Öykü

Alacalı Ağaç

Güneşin batmasıyla serinleyen rüzgâr beraberinde bulutları getirmiş, yeryüzüne düşen yağmur tanelerini birer birer soğutmuştu. Seyrek başlayan yağmur adeta yumuşak başlı birinin öfkesi gibi beklenmedik şekilde yükselmiş, dur durak bilmemiş, nefes alacak hava dahi bırakmamıştı bu unutulmuş topraklarda yol yürüyen ikiliye.

“Üç parmaklı tanrı Se’nin parmakları kopsun ki böylesi yağmuru ne Kan Buharı harbinde ne de Toba’nın kör ormanlarında gördüm. Bıyığımın iki ucu Kral Tobarin’in saray çeşmeleri gibi; durmadan akıyor!” Geniş omuzlu, zırh kuşanmış iri adam sözlerinin doğruluğunu kanıtlamak istercesine bıyıklarını burdu.

“O uğursuz kralın adını ağzına almamanı defalarca söyledim, bu kadar belanın bizi bulduğu yeter, yenilerini çağırma başımıza…”

“Atlarımızın çalınmasından benim uğursuz sözlerim değil senin inatçılığın mesul. O dar geçit ‘ben haydut yuvasıyım’ diye bağırıyordu,”

“Eğer sarhoş bir orangutan gibi geçidi inleterek konuşmasaydın kimse bizi fark etmeyecekti.”

“Hatırladığım kadarıyla seni ölümün pençesinden bir sarhoş orangutan kurtarmıştı… Siz kadınlar hep haklısınız değil mi?”

Yorgun kadın tartışmanın devamını getirmek için ağzını aralamıştı ki parlak bir ışık tüm gözleri kamaştırdı. Hududun ötesinde gezinen bu kayıp ikilinin gözleri birkaç saniye boyunca beyazdan fazlasını göremedi, ışığın ne olduğunu anladıkları sırada ise şimşeğin akıl almaz gürültüsü kulakları doldurdu. Ses, öylesine yüksekti ki kurumuş çıkıntılı bir dalın kulağın içine hızla girmesi gibi katlanılması zor bir acıyla yere yığıldılar.

* * *

Kadın baygınlığın etkisinden kurtulduğunda harıl, harıl yanan bir ateşin başucunda olduğunu anladı, ani bir hareketle yattığı yerden doğruldu; kocasına hızlıca göz attı; iri adam hala baygın haldeydi. Se’ye ve Üç Parmak’a şükranlar; yaşıyor.

Çevredeki mağaralardan birine taşınmış olmalıydılar çünkü şiddetle yağan yağmurun sesi kadının çınlayan kulaklarında bile bir uğultu gibi dolaşıyordu. Kadın, şaşkınlığını üzerinden atmaya çalışıp çevresine bakındı. Geniş mağaranın duvarına düşen ışık demetleri özenle çizilmiş onlarca resmi aydınlatıyordu. Yıllar içinde üst üste binmiş figürler en sonunda keşmekeşin hâkim olduğu bir tabloyu ortaya çıkarmış gibiydi. Zaman zaman duvarda bir atın kuyruğunu ya da bir evin tüten bacasını görmek pekâlâ mümkündü. Kadının içindeki kâşif kanı titremeye, ısınmaya kısacası onu yerinden kalkmaya zorladı. Dermansız bacaklarını titrek bir gayretle diken kâşif, merak içinde çizimlere yönelmişti ki ev sahibinin sesi içeriyi doldurdu.

“Hududun bu kadar dışında ne aradığınız beni düşündürüyor, huzursuz ruhların höyüklerini mi yoksa Tobarin’in sonsuz ufkunun sırlarını mı? Basit birkaç macerapereste benzediğiniz söylenemez, en iyisi bana kendinizi tanıtmanız olur, yoksa mantıklı bir cevap bulmakta zorlanacağım.” Uzun boylu, kambur adamın yüzünde garip denilebilecek bir gülümseme vardı. Karmaşık siyah saçları uzun sakalına meydan okurcasına, üstündeki eski cüppenin etek uçlarına değin ulaşıyordu.  Bu varoş adam savaş sonrası görevinden terhis edilmiş bir efsunger olmalıydı. Birçok efsungerin kaybedilen savaştan sorumlu tutulduğu bilinen bir gerçekti. Huduttan bu kadar uzaktaki gizemli bir cüppelinin varlığı ise kadın için bir tehditten öteye geçemiyordu. Kâşif kadın, söze girmeden önce hançerinin yerinde olduğuna emin olmak istercesine başparmağının ucuyla silahını yokladı; hâlâ belindeydi.

“Bizi buraya sen mi getirdin?”

“İstediğim cevap bu değildi ama olsun, evet sizi buraya ben taşıdım. Sen kocana göre daha zahmetsizdin,” Gülümsemesini sürdürerek yerde yatan adama bir bakış attıktan sonra devam etti. “Ve evet, o beyaz ışığın kaynağı da bendim. Kötü bir niyetim yoktu, sadece yer değiştirme efsununun ortasına denk geldiniz. Efsunuma biraz daha yakın olsaydınız sanırım şu duvardaki resimler gibi iç içe can verirdik.”

Kadın, böyle tasasız konuşan birine nasıl davranması gerektiğini şaşırmıştı, konuşmaya yeltendi ama ne diyeceğine karar verememişti. Artık hançeri tutan eli karıncalanıyor, silahı kınından kurtarmak istiyordu.

“Şunu bir düşün, size kötülük yapmak isteseydim o hançeri belinde bırakacak kadar ihmalkâr davranır mıydım?”

Kadın, her şeyden önce, bilginin ihtirasıyla yanıp tutuşan insanlar görmüş, böylesi deli bir tutkunun aklı başında birine neler yaptırabileceğine şahit olmuştu. Ayrıca uykudaki bir zihinden bilgi koparmak efsunla bile mümkün değildi, belki de bu garip cüppelinin tek isteği bilgiydi ve o bilgiye ulaşmak için bir çeşit oyun oynuyordu. Kadın şüphelerinin ışığında konuşmaya başladı.

“Ben dördüncü nesil Medeniyet’in hudut kâşifi Melda Hakimrüzgâr, yanımdakinin de kocam olduğunu pekâlâ biliyorsun. Sınır çizgilerinin yeniden çizilmesi ve olası haydut yuvalarının keşfiyle görevlendirildim.” Medeniyet’in otoritesinin onu başlarına gelebilecek şeylerden koruyacağını ya da karşısındakinin böyle bir amacı varsa ona geri adım attıracağını ummuştu. Fakat adamın tepkisi hiç de beklediği gibi olmadı.

“Ah yüzükler, kutsal bağların sessiz mühürleri… Bana bilginin tutkusuyla mühürlenmiş insanlara bakar gibi bakıyorsun ama sizin de burada oluş amacınız bundan pek farklı değil, Alacalı Ağaç her kâşifin felsefe taşı gibidir. Onu arıyorsunuz değil mi, sonsuz bilgiyi köklerinde saklayan ve kökleriyle dünyayı bir arada tutan o kadim ağacı.”

Melda, içindeki kâşif kanının yine titreştiğini hissetti, şaşkınlığını gizlemeye çalıştı ama başaramadı, ilkin kocası ayılana kadar zaman kazanmayı amaçlamıştı ama ilk defa sohbet kadının ilgisini çekiyordu. Hayatı boyunca bu ağacı aramış, girmedik dehliz, aşılmadık deniz bırakmamıştı. Kayıp yazıtlar ve kitapların parçalarından öğrenebildiği kadarıyla Alacalı Ağaç, dört mevsimi dallarında aynı anda yaşayan ve türlü türlü çiçeklerin yapraklarını süslediği bir ağaçtı. Rivayetlere göre kişinin dileklerini bir kâğıda çizmesi ve bu çizimi ağacın köklerine gömmesi durumunda tuttuğu dilekler gerçekleşiyordu. Bu rivayetleri dolaylı yoldan destekleyen ilk nesil Medeniyet’ten kalma kabartmalar bulunması, ağacın peşine düşenlerin sayısını oldukça arttırmıştı. Melda ise bu akıntıya katılan sayısız kişiden yalnızca biriydi.

Yaşadığı şaşkınlığın kısa etkisinden sıyrılıp, çevresini saran mağara duvarına hızlıca baktı.

Yoksa… Olabilir mi?

“Evet,” diye yanıtladı cüppeli, Melda’nın aklındakilerini. “Burası Alacalı Ağaç’ın kökü.”

* * *

Mağara duvarlarını çevreleyen kökün uzantıları ilk defa Melda’nın dikkatini çekmişti. Kalın kökler, tepeden aşağı inen yılanlar gibi kıvrıla kıvrıla mağaranın karanlık köşelerine değin ilerliyordu. Onları taşlardan ayırt etmek oldukça güçtü, aradan geçen binlerce yıl bu kökleri yıpratmış ve sertleştirmişti. Söze giren efsunger oldu, sesi kararlı ve coşku doluydu.

“İki nehrin arasına kurulan ilk medeniyetten bu yana çokça tanrı ve istenen onlarca dilek… Kimi kendi heykelini yapıp mabede koydu, kimiyse aklındakini zanaatıyla yoğurup kendi tanrısını oluşturdu. Ama hepsinin çiğ hali aynıydı, dilek! Sıra sende Melda, sen ne istiyorsun, hayatın boyunca bu ağacı aradın, hayalin nedir, çiz, en çiğ duygularınla çiz!”

Kadın tedirginlik içinde kocasına baktı, kocası baygınlığın etkisinden kurtulmuş şaşkın gözlerle duvara bakıyordu. Bakışları karısıyla efsunger arasında gidip geldi. Hançerini tutan eli katılaştı ve efsungerle Melda’nın arasına girdi. Hemen savaşmaya niyeti yoktu ama tedbiri elden bırakmak istemiyordu.

“Böyle bir ağacın varlığına hiç inanmamıştım Melda, ama sanırım sana başından beri hak vermeliymişim. Peki, çizdikten sonra ne olacak, yani… dileklerimiz gerçekleşecek mi?”

“Son bir ritüelin yerine getirilmesinin ardından, evet gerçekleşecek,” diye yanıtladı efsunger, “Kendi kanınızla çizdiğinizi, yağmur suyuyla ıslatmanız gerekecek.”

Belinden çıkardığı hançeri yavaşça parmağına götüren kocasını Melda durdurdu.

“Dur Mirov, şu duvarın haline bir bak.”

Pürüzsüz sayılabilecek mağara duvarları boş yer kalmayacak şekilde üst üste binen çizimlerle doluydu, onları ayırt etmenin tek yolu aradan geçen senelerin yarattığı ton farkıydı.

“Binlerce yıl boyunca bu kökleri bulan her fani kendi dünyevi isteğini buraya çizmiş baksana! Yıllar içinde ortaya çıkan tek şey ise karmaşa; iç içe geçmiş, anlaşılmayan düğümler… Bencillik binlerce yıl içinde kaosa sürmüş dünyanın dört bucağını. Benim hayalimdeki ağacın kökleri böylesi ağır günahlarla yıpratılmamıştı.” Mirov, Melda’nın ıstırap dolu yüzüne baktı. İlk defa onu adının taşıdığı anlama bu kadar yakınken görmüştü. Adeta hayalleri yıkılan bir çocuk gibiydi.

Melda’nın çaresizliği Mirov’un yorgun bedeninde hüzün ve öfkeyle yer buldu. Zırhlı adam hışımla arkasını döndü. Tam olarak ne yapacağını kendi de bilmiyordu ama efsunger hala ateşin başında duruyor olsaydı onu döve döve konuşturmak isterdi şüphesiz.  Lakin Cüppeli efsunger ne ateşin başında ne de mağaranın yakınlarındaydı. Sanki hayali bir suretmişçesine kaybolmuştu ortadan.

Mağaranın dışına çıktıklarında tepelerinde yükselen devasa bir ağaç görmediler, ya bu ağacın kökleri gövdesinden çok uzaktı ya da efsunger tam bir şarlatandı. Karı koca yağmur dinene kadar mağarada kaldılar, güneş açınca ise mağarayı ağzına kadar kısmen kuru odunlarla doldurup bu körinanç yuvasını ateşe verdiler. Dünyada bunun gibi kaç mağara olduğu bilinemezdi ama en azından birinin duvarları duman ve is lekeleriyle kapanacaktı. Ve artık yeni bir amaç doğmuştu bu ikili için, gök kubbe altındaki her mağarayı bulup yakacaklarına dair yaratıcılarına söz verdiler. Bu ikiliye dolaylı yoldan da olsa yeni bir amaç veren esrarengiz adamın iyi biri mi, yoksa kötü biri mi olduğuysa muğlaklığını yıllarca koruyacaktı.

-SON-

Sefa Tursun

Alacalı Ağaç” için 15 Yorum Var

  1. Merhaba Sefa.
    Öykünü beğendim. Okuması keyifliydi ve hiç sıkmadı. Betimlemelerin de ayrı bir tat katmış. Dileklerden yola çıkarak ulaştığın final de çok iyiydi bence. Eline sağlık.

    1. Merhabalar,
      Zaman ayırıp yorumladığınız için teşekkür ederim, beğenmeniz beni mutlu etti.

  2. Öykünüzü çok beğendim. Hıdırellez temasını kendi fantastikliğinden çıkarıp farklı bir fanteziyle harmanlamışsınız ve hiç de sırıtmamış. Buna ek mağaranın duvarlarındaki çizimleri biraz görmek isterdim açıkçası. Detayları betimleri ve diliyle gayet beğendiğim bir çalışma oldu. Ellerinize sağlık.

    1. Konu fantazya olunca sizden geçer not almak beni oldukça mutlu etti 🙂 Hıdırellez in kendi başına bir fantazya olması beni farklı yollar denemeye sevk etmişti. Zaman ayırdığınız için teşekkür ederim, esen kalın.

      1. Estağfurullah. Burada çoğumuz yazınsal olarak ergen çocuklarız ve birbirimizin yardımıyla büyüyoruz. Gelecek seçkilerde de görüşebilmeyi umuyorum.

  3. Başarılı ve kendini okutan bir öykü elinize sağlık. Olumlu yorumları diğer arkadaşlar dile getirmiş ve onlara katılıyorum; sadece diyaloglar biraz daha geliştirilebilir diye düşünüyorum.

    Sonraki seçkilerde görüşmek üzere.

    1. Merhabalar, belittiğiniz gibi konuşmalar daha derin olabilirdi, bu öykünün geçtiği atmosfere de uyum sağlayabilirdi. Artık başka öykülerde deneyeceğim önerinizi, başka seçkilerde görüşmek üzere.

  4. Merhaba bu güzel öykü için teşekkürler. Ben öykünün biraz sınırlarında sıkıştığını düşündüm. Mağaranın duvarlarındaki o karmaşık dilekler,, insanların beklentilerini, Mirov’un tepkisini, şaşkınlığını daha da tadı çıkartılıp anlatabilirdiniz sanki. Sonu biraz hızlı olmuş. Yıllarca aradıkları şeyi buldukları anda vazgeçişi daha sindirse miydik acaba? Bu söylediklerim güzel öykünüzü daha da fazla okuma isteğimden. Ellerinize, yüreğinize sağlık.

    1. Selamlar, güzel yorumunuz için teşekkürler 🙂 Öyküyü farkında olmadan sınırlara sıkıştırmam ne kötü, neyse ki eksiklerimi gören gözler var seçkide, önerinizi dikkate alacağım, esen kalın.

  5. Merhaba,
    “Körinanç yuvası” ve kendilerini bu yerleri yıkmaya adayan bir çift… Asıl macera finalden sonra başlıyor sanki. Biraz Indiana Jones tadı almadım değil. Fikir güzel ama sonu Nurdan Atay’ın dediği gibi biraz hızlı geldi bana da.
    Kaleminize sağlık.

    1. Merhabalar, dediğiniz gibi asıl macera öyküden sonra başlıyor, bu ikilinin garip bir başka maceralarını görürsem eğer bir köşeye not alır ve yazmaya devam ederim belki. Belirttiğiniz konuda haklısınız, sonu biraz daha uzatılıp öykünün normal seyrine ayak uydurabilirdi, okuyup yorumladığınız için teşekkür ederim.

  6. Merhabalar,

    Öykünün dünyasını güzel yaratmışsınız. Üslubunuz her zamanki gibi akıcıydı. Küçük ayrıntıları çok güzel eklemişsiniz. Konu olarak biraz sade geldi ama; yani öykünün özetini düşündüğümde… Ne var ki hem anlatımdaki hem de diyalogdaki bazı noktalardaki ayrıntılar oldukça hoşuma gitti.:
    “Üç parmaklı tanrı Se’nin parmakları kopsun ki böylesi yağmuru ne Kan Buharı harbinde ne de Toba’nın kör ormanlarında gördüm. Bıyığımın iki ucu Kral Tobarin’in saray çeşmeleri gibi; durmadan akıyor!”
    Atların çalınması
    “Eğer sarhoş bir orangutan gibi geçidi inleterek konuşmasaydın kimse bizi fark etmeyecekti.”
    Se’ye ve Üç Parmak’a şükranlar; yaşıyor.
    Kâşif kadın, söze girmeden önce hançerinin yerinde olduğuna emin olmak istercesine başparmağının ucuyla silahını yokladı; hâlâ belindeydi.
    yer değiştirme efsunu, gibi…

    Elinize sağlık, bir sonraki seçkide görüşmek dileğiyle…

    1. Merhabalar,
      Zaman ayırıp yorumladığınız için teşekkür ederim, eleştirileriniz benim için önemli 🙂 ufak detayları beğenmenize sevindim. Konunun sade olmasının nedenini öykünün saman alevine benzer şekilde aniden parlayıp sönmesine bağlıyorum.
      Önümüzdeki seçkilerde tekrar buluşmak dileğiyle, esen kalın.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *