Öykü

Akis

“Beren!”

İskeledeki banklarda oturuyordu yirmi yaşındaki genç adam. Kulağında kulaklık, diğerinin üstüne attığı bacağında küçük bir defter ve elinde bir kalem vardı. The Smiths kulağına “Please, please, please” diye fısıldarken kendi hayal dünyasından yakalayabildiklerini deftere not ediyordu ve çevresindeki diğer şeyler ne umurundaydı ne de dikkatini çekiyordu. Sonra omzunun ani sarsılmasıyla kulaklıklarından birini çıkardı.

“Oğlum sesleniyorum duymuyorsun, ne yapıyorsun burada?”

“Hiç, eve gitmek için karşıya geçeceğim,” defterini aceleyle kapattı, “Sen ne yapıyorsun, ne haber?”

“İyidir. Okula neden gelmedin bugün?”

Elbette ona şiirleri için bir yayınevini ziyaret ettiğini söylemeyecekti. “Hiç, bu yakada biraz işim vardı.” Tesadüfen karşılaşanların klişe muhabbetini taklit ettiler bir süre. Beren sıkılmaya başlamıştı ki vücut dilini kullanmasına gerek kalmadan arkadaşı devreye girdi.

“İyi bakalım. İhmal etme okulu. Hadi ben kaçtım, özletme kendini”

El sallayarak karşılık verdi ve vapuru gelene kadar kulaklarını tıkamaya devam etti.

1

“Çocuğunuz bu hayali arkadaşı ne zamandır görüyor?”

Kahverengi saçlarının üstü yer yer kendi rengini belli edecek şekilde sarıya boyanmış kadın düşündü. Belki düşünürmüş gibi yaptı zira onun çocuğuyla pek ilgilendiğini sanmıyordum. Dış görünüşüne bakılırsa işten ona kalan tüm vakti bir kuaför veya güzellik salonunda geçirdiği aşikârdı. Kendisi ağzından kaçırmadığı sürece çocuğun bir problemi olamazdı elbette. Yedir içir, karnını doyur, kreşe gönder, para ver. Tüm bu kutsal görevler tamamdı. Ancak çocuk ağzından atmış, ilgiden mahrum evlatlarda sık görülen bir problemi olduğunu annesine sezdirmişti. Kadının şuan umurunda olan tek şey sorun teşkil eden bu durumu ortadan kaldırmaktı. Dip boyası dışında bir probleme tahammülü yoktu muhtemelen.

“Bilemiyorum Beren Hanım. Sanırım dört-beş haftadır var. Önce dikkat çekmeye çalışıyor sandım, ama ciddi ciddi birini gördüğünü söylüyor.” Küçük muayenehanemin köşesinde müzik kutumla oynayan çocuğuna baktı ve bir iç çekti.

“Anladım. Ebeveynleri çalışan beş yaşında bir çocuk için bu durum normal sayılabilir aslında. Endişelenecek çok bir şey yok. Ya dikkatinizi çekmeye çalışıyordur, ya da bu hayali kişiyi gerçekten görüyordur. Görüyorsa bile bu sadece çok hayalperest olduğundan olabilir, ciddi bir şey olduğunu sanmıyorum. Ortada olağanüstü bir durum yok. Elbette tedbiri elden bırakmayacağız. Her hafta gelecek, konuşacağız ve sizinle irtibat halinde olacağız.” Bakışlarını bana çevirdi ve kafasını salladı kadın. Lensinin perdelediği gözlerinde endişe mi vardı yoksa tahammülsüzlük mü, anlayamadım. “Yalnız bu süreçte size de pay düşüyor. Onunla ilgilendiğinizi gösterirseniz bu durum ortadan kendiliğinden kalkabilir. Belki birkaç gün izin, ailece bir yerlere gitmek ona iyi gelecektir. Bu arada da başka hayali durumlar var mı yok mu gözlemleyin. Çocuğunuzun gerçekle bağını koparmamasına dikkat edin.” Onayladı ve teşekkür etti sarı saçlarından bir tutamı kulağının arkasına atarken.

Göğüslerinin altında birleştirdiği kollarını çözdü ve gitmek için çocuğuna yöneldi.

2

Akşam eve geldiğimde beni boşaltılması gereken koliler bekliyordu. Muayenehaneme daha yakın olsun diye eski evimi bırakıp ondan daha küçük olan bu daireye taşınmıştım ama işten yorgun geldiğimden çok yavaş yerleştiriyordum eşyaları. Yeni ev, yeni bir hayat ve yeni bir çevre gibiydi. Başta çekingenlik yaratıyordu ve alışması zordu.

Daha küçük olmasına rağmen eşyalı olması beni cezp etmişti. Bir odasında yatak, komodin ve dolap, diğer odasında ise ikinci bir yatak, çalışma masası ve güzel bir kitaplık vardı. Oturma odasında bir kanepe, iki koltuk, televizyon, küçük bir vitrin, masa ve sandalyeler vardı.

Taşındıktan bir hafta sonra temizliği ve yerleştirmesiyle evin işi tamamen bitti. O gece vitrine özenle dizdiğim müzik kutusu koleksiyonumdan bir parça elimde, kanepeye oturup onu dinleyerek yorgunluktan uyuyakaldım. Ertesi gün rutin hayatıma tıpkı şehirdeki diğer karıncalar gibi döndüm ve evin yabancılığı benim için sona erdi. Bu yüzden birkaç gün sonra oturma odamda hiç tanımadığım bir erkek gördüğümde haneye tecavüz refleksiyle dudaklarımdan ufak bir çığlık kaçırdım.

3

“Kimsin sen, evimde ne işin var!” masayı yoklayıp bana en yakın nesne olan çatalı elime aldım. Çok tehdit edici sayılmazdı ama karşımdakinin ellerini havaya kaldırmasına yetmişti.

“Ne diyorsun ya, asıl sen kimsin? Burası benim evim!” başını çevirip bağırmaya başladı yirmilerinin başındaki çocuk, “Engin! Bir buraya gelir misin oturma odasında bir kadın var!”

“Biri daha mı var? Evime nasıl girdiniz, hemen çıkmazsanız polisi ararım. Hatta çıksanız da ararım!” İki erkeğin bir arada olması durumu değiştirmişti, bu yüzden kendimi savunmasız bırakarak arkamı döndüm ve masadaki bıçağa uzandım. Ancak başımı geri çevirdiğimde az önce orada olan çocuğu bulamadım. Bir elimde bıçak bir elimde çatalla tehditler savurarak tüm evi gezdim. Ama ev bomboştu. Kapıdan çıksalar açılma sesini muhakkak duyardım. Halüsinasyon olmasına da ihtimal veremiyordum çünkü çok gerçekçiydi. Sonra banyonun aynasının karşısında kendimi görünce güldüm. Elimde ultra-öldürücü silahlarımla dikilmiş kendime bakıyordum. Belli ki evde kimse yoktu, belki psikiyatr olmanın bir yan etkisiydi bu sanrı. Sakinleşip kendimi yatağımın güven verici kollarına bıraktım.

Biraz korkarak biraz da meraklanarak delikli, oldukça rahatsız bir uyku çektiğimden ertesi gün muayenehaneye biraz geç gittim. Neyse ki gittiğimde yardımcım bekleme salonunu açmıştı, ancak randevuya geciktiğim için zaten sürekli somurtan hastam biraz daha somurtuyordu. Kendi hatam yüzünden bugün ağzından bir şeyler koparamayacak, bana karşı duvarlarını indirmesini sağlayamayacaktım.

Birkaç gün başıma olağanüstü hiçbir olay gelmeyince geçen günkü olayı tam unutmuştum ki bir gün aynı çocuğu banyodan çalışma odama geçerken gördüm. O beni fark etmemişti, bu yüzden arkasından odaya girmek için bir süre düşünmem gerekti. Bir yandan korkuyordum, hiçbir ihtimal iyi değildi çünkü. Evimde bir yabancının dolaşması, ya da bir ruhun dolaşması gibi… Yerimde dakikalarca dikildikten sonra odaya girmeye karar verdim ama kapıyı açtığımda içerisi boştu. Yine de aklıma gelen olasılıkları kovmakta ısrar ediyordum. Ancak ertesi gün anahtarı çevirip içeriye girdiğimde kulağında kulaklıklarla gözleri kapalı kanepeye uzanmış olarak buldum onu. Önce beni görmedi, ama gözlerini açar açmaz irkilerek ayağa kalktı ve savunma pozisyonuna geçti. Bu kez ellerini kaldıran bendim.

“Bak, belki çok daha genç bir kız olsan evimi ihlal etmen hoşuma gidebilirdi ama seni tanımıyorum. Hırsız gibi bir tipin de olmadığı için sana kibarca soruyorum: Kimsin? Neden geçen gün ev arkadaşım odaya girince ortadan kayboldun?”

Yaş göndermesine çok bozulmuştum ama maskesini ulu orta atarak ne hissettiğini belli edecek biri değildim. “Ben ortadan kaybolmadım sen ortadan kayboldun. Ve inan bana burası benim evim, sana kira sözleşmesini gösterebilirim.”

Sonra düşündüğünüzde “acaba?” diyordunuz, ama işte şimdi karşımda kanlı canlıyken gerçek olmaması fikri bana çok saçma geliyordu. Çocuğu görüyor, duyuyordum hatta muhtemelen gündüzden üstünde kalan hafif parfüm kokusunu bile alabiliyordum.

Kaşlarını çattı ve kanepeye tekrar oturdu. Aklında bin bir soru döndüğünü gözlerinden okuyabiliyordum. Çocuk evimi işgal etmiyordu. Çocuk ya gerçek değildi ya da burası söylediği gibi onun da eviydi. Masadan bir sandalye çekip karşısına oturdum ve adını sordum.

“Beren.”

“Beren mi? Şaka mı bu?” Evim yetmemişti şimdi de adımı sahipleniyordu.

“Ne? Ne şakası?”

“Benim adım Beren!”

Duraksayıp ciddi miyim değil miyim diye gözlerini kısarak yüzüme baktıktan sonra “Harika!” dedi ve başını ellerinin arasına alıp kahkaha atmaya başladı. Bir süre sonra ben de güldüm. Gerçekten şaka gibiydi. Kalkıp kıyafetlerimi değiştirmek için odama gittim. Belki döndüğümde orada olmayacaktı. Hayatımın onu görmeye devam ettiğim kısmı boyunca bu soru aklıma daha defalarca geldi. Cevabının bazen olumlu bazense olumsuz olmasını diledim. Ama bu kez sadece merak ediyordum.

Döndüğümde odada yoktu ama mutfaktan sesler geliyordu. Kanepeye oturdum. Masa sığmayacak kadar küçük olan mutfakta çay yaptığını görebiliyordum. Görüş alanıma bir girip bir çıkıyordu. Rahat ev kıyafetlerinin içindeydi. Yine de aklımın bir köşesi neyin ne olduğunu ispatlamak istiyordu. Belki de sapığın tekiydi ve rol yapıyordu. Elinde iki fincan çayla döndüğünde bu gece buna bir çözüm bulacağıma karar vermiştim.

Bana fincanlardan birini verdikten sonra az önce çektiğim sandalyeye oturdu. Yanıma oturmayacak kadar temkinliydi. Birkaç yudum alırken onu inceledim. Çok yakışıklı sayılmasa da düzgün bir yüzü vardı. Biraz kısa boylu ve zayıf sayılırdı. Kafasında her an bin bir türlü şey dönen farklı insanlardan olduğu çok belliydi. Başını kaldırıp bana baktığında düşüncelerimden sıyrıldım. Bana yaşımı sorarak yüzüme durumla tezat oluşturacak hafif bir tebessüm yerleşmesini sağladı.

“Üçle başlayan iki basamaklı yaşlara çok yaklaştım diyelim.” Göz kırparak tebessümümü genişlettim. “Kadınlara öylece sorulmaz bu soru ama. Sen kaç yaşındasın?”

“İki ile başlayan iki basamaklı yaşların en başındayım,” diyerek bana gönderme yaptı ve güldü. “Az önce senin peşinden ev arkadaşımın odasına girdim,” anlamadığımı görünce ekledi: “O girdiğin oda Engin’in odası. Her neyse girdiğimde orada değildin. Sordum ama Engin geçen günün üstüne bu eklenince bana deli muamelesi yaptı. Ben de tekrar buraya geldim.”

“Bak Beren,” adımı başkasına söylemek çok tuhaf geliyordu, “bu işi bir açıklığa kavuşturmamız lazım. İn misin, cin misin, sapık mısın, gerçek misin, değil misin, ben cidden bilmiyorum. Seni kendi zihnimde yaratıp yaratmadığımı da bilmiyorum. En azından gerçek olup olmadığını bilmem gerek.”

“Asıl ben senin gerçek olup olmadığını bilmek istiyorum. Akşamları oturma odasında falan ne zaman Engin olmasa sen ortaya çıkıyorsun. Hani aniden ortadan kaybolmaların olmasa evsiz yalancının teki diyeceğim ama…”

“Pekâlâ o zaman. Arkadaşını buraya çağırır mısın? Bakalım onunla da birbirimizi görebilecek miyiz? Böylece en azından bir şeyi kesinleştirebiliriz.”

Kafasını sallayıp arkadaşını çağırdı. Gözlerimin içine bakıyordu, bir kez daha seslendikten sonra bir göz açıp kapama süremde ortadan kayboldu. Kalkmamıştı, gitmemişti ama sandalye boşalmıştı. Ne olduğunu açıklayamasam da en azından artık ne olmadığını biliyordum. Beynim bulandı, masada duran ikinci fincana bakakaldım.

4

Ertesi gün eve geldiğimde ortada yoktu. Belki de ev arkadaşı yanında olduğu için göremiyordum onu. Benim odam Engin’in odasıysa, çalışma odam da onun odası olmalıydı. Tedirgin bir şekilde odaya girdiğimde yanılmadığımı anladım. Bir deftere bir şeyler karalıyordu. Kapıya dönüp beni görünce şaşırdı. Çünkü muhtemelen kapıyı açanın Engin olduğunu düşünmüştü. Geçen günkü güler yüzlü halinden eser yoktu. Koluyla yatağı gösterdi. Kendi evimde bana oturacak yer gösteriyordu!

“Yani ben şizofrenim değil mi?” dedi yüzüme bakmadan. “Seni kendim yarattım. Zaten beynimde bir problem olabileceğini biliyordum. Fazla hayal kuruyorum, fazla düşünüyorum. Pek sosyal bir insan da değilim.”

Eve gelirken bambaşka şeyler vardı kafamda. Konuşacaklarımızın bin bir versiyonu. Bir tanesinde bir ruh olduğunu söylüyor, bir diğerinde “Ben senin kafanın içindeyim,” diyor ya da tamamen ortadan kayboluyordu. Ama aklıma hiç kendinin şizofren olduğunu düşüneceği gelmemişti. Çünkü ben kendi açımdan bakıyordum. Oysa görünüşe bakılırsa bir de onun açısı vardı.

“Hayır, yani bilmiyorum. Sanırım ben seni yarattım. Bu aralar işe çok fazla kafamı yoruyorum belki de…”

“Anlamıyorsun. Benim senin dışında da bir hayatım var. Hatta bugün kalktım, karşıya geçtim, okula gittim, bir yerde yemek yedim, eve gelince Engin’le PlayStation oynadım… Hiçbirinde sen yoktun.”

“Ona bakarsan ben de kaç gündür muayenehaneye gidip geliyorum, hastaları görüyorum. Onlarda da sen yoksun!”

“Ne yani, benim gerçek olmadığımı mı ima ediyorsun?!”

“Seninle ilgili bir şey ima ettiğim yok! Sadece benim de olduğumu anlatmaya çalışıyorum!”

Gözlerimi kapatıp sakinleşmeye çalıştım. Bir süre hiç konuşmadık. Ben ona bakıyordum o bana. Bu işin sonunda evi değiştirmemin gerekli olup olmayacağını düşünmeden edemedim.

Ayağa kalkıp masaya yöneldim. Masama bana ait olmayan bir yığın ıvır zıvır saçılmıştı. En üstte açık olan bir defter vardı. Dikkatimi çektiğini görünce defteri kapattı.

“Nedir bu?”

“Hiç işte, benim saçma sapan şiirlerim.”

“Okuyabilir miyim?”

Biraz tereddüt ettikten sonra gözlerini devirip elini çekti. Benim gerçek olmadığımı düşündüğü için önemsemiyor olmalıydı. Defteri alıp yatağa oturdum. Kendi evimin çalışma odasında misafirdim bu yüzden çok rahat olamıyordum, ayaklarımı altıma toplama isteğimi bastırmak zorunda kaldım. Çünkü burası onun odasıydı.

Küçük ve eski bir defterdi elimdeki. Yazısı da pek düzgün değildi, ama o gece o karalamaların arasında okuduklarım beni şaşkına çevirdi. Bunları ben uyduruyor, ben yaratıyor olamazdım. Böyle şeylerden hiç anlamazdım çünkü. Her biri hikâye gibiydi. Ölçüleri, sabit dize sayıları yoktu, oldukça da uzun dizeleri vardı ama muhteşem şeylerdi. Bazı yazıları da vardı. Sanki kelimelerin ustasıydı, kalemindeki sihri siyah karalamaların arasından seçmek için zorlamama hiç gerek yoktu.

“Bunlar muhteşem…”

Yüzü aydınlandı, “Gerçekten mi?”

“Daha önce kimse sana söylemedi mi?”

“Daha önce kimseye okutmadım ki.”

“Bence bunları bir yayınevine göstermelisin Beren.”

Övgülerimden çok mutlu olmuştu zira yüzü tekrar gülmeye başladı. Biraz daha okuyup ben onu yayınevi konusunda ikna etmeye çalıştıktan sonra hayatımız üzerine sohbet ettik o gece. Okullarımızdan, öğrenciliklerimizden konuştuk. Duvarları yıkıyorduk. Birbirimiz için tehlike teşkil etmediğimizden rahat yapıyorduk bunu. Tamamen dürüst olabilirdik çünkü başka hiç kimse durumdan haberdar olamazdı. Benim için gerçek değildi, onun için de ben değildim.

“Neden hiç evlenmedin? Düşünmüyor musun evlenmeyi?”

“Bu aralar işimden eve vakit ayıramıyorum ki. Hem bir aday da yok. Evime vakit ayırabildiğim bir zamanda düşünebilirim. Şimdilik memnunum hayatımdan… Senin bir kız arkadaşın yok mu?”

“Hayır, yok ama zaman zaman düşündüğüm kızlar oluyor tabi,” dedi ve kızardı, “O beğendiğin şiirlerin bir kısmının kaynaklarını oluşturuyorlar hatta.” Çocuk benden neredeyse on yaş küçüktü, bu yüzden de kendimi o kızların yerinde olmayı dilerken bulduğumda çok şaşırdım. İstediğim şey kesinlikle karşımdaki kişi değildi. Böyle birinin bana verebileceği hayattı aslında.

İyi geceler dileyip kendi odama gittiğimde hala içerde olup olmadığını merak ediyordum. Ve benimle ne kadar kalacağını. Birdenbire ortadan temelli kaybolursa ne yapardım? Üzülür müydüm? Sevinir miydim? Umursar mıydım? Bilemiyordum ama tıpkı ona söylediğim gibi, şimdilik hayatımdan memnundum.

Her gece sohbet ederken kendimi normal hissedip sabah uyandığımda hasta olduğumu, deli olduğumu düşünüyordum. Sürekli kendime bunun normal bir durum olmadığını anlatmaya çalışıyordum. Normal olmadığını en iyi ben bilebilirdim herhalde. Ama her akşam eve geldiğimde zamana bırakmaya karar veriyordum. Çocuğun gerçek olmadığı ortadaydı; etik, ahlak ve toplum kurallarının önemi yoktu bu yüzden. Belli ki o da aynı şeyi yapıyordu. Bununla yaşamaya çalışıyorduk ve alışıyorduk.

Yazdığı şiirleri ve yazıları mutlaka bana okutuyordu. Ben de bazılarına ufak tefek eleştiriler yapmakla beraber çoğuna söyleyecek tek kelime bulamıyordum. Bu da ona iyi geliyordu. Beğenilmek iyi hissettiriyor, daha fazla yazmasını sağlıyordu. Bu arada o okula gidip gelirken ben de işe gidip geliyordum. Arkadaşı evde olduğunda veya odasında olmadığında görüşemiyorduk tabi. Onun benim odama gelmesi gibi bir durum söz konusu değildi çünkü benim odamda Engin vardı. Ama arada ben onun odasına gidiyordum. Ya da oturma odasında buluşuyorduk. Bazen konuşmanın ortasında kaybolduğu oluyordu, o zamanlarda Engin’in “Kendi kendine ne konuşuyorsun?” diye yanına geldiğini söylüyordu.

Hangimizin gerçek olduğu konusunda da sık sık şakalaşıyorduk. Bu bizim için oyuncak gibi olmuştu. Maskesi yoktu, en azından bana karşı. Hatta bu yüzden kafasına yastık yediği de oluyordu.

“Bu bir şekilde duyulsa mesleğime son verilir. Yasal değil. Yani ben böyle insanları tedavi ediyorum biliyorsun değil mi?”

“Biliyorum. Sanırım beni de tedavi etmelisin. Gerçekte var olmayan evde kalmış kadınlar gördüğümü sanıyorum!”

5

Bir ay gibi bir süre yarım yamalak beraber yaşadıktan sonra birkaç gün hiç görünmemeye başladı. O kadar alışmıştım ki eksikliğini hissediyordum. Neden kaybolduğu sorusu beynimi bir piste çevirmiş hiç durmadan tek başına dans ediyor, bir başka düşünce girince onu hemen kovalıyordu. Bir yandan kendiliğimden iyileştiğimi düşünüyor ve aslında bu hastalıklı durumun sona ermesinin benim için çok iyi olduğunu söyleyerek kendimi telkin etmeye çalışıyordum. Ama Beren’le olan muhabbetlerimizi, onun şiirlerini, onun kendisini çok özlüyordum. Bir daha hiç göremeyeceğim diye korkmadan edemiyordum.

Böyle geçen bir haftanın ardından bir gün iş dönüşü eve gelip anahtarı çevirdiğimde onu kanepede beni beklerken buldum. Gözlerimi yakalar yakalamaz hemen ayağa fırladı ve yanıma geldi. Önce bana sarılacak sandım ama gülümseyerek bakmakla yetindi.

“Neredeydin? Meraklandım.”

“Dedem hastalandığı için Bursa’ya gitmek zorunda kaldım. Çok ani oldu,” biraz mahcuptu, ama bu o sırada benim için yeterli değildi.

“Nasıl yani, meraklanacağımı hiç düşünmedin mi?”

“Sana haber verecektim ama sanırım sen işteydin. Evden çıkma vakti gelene kadar bekledim ama…” kısık sesle konuşuyordu, belli ki evde bir yerlerde Engin vardı. Tabi bu benim sesimi yükseltmeme engel değildi.

“Bir şekilde haber verebilirdin! Ne bileyim belki bir not falan. Zaten var olup olmadığınla kafayı yiyorum, bir de ortadan kayboluyorsun!”

“Not sana ulaşır mı ulaşmaz mı bilemedim… Özür dilerim, neden bu kadar sinirleniyorsun ki?”

Başımı iki yana salladım ve odama gidip kapıyı kapattım. Odaya giremezdi, ben de dışarı çıkmak istemiyordum. Çıktığımda onu görmek istemiyordum.

Bir süre kendi sessizliğimi dinledikten sonra fazla tepki verdiğimi düşündüm. İnsanın insana bağımlılığı hiç iyi bir şey değildi. Üstelik bu insanın kim –daha doğrusu ne- olduğunu bilmiyorsanız. Bana karşı sorumluluk hissedecek kadar ileri gitmişti. Ben de onu özleyecek kadar. Bu kez bu fikirlerimi rafa kaldıramadım. Evde bir arkadaş olması, sevdiğim bir arkadaş olması beni mutlu ediyordu ama ne kadar böyle devam edebilirdi bu durum? Düşünmem gereken yerde hissedip, hissetmem gereken yerde düşünmüştüm hep. Ama bu beni pek mutlu etmemişti. Şimdiyse düşünmem gerekiyordu. Kendimi hazır hissedebilmek için biraz ertelesem de muhakkak onunla konuşacak ve bu işe bir son verecektim.

İlerleyen saatlerde odadan çıktığımda hala oradaydı, defterine yine bir şeyler karalıyordu. Beni görünce verebileceğim tepkilerden çekine çekine ayağa kalktı.

“Kusura bakma haklısın, bir şekilde haber vermeliydim.”

“Tamam, önemli değil.” Onu rahatlatmak istercesine gülümsedim. İyi olup olmadığımdan önce emin olamadı, tedirginliği devam etti. Sonra ben sordum, o anlattı. Bursa’da yazdıklarını gösterdi. Çabucak unutup normale döndü. Normale döndük.

O günlerde bir yayınevine gidip olumlu bir cevap aldı ve kendine bu konudaki güveni tamamen değişti. Ona başkalarını umursamadan yazması gerektiğini söyledim. Ama kesinlikle beğenilme kaygısı taşıyordu. O kadar iyiydi ki bu işte, bu ona gölge düşürmüyordu. Ben de yapabileceğim en iyi şeyi yaptım, yine teşvik ettim onu. Bunu zorla değil, gerçekten istediğim için ve hiç sıkılmadan yaptım.

Bir süre sonra yeni bir ev bakmaya başladım. Bu kez muayenehaneme yakın olup olmamasını önemsemedim. Kriterim az olduğundan bir hafta içinde buldum evi. Beren neden eve her gün geç geldiğimi merak ediyor gibiydi ama sormayacak kadar da nazikti.

Evi tuttuğum gece onu kanepeye oturttum ve bir şey konuşmak istediğimi söyledim. Bana soran gözlerle bakıyor, onun aksine kelimeleri toparlamak için zamana ihtiyacım olduğunu bildiğinden sabırla bekliyordu.

“Bak, Beren. Biliyorsun bu durum normal değil. Yani senin beni, benim seni görmem. Hangimizin gerçek olduğu sorusu kafamı mahvediyor ve bir sonuca varamıyorum çünkü anlattıkların, yarattıklarınla sen bambaşka bir insansın ve bir hayatın var biliyorum. Bazen kendimden şüphe ediyorum. Belki de gerçekte ben yokum diye düşünüyorum… Neyse, aklımdaki soruların cevabı yok ve ben cevap aramaktan yoruldum. Tedavi sürecinde böyle durumlardan kaçınılması gerektiğini söylerim. Ama ben hiç umursamadan normalmiş gibi devam etmeye çalışıyorum. Gittikçe sana daha fazla alışıyorum ve bunun sonu yok. Bu ikimiz için de iyi değil.” Ne demek istediğimi anlayıp anlamadığından emin değildim. Bu yüzden vurucu cümleyi sarf ettim:

“Yeni bir ev tuttum. Taşınıyorum.”

Bir süre bakakaldı. Düşünceyi hazmetmesi için ona zaman verdim. Birdenbire oluşu çok şaşırtmış olmalıydı. Birkaç dakikanın ardından, “Ev değiştirirsen bir daha birbirimizi görmeyeceğimizi nereden biliyorsun?” dedi.

“Çünkü ortak nokta burası.”

“Peki ya ben istemiyorsam? Yani bilmiyorum… Çok ani oldu.”

“Emin ol böyle daha iyi. Biraz daha devam ederse kopmak daha zor olur. Birimiz muhakkak bu evden gidecek sonuçta. Şimdi veya birkaç yıl sonra.”

Bir şeyler söylemek istiyor ama söyleyemiyordu. Ondan yaşça çok büyüktüm, bu yüzden şuan neler hissettiğini anlayabiliyordum. İçimizden birinin mantıklı davranması gerekiyordu. Çok önemli biri değildim belki, ama onu yüreklendiren, teşvik eden, arkadaşlık ve sırdaşlık eden biriydim. Varlığım mutlu ediyorken yokluğumun haberi ağır geliyordu. Biliyordum çünkü gözlerinde görebiliyordum. Çünkü aynı şeyleri ben de hissediyordum.

“Ne zaman taşınacaksın?”

“Toparlanmaya başlayacağım hemen. Sanırım bir hafta içinde gitmiş olurum.”

“Peki,” dedi. Normaldeki hızını kesmeyen diyaloglarımızın aksine bu kez yeni bir cümle söyleyebilmek için dakikalarca bekliyordu.

“Ama beraber bir gün geçirmek istiyorum,” dedi. “Dışarıda. Öyle bakma bir başkası olunca görüşemediğimizi biliyorum. Ama belki gece etraf sakinken? Neyse bir yolunu bulacağım. Sen kabul ediyor musun onu söyle.”

Önerisini kabul ettim. Gerçi bunun nasıl mümkün olacağını bilmiyordum.

Konuşmanın bittiğine kanaat getirince toparlanmaya başladım. Ben kolilerle ilgilenirken kendi odasına gitti ve ertesi güne dek hiç konuşmadı. Uzun zaman sonra ilk kez ben varken kulaklıklarını taktı o gece.

6

“İşte ben de sana onu söylüyorum!”

Gerçekten dışarı çıkabileceğimizi hiç ummamıştım. Burası benim bildiğim bir yer değildi, onun mu dünyasıydı? Beraber aylar geçirdikten sonra ortak noktamızın ev olduğunu biliyordum ama bileğimden tutarak beni dışarıya çıkardığında karşılaşacağım şeyin kendi dünyamdan farklı olabileceği aklımın ucundan bile geçmemişti.

Cumartesi gününü beklemişti ertesi gün işe gitmeyeceğim için. Hem onun da okulu olmayacaktı, böylece gece çıkacaktık. Ten temasının ortadan kaybolmayı engelleyebileceğini düşünüyordu. “Kıyafetlerimiz de bizimle beraber hareket ediyor sonuçta,” demişti. Ama yine de tedbiri elden bırakmamak adına gece işleyecekti plan. Böyle kalabalık bir şehirde ne derece tedbir olacaktı bu, orasını bilemiyorduk tabi.

Saatin kısa kolu 2’ye yaklaşırken bileğimi kavradı ve çıktık kapıdan. Daha apartmanı terk eder terk etmez bir tuhaflık olduğunu sezdik ikimiz de. Bu öyle bir geceydi ki tüm skalalardaki renkler birbirine karışmış, gökyüzü deli bir ressamın tuvaline dönmüştü adeta. Görüş mesafemizin birkaç kilometre ilerisinde ise bu tuvalin merkezi gibi görünen parlak bir nokta bulunuyordu. İnsanlar da vardı etrafta, ama kimse bizi görmüyor gibiydi. Biz yolda afallamış bir şekilde yürürken bize yaklaştıklarında kenara çekilmeye bile yeltenmiyorlardı.

Bir rüyaydı, evet öyle olmalıydı. Bu çocukla belki hiç tanışmamıştım, belki başından beri hepsi rüyaydı. Bu kadar uzun soluklu bir rüya olabilir miydi bilmiyordum ama o an bulunduğum ortam için yapıp yapabileceğim mantığa yakın tek açıklama buydu. “Mantığa yakın?” diye düşünüp gülümsedim farkında olmadan. Aslında mantığa yakın olan şeyler bana bir süredir uzaktı.

Hiçbir plan yapmamıştık çünkü pek konuşmuyorduk. Eskiden yaptığımız uzun soluklu muhabbetlerin aksine yeni ev tuttuğumdan beri suskunduk. Ben ona hiç sormamıştım, bu yüzden bana dönüp, “Şu parlak noktaya gidelim mi?” dediğinde onun da herhangi bir planı olmadığını anladım.

Başımı sallayıp etrafımı incelemeye devam ettim. Yollarda hiçbir araba yoktu, ne hareket halinde, ne de park edilmiş. Asfaltların çatlaklarında yeşil otlar, sanki yılların intikamını alırmış gibi çıkıvermişti. Bazı evler yıkılmış, ortalarından uzun ağaçlar çıkmıştı. Bulutlar tıpkı doruğunda bir yangının alevleri gibi havadaki uçakları yutuyor, gri anaforlar oluşturup şimşekler gönderiyordu. Sanki doğa intikamını alıyor, yeryüzünü yeniden ele geçirmeye çalışıyordu.

Önümde kolumu çekiştirerek yürüyen genç adam da şaşkındı ama benim kadar değil. Hayal dünyasının ne kadar geniş olduğunu ancak tahmin edebilirdim, bu sebeple gördükleri onu benim kadar şaşırtmıyor olmalıydı. Öyle geniş bir ufku vardı, öyle yaratıcıydı ki. Kalbinde ve beyninde nelerin döndüğünü anlamak için şiirleri sadece küçük bir fikir verebilirdi. Normal boyuttaki omuzlarında fazla bir yük yoktu belki, ama aklında çok fazla yükü vardı. Sadece sorumluluklar geliştirmiyordu insanı. Kendi içine kapanmak onu yeterince olgunlaştırmıştı.

Bu gece beraber sorumlulukları ve diğer tüm şeyleri düşünmeden yaşayacağımız tek geceydi. Ona neden dışarı çıkmak istediğini sorduğumda da “Başka şeyleri düşünmeden beraber geçirdiğimiz bir zaman olsun istiyorum,” demişti zaten. “Unutmak ya da sonradan tüm bunların gerçek olmadığını ve kafamda yer kaplamaması gerektiğini düşünmek istemiyorum.” Ben de istemiyordum, ama görünüşe bakılırsa gerçeklik artık üzerine konuşabileceğimiz bir şey olmaktan çıkmıştı. Hangimiz bu gece sona erince gerçek olduğuna inanabilecektik acaba?

“Sence rüya mı görüyorum, ortam biraz garip değil mi?”

“Senin de fark etmene sevindim.” dedim sırıtarak. Tam korku filmi stüdyosuna benzetecekken birden panayır gibi geliyordu. İnsanların sayısı gittikçe artıyordu. Bulutlar lacivert gökyüzünü griye boyayıp ayı saklasalar da, sokakta çubukların üstündeki yüzlerce minyatür ay geceyi aydınlatıyordu.

“Sana bir şey anlatmak istiyorum,” dedi.

“Nedir?”

“Hikaye gibi bir şey.” Başımı salladım. Önümde yürümeye devam ediyordu. Nedense yüzüme pek bakmıyordu.

“Uzak bir şehirde bir zamanlar bir kız yaşıyordu. Yaşıyordu dediğime bakma, aslında sadece nefes alıyordu diyebilirim. Sorumlulukları da vardı elbette. Onları yerine getirmekte usta sayılmasa da elinden geleni yapıyordu. Ve bu yeterli sanıyordu, oysa yaşamak için bu yetmiyordu.”

O bunu anlatırken yanımızdan beyaz saçlı bir adam geçti ve beni koklarmışçasına yanıma yaklaşıp burnunu uzattı. Neden sonra sanki ne yaptığını unutmuşçasına uzaklaştı. Parlak noktaya gitmeye devam ediyorduk. Gürültü artıyordu.

“İşlerini yapardı sadece. Canı sıkıldığında belki televizyon izlerdi en fazla. Gençti de aslında, ama vakti bomboş şeylerle geçip gidiyordu. Onu bir şeyin uyarması gerekti, belki aşık olmalıydı. Ama ruhu bunu yapamayacak kadar da yaşlıydı.”

Kalabalık etrafımızı git gide daha fazla sarıyor, insanlar bana bakıyordu. Gürültü arttıkça Beren’in sesi de artıyordu.

“Sonra biriyle tanıştı. Sadece nefes almaktan ötesini yapabilen, yüzme havuzları dururken bir kitabın sayfalarına atlayabilen ve bilmeye, görmeye çalışan biri.”

“Onunla saatlerce, günlerce konuştu. Sohbet etti. Zevk de veriyordu aslında. Ama ondan bir şeyler öğrenmeye çalışmıyordu, hatta belki aklına bile gelmiyordu bu. Onun yerinde olmayı diledi durdu, ama bunu gerçekleştirmek için hiçbir şey yapmadı. Çünkü diğer herkes gibi korkaktı. Potansiyelinin farkında olmayan, değişimden ödü kopan koyunlardan sadece biriydi.”

Parlak noktaya çok yaklaşmıştık. Şimdi o noktanın neden parlak olduğunu anlayabiliyordum. Çünkü lunaparka benzeyen bu meydanda binlerce çeşit çeşit ayna vardı. Herhangi bir ışık bir aynada yansıdıktan sonra bir diğerinde ve bir diğerinde yansıyıp yüzlerce kopyasını oluşturuyordu. Ortada aynadan yapılmış atlıkarınca tamamen doluydu. Müzik kutularımdan birine ne de çok benziyordu, tatlı bir melodi çıkarıyordu. İnsanların çoğu hala bana bakıyordu ama aldırış etmedim. Beren sesini duyurabilmek için bağırıyordu artık.

“Arkadaşını kaybedince tek düze hayatına geri döndü. İçi boş sohbetler onun daha da evine kapanmasına sebep oldu. Ev, iş, televizyon… Hikâyenin sonu yok, o her zaman tek başına nefes alıp vermeye devam ediyor.”

Aynaların ortasında geldiğimizde, “Bekle!” dedim etrafımı çeviren ayna yığınını tarayınca, “Yüzüm! Kalabalıkta yüzümü kaybettim!” hiçbirinde yüzümün aksi yoktu.

Omuzlarımdan tutup beni kendine çevirdi, “İşte ben de sana onu söylüyorum!”

“Hayır, anlamadın! Hepsi bana bakıyordu, biri çalmış olmalı!”

“Yüzünü sen çaldın Beren! Senden bahsediyorum!”

Tüm gürültü sustu, devam ediyorsa bile ben duyamıyordum. Sessizlik içinde geçen saniyeler boyunca yüzüne baktım ama ne demek istediğini anlayamıyordum.

“Anlamıyor musun? Boş yaşıyorsun. Halbuki içinde henüz yıllarını kaybetmemiş genç bir kız var, biliyorum çünkü onun aksini görebiliyorum. Korkaksın, ben yokken eve geldiğinde tüm yaptığın televizyon izlemek ve boş boş müzik kutusu dinleyip uyumak!”

“Kendine vakit ayırmıyorsun, yaşlanıyorsun. Kendimi övmüyorum elbette. Ama sen neden hayal kurmaktan yoksunsun? Kendin için istediğin hiç mi bir şey yok? Neden birilerini isteyemiyorsun, aşık olamıyorsun? Vaktim yok diyorsun. Oysa vakit yaratabilirsin. Birileriyle tanışmak, onlarla kaliteli vakit geçirmek ve yeni şeyler öğrenmek için. Erkenden yatmadan ve Pazar günlerini evde olmayan kirleri temizleyip aptal kutunun başında vakit geçirmeden!”

“Kendim için istediğim şeyleri gerçekleştirdim ben.”

“Senin tüm hedefin bir meslek sahibi olmak ve dolgun bir maaş kazanmak mı? Söylesene paranla ev kirası ödemek dışında ne yapıyorsun?”

Müzik kutusu almak diyecektim, ama elbette varmak istediği nokta bu değildi. Haklıydı, param banka bekliyordu.

“Boş olmanı istemiyorum. Lütfen, bana yaşayacağına söz vermelisin. Yitip gitmeni istemiyorum.”

“Ne yapmam gerekiyor?” yitip gitmek istemiyordum. Evet, bu çocuğun yerinde olmayı defalarca dilemiş ama bunun için hiçbir şey yapmamıştım. Yapmayı da düşünmüştüm aslında, ama dediği gibi korkaktım. Mütemadiyen müzik çalan kutumun içinden çıkmayı istesem de ürküyordum. Şimdi Beren olmak için adım atmak istiyor, ama bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum.

“Sadece düşün olur mu? Bir şeyleri düşün. Neden insanlar bazı şeyler için hayatlarını tehlikeye atıyor, neden şiir yazıyor, neden kavramlara anlam arıyor, neden küçük bir kız çocuğu arabada yolculuk ederken midesi bulanmasın diye on dakika aralıklarla kitap okuyor? Arabada kitap okumak onu tutuyor ama neden yine de devam ediyor? Düşünmeni istiyorum. Sen cevabı bulursun. Farklı olmaktan rahatsız olmayanlar neden farklı, o farkta ne buluyorlar?”

Karşımda belirmekte olan yaşlı adama kafamı salladım. Nasıl görünürse görünsün yaşlıydı işte ve bu kötü bir şey değildi. Çünkü önünde harcayacağı daha çok zamanı olan bir yaşlı, dünyadaki en şanslı kişiydi.

Anladığımı görünce gülümsedi ve tekrar olduğu yaşta göründü. Ona söz verdim ve verdiğim sözü tutacağımı da biliyordu. İnsanlar bana bakmaktan vazgeçip korolarını yeniden tutturmaya devam ettiler. Aynalara tekrar bakmadım. Bakmama gerek yoktu.

Bileğimi hiç bırakmadan atlıkarıncaya çekti. Bindik, döndük, döndük, döndük. Ben düşündüm, o hayal kurdu. Ben hayal kurdum o şiir yazdı. Başım dönüp uykum geldiğinde göz kapaklarıma karşı koyamadım. Gözümü tekrar açtığımda oturma odamdaki kanepede uzanıyordum. O da tam kanepenin yanında yerde uzanıyordu. Sol kolum sarkmış, parmaklarım onun göğsünün üzerindeki parmaklarına değiyordu. Gözleri benimkiler gibi açıktı, atlıkarıncada en son nasıl gülümsüyorsa hala aynı ifadeyle gülümsüyordu.

“Çıkabildik, eh?” ben de yüzüme bir tebessüm yerleştirdim.

“Öyle desem de müzik kutularını seviyorum, biliyorsun.”

7

Girişe yığılı kolileri taşıma şirketinin adamları aşağıya taşırken ben de yönlendiriyordum onları. Beren kendi eşyalarımdan arındırdığım odasında yatağının üstünde oturuyordu. Duygusal biri olmamama rağmen boğazımda tanıdık bir ağırlık hissediyordum. Bu aşamaya gelene kadar ev değiştirmenin gerekliliğini zaten çok sorgulamıştım ama şimdi daha da şüpheye düşüyordum. Şüphesiz akıl sağlığı(mız)m için bu şarttı, fakat ayrılık vaktinde idrak etmek insanın içini acıtıyordu.

Kolilerin tamamı kamyona yüklendikten sonra adamları aşağı gönderip on dakika sonra geleceğimi, beni beklemelerini söyledim. Evde kalan son şey kol çantam ve elimde tuttuğum müzik kutusuydu. Koleksiyonumun en sevdiğim parçası. Cam bir kürenin içinde güzel bir atlı karınca vardı. arkasına minyatür bir sokak lambası ve büyük bir pervane monte edilmişti. Müzik kutusunu kurunca lamba yanıyor, tatlı bir melodi çalıyor, pervane dönerek kürenin tabanındaki beyaz noktacıkları havalandırıp kar yağıyormuş gibi bir görüntü veriyor ve atlıkarınca dönüyordu.

Müzik kutusunu gücümün yettiği kadar fazla kurdum ve odasının ışığını kapatarak içeri girdim. Zaten küreden yayılan ışık hafif ve yeterli bir aydınlık veriyordu. Omuzları düşmüş bir halde ifadesizce yüzüme baktı, onun da elinde bir şey vardı ama ne olduğuna çok kafa yormadım.

“Bunu sana vermek istiyorum. Benden bir hatıra, unutmaman için.”

Gülümseyerek eline aldı müzik kutusunu. Birkaç dakika inceledi elinde, ben de ona katıldım. Zaten en büyük zevklerimden biriydi bunu izlemek.

“Ben de sana bunu vermek istiyorum,” dedi ve elindeki, kitap olduğunu yeni anladığım şeyi bana uzattı. Alıp üstünü okuyunca hayretten derin bir nefes çektim ve gözlerimi ayırıp yüzüne baktım.

“İnanamıyorum! Basıldığını neden bana söylemedin?” diyerek hemen kapağını açmaya davrandım. Ama elini kapağın üstüne bastırarak açmamı engelledi.

“Açma şimdi sonra bakarsın yeni eve gidince. Söylemedim çünkü sürpriz olsun istedim, böyle daha güzel olmadı mı?” gözlerini devirdi, “Çok bir şey değil. Az sayıda bastılar. Zaten adı pek duyulmamış bir yayınevi. Okunursa belki yeni basım falan yapılır bilemiyorum.”

“Okunacağına ve yeni basım yapılacağına eminim.” O an bu böyle bir kitabın gerçekten var olup olmadığını asla araştırmayacağıma karar verdim.

Kitapla sonra uzun uzun ilgilenecektim. Şimdi gözlerimden boşalmak üzere olan yaşları tutmaya odaklanmam gerekiyordu. Bakışlarımı kitaptan ona çevirdiğimde beklemediğim bir şekilde bana sarıldı. Yaşça benden çok küçük olmasına rağmen kolları benimkilerden çok daha güçlüydü. Kendi zayıf kollarımı sırtına sararak karşılık verdim.

“Teşekkür ederim,” dedi. “Senin sayende oldu. Eğer sen okumasaydın…”

O an bilincimin katlarca aşağısında kalmış bir şey ayak parmaklarımdan ensemdeki tüylere kadar tüm vücudumda uyandı. Bana sarılan bu bedenin benim için yaşı yoktu, cinsiyeti yoktu. O bendim, Beren’di. Ondan çekinmeme gerek yoktu.

“Benim için bir arkadaştan fazlaydın. Ben de sana teşekkür ederim Beren.”

Vücudumu serbest bırakıp yüzüme baktı. “Sözünü unutma.”

Başımı salladım.

Ayağa kalktıktan sonra oturma odasına gittim ve koltukta bıraktığım çantamı koluma takıp kapıya yöneldim. Beren de müzik kutusunu yatağa bırakıp peşimden geldi ve kapının karşısındaki duvara yaslandı. Evime son bir kez baktım. Beren’e de öyle. Buranın bir parçası olan şeylerde acele etmeden tek tek gezdirdim gözlerimi. Bu evdeki ömrüm bir yılı bile bulmamıştı. Kim bilir karşımdaki genç adam burada ne kadar kalacaktı.

“Hoşça kal,” dedim bakışlarımı son kez bakışlarıyla buluşturarak. Cevap vermedi, vermesine gerek yoktu. Sadece gözlerini birkaç saniyeliğine kapatıp açarak gülümsedi.

Kapıyı arkamdan kapatarak hayatımın bu bölümüne nokta koydum.

Bir psikiyatr olarak böyle bir deneyim yaşamam normal karşılanabilirdi, ne de olsa her gün bu tarz şeylerle uğraşıyordum. Ancak hastalarıma hiçbir şey bilmeden önerilerde bulunurken ve onların yaşadıklarının sadece kafalarının içinde olduğunu düşünürken bu durum için aynısını söyleyemiyordum işte. Bu konudaki algım tamamen değişmişti ve bu muhtemelen mesleğimi ve hastalara bakış açımı da değiştirecekti.

Kamyona adresi tarif edip önceden çağırdığım taksiye bindiğimde kitabı açıp açmamak konusunda kararsız kaldım. Bir yanım hemen açmak istiyor, diğer yanım ise rahat bir kafayla, evde ayaklarımı uzatmışken okumamı söylüyordu. Ancak merakım baskın geldi ve sadece birkaç sayfayı okumak için kitabın kapağını çevirdim.

Baskı notlarının yer aldığı ilk kısmı geçip tek bir satır dışında bomboş olan sayfaya geldiğimde, o sayfaya basılmış cümle başımın dönmesine sebep oldu. Unutmak istemiyorum demişti, işte şimdi ben de unutamazdım asla. Bunun yanında hatıra olsun diye verdiğim o müzik kutusu neydi ki?

Sayfada, “Beren için, burada da yaşamaya devam etsin diye.” yazıyordu.

Akis” için 14 Yorum Var

  1. Sıfır yazım hatası ve güzel bir kurgu. Çok hoştu, teşekkürler. 🙂

    Hangisi gerçekti? 😉

  2. Ellerinize sağlık efendim. Çok beğendim. Sonunda Beren’lerin olayının ne olduğunu anlayamamak (biri hayal mi? paralel bir şeylerde mi yaşıyorlar? neler oluyor?) biraz canımı sıktı. Bir okuyucu olarak daha kesin bir şekilde anlamak istedim neler döndüğünü; ama eminim ki çoğu okuyucu da bu havada kalmışlığı seveceklerdir. Tamamen kişisel bir “keşke” o yüzden benimkisi.

    1-2-3-4 şeklinde bölümlendirme olmadan da olurmuş gibi geldi. Merak ettim hatta neden böyle numaralandırıp ayırmayı seçtiğini.

    Baştaki hayali arkadaş gören çocuk ve annesiyle ilgili (Beren’e nazaran) daha çok betimleme olması hikayenin sonuna kadar dönüp dolaşıp buraya bağlanacak diye düşündürttü; ama gerçi karakterimizin mesleğini ve uğraştığı durumları göstermek açısından gereksiz de değildi. Belki biraz kısılabilirmiş.

    Akıcılık gayet yerindeydi. Tek oturuşta başlayıp bitirtti kendini öykü ve sonunda iyi harcanılmış bir zaman gibi hissettirdi öyküyü okuduğum süre. Tekrar kalemine sağlık.

    1. Oo bu yorumu nedense yeni görüyorum çok merak ettiğim bir yorum olmasına rağmen.

      Hikaye esas olarak benim bu hayali görme durumlarına bakış açım sayesinde ortaya çıktı. Ya görüldüğü sanılan kişinin de kendi gerçekliği varsa? Ya hayal olan bizsek? Gibi… Bu yüzden Beren”lerin olayı bu diyebilirim. Yani ikisinin de kendi gerçekleri var, ama bir şekilde kesişiyorlar. Tabi bu beynin bir aldatmacası da olabilir gayet, ama onların bakış açısından durum bu.

      1-2-3 şeklinde numaralandırmayı tüm öykülerimde yapıyorum. Bazı yerlerde gereksiz olabilir, sadece alışkanlık…

      Hayali çocuk olayı da şöyle: Beren böyle bir durumla karşılaşıp nasihatler verirken, aynı durumun başına geldiğini vurgulamak istedim. Ve başına gelince kendi öğütlerini dinleyemiyor. En nihayetinde hastalarına bakış açısı değişiyor. Muhtemelen bundan böyle daha iyi olacak mesleğinde…

      Değerli yorumun için çoook teşekkür ederim.

  3. Merhabalar,

    Öncelikle öyküyü çok beğendiğimi söylemek istiyorum. Oldukça sade ve akıcı bir dili vardı ve fikri gerçekten orjinal buldum. İki karakterin de kendi gerçeklikleri olması ve hiçbir zaman birinin diğerine baskın gelmemesi, Mahir’in kim olduğunun ve neden böyle bir etki yaptığının havada bırakılmış olması, masum ve klasik bir sona sahip olmayan duygu dolu anları ile konuşmaları gerçekten okurken keyif veriyordu. Bunların yanı sıra karakterlerin de epey sağlam olduğunu söylemem gerekir. Ne var ki ufak da bir eleştirim olacak: Karakterlerin kendilerine ait giriş kısımları çok aceleyle geçiştirilmiş gibi geldi. Birkaç paragraf var ki bir cümle ile diğer cümle arasında epey bir olay oluveriyor, bir an şaşırıyor insan. Özellikle de başlangıç kısımlarında gördüğüm ama sonradan ortadan kalkıp hikayenin kendi seyrini bulduğu bir durumdu, gene de belirtmek istedim.

    Ellerinize sağlık, seçkide kalıcı olmanız dileğiyle. ^^

    1. Merhaba KoyuBeyaz,

      Giriş kısımları konusunda haklısın sanırım son birkaç öyküdür başıma geliyor. Neden bilmiyorum, belki de kurgunun heyecanıyla direk olaya geçmek isteyip acele ediyorumdur. Ama eleştirini mutlaka dikkate alacağım.

      Beğenmene çok sevindim, yorumun için teşekkür ederim. ^^

  4. Selamlar;

    Öncelikle bu güzel hikaye için tebrikler. Gayet sade, akıcı ve okuyucunun ilgisini sürekli ayakta tutmayı başarabilen, keyifli bir öyküydü. Her iki karakter de oldukça oturaklı bir kişiliğe sahipti. Diyalogları ve betimlemeleri özellikle sevdiğimi belirtmeliyim.

    Hikayenin sonunda baştaki küçük kızla bir diyalog göremediğim için biraz üzüldüm yalnız. Değişen bakış açısını hastasıyla tartışırken görmek ilginç olabilirdi. Bir de lamba cinine ufak bir gönderme bekleyip durdum ama o da olmadı. Bunlar önemsiz ayrıntılar elbette. Genel olarak çok beğendiğim bir hikayeydi çünkü.

    Kaleminize sağlık…

    1. Sevgili mit, sizden böyle bir yorum alabilmek gerçekten onur verici.

      Küçük kızla diyaloga gelince, aklıma gelmedi desem? Benim için o kız, Beren’in (büyük olan) gerçekliğe bakış açısını ve mesleğini açıklamak için kullanılmış bir figürden öte değildi. Birkaç yorumdan sonra hikayenin sonunda kullanmadığıma gerçekten hayıflandım ama.

      Lamba cini olayını ise şöyle açıklayayım. Aslında ikisi de birbiri için lamba cini diye düşünmüştüm. Dile getiremedikleri dileklerini gerçekleştirmelerini sağlayan cesareti birbirlerine veren karakterler. Ama tema fazla derinlerde kalmış gerçekten.

      Değerli yorumunuz için çok teşekkür ederim.

  5. Merhabalar,

    Tek oturuşta okudum, enfesti. Olay çevresinde gelişen bir anlatım yerine psikolojik bir bakış açısı seçmişsiniz, çok da iyi yapmışsınız.

    Hikayenin sonunun havada kalması iyi olmuş bence. Ayrı bir çekicilik katmış sona.

    Küçük bir eleştirim olacak. Diyalogların hepsi değil ama bazı kısımları aceleye getirilmiş ya da tam istenen duygu verilememiş. Karakterin psikolojisini monologda çok güzel işlemenize rağmen bazı yerlerde diyaloga geçince verilmek istenen duygu havada kalmış.

    Hikayeyi genel olarak çok beğendim. Özellikle karakterler arasındaki ilişkilerin zaman içindeki değişimini çok profesyonelce işlemişsiniz, tebrik ettim.

    Kaleminize sağlık…

  6. Okuyucuyu farklı bir bakış açısına yönlendirmeniz çok güzel olmuş. Karşısındakinin hayal olduğunu düşünen insanın belki de kendisinin hayal olabileceği fikri yani… Üsluptaki sadelik konuya daha çabuk odaklanabilmeyi sağlıyor. Genel anlamda çok güzel bir öykü olmasına rağmen kafama takılan tek şey, hangisinin hayal olduğu. Duygusal denebilecek bir finalin yanına bunun da serpiştirilmesini tabii ki isterdim.
    Ayrıca öyküyü benim şu an seçkide bulunan “Sarı Kedi” isimli öyküme biraz yakın bulmak çok hoştu benim için. Güzel bir benzeşme olmuş bence.
    Bu güzel öykünüz için tebrikler.

  7. Öncelikle eline sağlık. Son derece sade ve akıcı bir öykü olmuş. İnsanın içi içini yiyor gerçeğin hangisi olduğunu anlamak için; merak öğesi çok dengeli, inception tadında kalmış:)
    Gözüme takılan birkaç noktayı söylemek isterim;
    Baştaki “küçük çocuk” dediğin gibi öyküyü destekleyici bir öge ama mitin de dediği gibi biraz eksik kalmış. Havada kalmış.
    Bir diğer notum da şu oldu: 28-29 çok da büyük bir yaş değil. Psikolog olmak ve hayattan kopmak için çok genç bile sayılır. Üstelik 20 yaşında bir erkek için çok reddedilebilir bir yaş hiç değil. Belki 39 olsa karakter öyküye biraz daha otururdu. Hayattan kopması biraz daha anlam kazanırdı; kendini güne kaptırması. Ayrıca aynı nedenle “Bak, belki çok daha genç bir kız olsan evimi ihlal etmen hoşuma gidebilirdi ama seni tanımıyorum.” Diyalogu çocuk sanki 16 yaşında olmazsa kadınlardan hoşlanmazmış gibi bir etki yaratıyor. (Bilmiyorum belki de sadece ben böyle düşünüyorumdur. Yaşlandım mı nedir! Alındım. 🙂 )

  8. Selam Galaxie,
    Öyküyü çok ama çok beğendim. Baştan sona yaşanan belirsizlik, anlatımın sadeliği ve bir bakıma masalsılığı, son kısımdaki ithaf… Hepsi birbirinden güzeldi. Kalemine sağlık.

  9. @Emre Balcı, çok teşekkür ederim. En çok da eleştirin için 🙂

    @Gurur Güneş, öyle mi? “Sarı Kedi”yi de en kısa zamanda okumak istiyorum o zaman, sözüm olsun ^^

    @Eretrusilden, sana zaten binlerde kez teşekkür ediyorum.

    @magicalbronze, öyküyü beğenmene çok sevindim gerçekten, gözlerine layık daha nice öykü yazmak dileğiyle ^^

  10. Can sıkıntısından öyle rastgele bakınıyordum. lk önüme geleni açtım. Ama iyikide açmışım. Tek kelimeyle mükemmeldi. Yazım hatan sıfır. Çok akıcı ve sonu merak edilen bir öykü. Sonunu merak ederek okudum hep. Gerçekten de bayıldım.
    Ellerinize yüreğinize düşünen beyninize kaleminize sağlık. Mükemmel

Galaxie için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *