri belli belirsiz görenler, tuhaf sesler duyduklarını anlatanlar… Çocuklardan birisi en son ninesinde duyduğu tırstırıcı rivayeti ötekilere anlattığında orasıyla ilgili korkutucu anlatılanlara yeni bir rivayet daha eklenmişti:

“Nenem sabah namazına kalktığı sıra kör şafakta karakoncolosu görmüş. Cadı Emine’yle ecinni kocasının peydahladığı karakoncolosu, kimsecikler görmezmiş yalnız temiz kalplilerle delilere görünürmüş o! Pis bir çul parçasına sarınmış da öyle geçmiş, koynunda da bebesini taşırmış ya! Ahırdan tarafa doğru sallana sallana yürüyormuş!”

Güneşin tepeden parlamasından ve çocuk cesaretlerinden aldıkları güçle çocuğun anlattığı korkunç rivayete karşılık birbiri ardınca “Yok artık”ları, “yalan söyleme”leri salvolamışlar, çocuk altta kalmamak için “İnanmıyorsanız gidip bakalım ahıra!” kozunu oynamıştı. Aydınlığın verdiği güven duygusuna rağmen hiç birisi o ahıra girmek istemezdi ancak altta kalmamak için ateşi söndürdükten sonra ahırın yolunu tutmuşlardı. Çatlaklarında böceklerin gezindiği duvarlarıyla, kuyu diplerine benzeyen kapısız girişiyle insanı ürperten, çatısında otlar bitmiş, pencerelerinin ardı kör karanlığa nazarı uğursuz ahırın önüne geldiklerinde ilkin duralamışlardı. Sonra köyde her çocuğun en az bir kere cesaretini kanıtlamak için yaptığı gibi birbirlerine yakın durarak içeriye girdiklerinde duvardan duvara ördükleri ağdan saltanatlarına kurulmuş koca koca örümceklere, ne olduğu belirsiz pisliklere ve eski püskü eşyalara bakınarak gün ışığının içeriyi aydınlattığı ölçüde çeşitli acayiplikleri görmeye çalıştılar. Tam dışarı çıkacaklarken bir inek iskeletinin dibinde, pis bir çul parçasının içinde tuhaf bir şeyin yatmakta olduğunu gördüler. Yakından baktıklarında bunun takribi bir senelik bir bebek cesedi olduğunu gördüler ancak pullu teni, suratındaki tel tel sakalları ve biçimsiz suratıyla, uzamış siyah tırnaklarıyla oldukça acayip görünmekteydi.

O anda o şeyin şeklinden ötürü her birisinin yüreğine bir korku düşmüştü ancak içlerinden birisinin kafasında bambaşka bir fikir peyda olmuştu. Bu acayip bebek ölüsünün akıbetini bilemiyordu ancak ileride bu acayip bebek cesedini saklamak istemişti. Tılsım diye birine satabilirdi yahut boynuna asıp eşkıyalık yoluna sapıp ahaliyi korkutabilirdi belki ancak o an için çocuklara has ilginç, bulunmaz bir nesneyi saklama isteği duyuyordu. Onu saklayıp sahibi olacaktı ve diğerleri görmek istedikçe ilkin nazlanacak sonra övüne gururlana seyrettirecekti.

İşte bu hislerle dolup taşan çocuk, bebek cesedini üzerinde yattığı çul parçasına sararak sahiplenmişti. Normalde bu denli tırsmasalar onunla kavga edip kendileri de o bulunmaz şeyin üzerinde hak iddia edebilirlerdi ancak bu uğursuz, tekinsiz görünüşlü bebeği saklamak bir yana el sürmeye bile cesaret edemezlerdi. Çocuk çul parçasına sardığı bebek cesedini kimseye görünmeden evlerine götürerek küçük kardeşi ve ninesiyle kaldığı odanın hurçların, yüklüklerin olduğu kısımda büyükçe bir sandığın arkasındaki boşluğa saklamıştı. Ardından hiçbir şey olmamış gibi evden çıkmıştı.

Gün akşama dönünce son kez tahta kılıçlarıyla kapışan çocuklar evlerine dönmüş, kasabanın yakınındaki tuzlada çalışan köylüler köylerine geri dönmüştü. Akşama doğru dayanılmaz bir soğuk çökmüş, insanlar yemeklerini yedikten sonra oldukları yere çöküp mayışınca fazla eyleşmeyerek yatmışlardı. Çocuğun ailesi de aynı mayışmayı müteakiben uyku bastırınca, çocuk acayip görünüşlü bebeğe son bir kez bakamadan rüzgarın uğultusunu dinleye dinleye uykuya dalmıştı.

Ne kadar zaman geçti bilinmez, çocuk rüyasında tuhaf bir kabus görmüştü. Acayip bir ses duyduğunu anımsayarak uyandığında, duvarda yanmakta olan kör kandilin ışığında korkuyla etrafa bakınmıştı. O bulduğu bebeğin sarıldığı çul parçasını yerde görünce bir anda aklına annesinin bebeği bulup attığını düşünmüştü. Bir yandan hatırlayamadığı ancak hala korktuğu kabusu düşünerek yer yatağından çıkıp etrafına bakındı ve gördüğü şey karşısında adeta dili tutuldu. Küçük kardeşinin kanlar içinde yatan cansız bedenini gördüğünde bunun bir rüya olması için dua etti. Küçük çocuğun gözleri sanki bir fare tarafından kemirilmiş, göğsü parçalanmıştı. Ninesini uyandırmak için döndüğünde onun da aynı vaziyette olduğunu görmüştü. Kendini rüyada zannettiği halde hıçkıra hıçkıra ağlıyordu ancak durumun dehşetinden dolayı korkusu da büyümüştü. Bir çeşit kabus gördüğünü düşünüyordu ki rüyasından hatırladığı o acayip sesi evlerinin içinde de duyunca korkudan tüyleri diken diken olup nefesi kesildi. Bebek ağlamasıyla keçi iniltisi arasında kulak tırmalayıcı bir sesti ki kapı gıcırtısını andırıyor, adeta kulaklarını tırmalıyordu. Tam sesin geldiği yere gidiyordu ki bu sefer içeriden bambaşka bir ses duyuldu. Kurt ulumasından daha ürpertici, ayı böğürtüsünden daha korkunç bir sesti, uzun bir inleyişti ki kulakları tırmalayacak denli yeri göğü inletiyor, dışarıdaki rüzgarın sesini bile bastırıyordu.

O kör karanlıkta annesiyle babasının odasından kanlar içinde çıkan o şeyleri gördüğünde aklı geri dönmemek üzere bedenini terk etmişti. Simsiyah tenli, kara kuru, saçları yerleri süpüren bir kadın, kucağında taşıdığı elinde tuttuğu kalbi kemirmekte olan acayip görünüşlü bebeği taşıyan, hakkında hikayeler anlatılan karakoncolostu. Bebesinin çalınmasının hesabını sormuş hem de yavrusuyla karnını doyurmuştu. Kana ve ciğer öyle doymuşlardı ki odanın ortasında dikilmekte olan çocuğu parçalamaya tenezzül dahi etmemişlerdi. Koca heyula, sallana sallana kapıdan dışarı çıkarken, karakoncolosun bebesiyle son kez gözgöze gelmişti çocuk. O biçimsiz, korkutucu siyah gözleri ve sureti mıh gibi aklına çakılmıştı.

Olduğu yerde gece boyu ağlayan çocuğu ertesi sabah sesleri duyan insanlar bulmuştu. Kendi anasının babasının yürekleri sökülmüş vaziyette bulunan, dilini yutmuş gibi konuşmayan konuştuğunda da “karakoncolosla bebesi yaptı” diye söylenen çocuğu köy kethüdasının vasıtasıyla şehirdeki bimarhaneye gönderilmişti. Çocukta tuhaf bir uykusuzluk hastalığı peyda olmuştu, gündüz uyuyor gece uyanık kalıyordu. Gece olunca gözlerini kapatır kapatmaz o acayip görünüşlü bebeğin korkunç sırıtmasını gördüğünü söylüyordu.

 SON

Mehmet Berk Yaltırık

Tarihçiyim ve yazarım. Tarihi korku hikâyeleri yazıyorum. Çeşitli internet sitesi ve fanzinlerde, çeşitli inceleme yazıları ve hikâyelerim yayınlandı. “Anadolu Korku Öyküleri-2”, “Gio Ödülleri 2013 Seçilmiş Öyküler”, “Güçoburlar” ve “Seyfettin Efendi ve Esrarengiz Hikâyeleri-1” çalışmalarında yer aldım. “Türk Kültüründe Hortlak-Cadı İnanışları“ adlı bir akademik makalem de mevcut.

Karakoncolos” için 2 Yorum Var

  1. Öncelikle bu öykün sayesinde, “Karakoncolos”u araştırdım ve Türk mitolojisiyle ilgili yeni bir şey öğrendim; bunun için teşekkür ederim. Anadolu’da yaşayan birinin, Yeti’yi bilip de Karakoncolos’u bilmemesi trajikomik. Kültür emperyalizmi mi oluyor bunun adı, bilmiyorum. Ama kişisel olarak, atalarımızın büyüklerimizin bu trajikomik durumda paylarının olduğunu düşünüyorum. Örnek vermek gerekirse, annem babam kendi büyüklerinden duydukları korku hikayelerini bize anlatmıyorlar. Israr etmeme rağmen, gerek yok, korkarsınız diyorlar. Zaten amaç korkmak değilmiş gibi. 🙂 En yakın zamanda ısrar konusunda atılım yapayım, bakarsın bu sefer kabul ederler.

    Öyküye gelirsek, yazım dilini, üslubunu beğendim. Oturaklı bir anlatım var. Uçlara kaçmadan, ne üstünkörü ne de fazla ayrıntılı. Rahat okunan ve kolayca anlaşılan. Bu güzel öykün için tekrar teşekkür ederim.

    1. Korkunun temeli ailede başlar. Benim zaten meylim vardı ama ailede anlatılanlar bir anlamda kanat çırpmama yardımcı oldu diyebilirim 🙂 Aile anlatsa neler dökülür neler. Ben sırf köylerden, mahallelerden öyle şeyler dinledim ki sabaha dek anlatmakla bitmez. Fırsatın varken ailenin yakasına yapış, anlatsınlar 🙂

      Yorumun için teşekkür ederim. Bu biraz da zamandan dolayı kısa olarak yazdığım bir öyküydü. Normalde bu ara (Gölge hariç) uzun hikayeler üzerinde çalışıyorum. Ders çalışır gibi hikaye çalışıyorum evde 🙂

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *