Öykü

Alerji

“O” günlerden biriydi. Hava soğuk ama güneşli, her şey her zamanki gibi berbat ve her zamanki kadar harikuladeydi. Ne var ki kendi içinden düşme ve yeraltının derinliklerine yığılma hissine engel olamıyor, hayatında yolunda giden pek çok şey olması yazık ki bu durumu değiştirmiyordu…

İş vardı ama iş olması iyi bir şeydi çünkü iş olmazsa para da yoktu. İnsanlarla fazla muhatap olmadan para kazanabileceği bir işi olduğu için şanslıydı. Serbest Çevirmen… İnsanlar bunu yattığın yerden para kazanmanın harika bir yolu olarak görüyorlardı ve belki de haksız sayılmazlardı ama bu da köleliğin farklı bir çeşidiydi: Bilgisayar köleliği… En sevdiği, en iyi bildiği şeyi, yani kelimeleri kusar gibi ekrana dökmenin; şiirler, kitaplar, öyküler yerine bir kez okunduktan sonra çöpe gidecek boktan reklam metinlerini herkes okusun diye çırpınmanın; sıradan cümlelere küçük taklalar attırarak kendini eğlendirmenin neresi serbestti ki? Tatildeyken bile aman iş varken kaçırmayalım abi diye ekran başında sabahlamanın adı özgürlük müydü gerçekten? Olmadık saatlerde gelen her iş maili, dolmuşta omzunu dürten üç amcaya bedeldi. Her meslek ve hobi gibi bilgisayar köleliğinin de on yılı geçmeyen bir son kullanma tarihi vardı ve bu süreyi çoktan geçmişti.

Gecenin körüne kadar NBA finallerini izlediği için sabah yine erken kalkamamıştı ve aşırı uyumaktan sersem gibiydi. On günlük sakalı yüzünü kaşındırıyordu artık. Teslim saati gelen işlerin sahipleri çoktan dürtmeye başladıysa da henüz maillerine bakacak halde değildi… Adam gibi iş istiyorlarsa beklemeyi de bilecekler diye düşündü. Aynı işi yarı fiyatına, yarı zamanda, yarı kalitede yaptıracak varsa da siktirsin gitsin…

Kahvenin altını yaktıktan sonra kapıcının bıraktığı ve asla tamamını okumadığı gazeteyi alıp karıştırmaya başladı. Toronto Raptors’ın Golden State Warriors’ı deplasmanda 114-110 yenerek tarihte ilk NBA şampiyonluğunu kazanması büyük sürprizdi ama bu durum basın dünyasının gözünden kaçmış görünüyordu. Ucuz magazin haberlerinden başka ilgisini çekecek hiçbir şey yoktu içinde… Zengin adamdan nur topu gibi bir çocuk peydahladıktan karısından boşayıp onunla evlenen, göz kamaştırıcı bir düğün ve basına sızan skandal eğlence görüntülerinin ardından Burning Man’lerde, Coachella’larda çılgınca sekip, daha gündem kendine gelemeden hızlıca boşanan kız ülkeyi ikiye bölmüştü… Kimileri yuva yıkanın yuvası olmaz diye yerden yere vuruyor, oyunu çılgın kızdan yana kullanan bazı köşe yazarları ise özgür ruhlu ve ne istediğini bilen kadınları kimsenin çekemediğini söylüyorlardı. Oysa kimin hayatı hakkında uzaktan kim neyi bilebilirdi ki? Kız güzeldi, kıçı çok tatlıydı ama böyle bebeksi tipleri seksi bulamayacak kadar eski kafalıydı artık… Kadın denince aklına Monica Belluci, Drew Berrymore, Salma Hayek falan geliyordu hâlâ… Daha yumuşak ve yuvarlak tipler… Sırf eğlencesine ve bu bayık günde biraz olsun haline şükredebilmek için ilan sayfasına göz gezdirdi. Art arda okunduğunda hepsi eşsiz bir Haiku gibiydi:

Beylikdüzü’ne tecrübeli, ahlaklı plastik enjeksiyon ustaları aranıyor

İkinci el ve sıfır protez malzemeleri

Acımız büyük…

Derken büyük puntoyla yazılmış küçük bir ilan dikkatini çekti:

KENDİNİZE ALERJİNİZ Mİ VAR?

KAŞIMAYIN.

İlana 216’lı bir de telefon numarası iliştirilmişti. Arkasına yaslanıp kahvesinden büyük bir yudum aldıktan sonra gözlerini boşluğa dikti. Havada uçuşan başıboş toz parçaları huzurlu görünüyorlardı, hatta keyifleri oldukça yerindeydi. Parkta yürüyüş yapıp biraz güneş almak harika bir fikir olabilirdi ama bunu kesinlikle yapmayacaktı. Son günlerde kendine iyi gelecek şeylere karşı güçlü bir direnç geliştirmişti. Bu konuda ısrar edeceklere bir çift lafı varsa da yormak istemiyordu kendini…

Akşama doğru işler hafifleyince kendini ne yapacağını bilemedi. Cesaretini toplayıp telefonu eline aldı ve numarayı çevirdi.

“Alo?”

“Merhaba, iyi günler.”

“…”

“Affedersiniz… Gazetedeki ilan için aramıştım da. Kusura bakmayın rahatsız ettim.”

“Evet, biraz ettiniz. Hayırdır, alerjiniz mi var?”

“Evet” dedi çekinerek. Karşıdakinin sıkıntıyla iç geçirdiğini duyabiliyordu. Ne yaşlı, ne genç, sıradan bir erkek sesiydi bu.

“Size kaşımamanızı söylemiştim. Sözümü dinleyin ve kaşımayı bırakın” dedikten sonra telefonu kapattı.

Birkaç saat sonra, akşam birası eşliğinde dizi izlerken dikkati dağılmış, konuyu takip edememişti. Vampir, kurt adam, peri, uzaylı, zaman yolcusu herkesi doldurmuşlardı diziye. Bir Hababam sınıfıyla Mahmut Hoca eksikti… Voodoo büyüsü ile nihayet kurtadam güçlerini de elde eden vampirbaşı kasabayı parça pinçik ederken öğlen olanları düşündü. Gazetedeki ilandan telefon konuşmasına hepsi çok saçmaydı. Adamın yardımcı olmaya niyeti yoksa ne diye ilan vermişti ki? Bir insanın kendine alerjisi olması ne demekti? Düpedüz kaşınıyordu işte… Ertesi gün tekrar aramaya karar verdi.

Gece zar zor uyuduğu gibi sabah kalktığında da aklında sadece gazetedeki ilan vardı. Kahvesini yudumlarken numarayı tuşladı. Karşı tarafta açan olmayınca düpedüz sinirlenmişti… Telefon numarasından adresi bulabilir miydi? Bulsa ne yapacaktı ki, gidip adamın kapısına mı dayanacaktı? Karşısına geçip ne diyecekti ki? Birkaç gün bu düşüncelerle oyalandıktan sonra aklına Bukowski Seven Adam geldi. Arada sırada bira içip bilardo oynadığı BSA, üniversiteden beri görüşmeye devam ettiği nadir arkadaşlarından biriydi. Fazla soru sormadığı, hayatı çözmeye ya da hayat dersi vermeye çalışmadığı için seviyordu BSA’yı. Elemanın tek derdi bir türlü aşamadığı Bukowski evresiydi… Dünya edebiyatının büyülü kapılarını Bukowski’yle aralamış ve aynı gün yine Bukowski’yle kapamıştı. Okuduğu tek yazar Bukowski’ydi ama Bukowski seven kızlar (BSK) nedense onunla ilgilenmiyordu bir türlü. Bunun başlıca nedeni de Sarıyer Adliyesi’nde Cumhuriyet Savcısı olarak görev yapmasıydı. Hayatının bu müthiş ikilemine deva olacak kadına bir gün rastlayabileceğinden çok da emin değildi…

BSA’yı bilardo bahanesiyle Anadolu yakasına getirip evde Uriah Heep plakları eşliğinde sarhoş ederek ilandaki telefon numarasının ait olduğu adresi bulmaya ikna etti. Ertesi gün adliyeden aradığında BSA’nın öylesine başı ağrıyordu ki verdiği sözden duyduğu pişmanlığı hissedemiyordu bile. Gizemli adres yaklaşık yarım saat sonra elindeydi ama şimdi her şey daha da zorlaşmıştı. Üsküdar’da, Salacak’ta bir apartman dairesi… Bu kadar yakın ve erişilebilir olması sinir bozucuydu. Oysa İstanbul’un hayatında görmediği, nasıl gidileceğini bile bilmediği ücra köşelerinden birinde olsa kolayca vazgeçebilirdi… Yıl 2019 olmuş ama ışınlanma teknolojisi hala bulunamamıştı. Doksan yaşına gelince salondan tuvalete ışınlansan kaç yazardı ki?

Apartman merdivenlerini çıkarken zihninde tuhaf bir boşluk vardı. Kapı açıldığında neyle karşılaşacağını, ne diyeceğini doğru dürüst düşünmemişti bile. Zili çaldığında kuş sesleri duyuldu. Bir zamanların en gözde kapı zillerinden biriydi bu. Müthiş bir canlılıkla başlayan cıvıldamaların gitgide azalarak yok olması insana kafesin yavaşça suda batmakta olduğunu düşündürüyordu. Bilmediği bir yerde, tanımadığı bir adamın kapısında ne işi vardı? Belki de ertesi sabah doğranmış bedenini sokağın karşısındaki çöpte bulacaklardı…

“Kim o?”

“Gazetedeki ilan için aramıştım” dediğinde karşıdan kuru bir öksürük dışında cevap gelmedi. Sesi telefondakine göre daha yaşlı gibiydi. Gözetleme deliğindeki karaltıya bakılırsa bir süre inceledikten sonra geri çekildi adam.

“Buraya neden geldin? Sana kaşımamanı söylemiştim. Kaşıdıkça daha da beter kaşınacak. Derdin nedir senin ha, söylesene?”

Bir an için düşündükten sonra “Bilmiyorum” dedi. “Aslında öyle büyük bir derdim yok. Sadece…”

“Kaşınıyorsun değil mi? Tahmin etmiştim” dedi kapının ardındaki. “Şimdi… Kapıdaki posta kutusunu aç, içinde kâğıt kalem var. Telefon numaranı kâğıda yazıp siktir git, bir daha da beni rahatsız etme anladın mı? Kaşıntın yakında sona erecek. Dayanamayacak hale geldiğinde gazeteye ilan verirsin. Şimdi defol git buradan!”

Az sonra dolmuş kuyruğunda beklerken, olup bitene anlam veremiyordu. Boş kalan tek koltuk şoför arkasındaydı ama elinde koca alışveriş torbalarıyla iri yarı, göbekli bir kadın yana kayıp yer vermek istemedi. Torbaların üzerinden aşarak koltuğa ulaşmayı başardığında olabildiğince büzüşüp küçülttü bedenini. Yine de alışveriş yığınlarıyla dolu torbalar omuzlarına dayanıyor, çiçekli taytın içindeki dev butlar bacaklarını daha da sıkıştırıyordu. Çok geçmeden kadın telefonla bir arkadaşını arayıp yüksek sesle anlatmaya başladı.

“Kendini ne sanıyo bu ya? Her toplantıda Aykut’un yanında bi havalar… Sen önce o dibi gelmiş saçlarını boyat bi zahmet… Ne güzelliğimizi çekebiliyorlar, ne çirkinliğimizi… Bi kere benim kilomdan sana ne!?”

Direksiyonun yanındaki çıkartmada “Yüksek sesle ve uzun süre telefonda konuşmayınız” yazıyordu ama nafile… Kendi düşüncelerini bile duyamaz haldeydi.

Eve vardığında gazeteyi eline alıp ilanı tekrar okudu…

KENDİNİZE ALERJİNİZ Mİ VAR?

KAŞIMAYIN.

Demek gerçekten de kendine alerjisi vardı ve adamın dediğine göre birkaç gün içinde kaşıntısı geçecekti. Peki kaşıntı geçtikten sonra niye dayanamayacak hale gelecekti ki? Yasadışı yollardan elde ettiği tuhaf bir adrese gitmesi başlı başına hataydı. Hepsi abuk bir şakadan ibaret olabilir miydi?

Birkaç gün sonra olmadık saatlerde eve tuhaf telefonlar gelmeye başladı… İlkinde sadece kurmalı bir oyuncak sesi vardı ve birisi usul usul ağlıyordu sanki. Bir süre dinledikten sonra siniri bozulup kapattı. İkincisi dul komşusunu kıskanan bir kadındı. “Sürekli geziyor” diyordu. “İşi gücü derdi hiçbir şeysi yok. Çocukları da büyüttü. Benimse bütün gün işte anam ağlıyor eve gelince de hizmetçi gibi kendimi paralıyorum, kimsenin haberinde değil…”

“Ablacım haberinde değil ne demek? Türkçe mi bu şimdi!” diye isyan etti ama cevap verdiğinde karşıdakiler onu duymuyordu zaten. Telefonu kapamaya çalıştığında da kapanmıyordu bir türlü. Daha doğrusu kapatsa bile tekrar açtığında anlatmaya devam ettiklerini fark ediyordu. Bir süre merakla insanları dinledi. “Dayanamıyorum” diyordu bir diğeri. “Tükendim artık, gücüm kalmadı…” Sonra sürekli trenlerden ve kuşlardan bahseden bir adam vardı… Bir de sınıf arkadaşından nefret eden çocuk. Bir süre sonra onlara yardımcı olamayacağını kabullenip sadece dinledi. Zaten sadece anlatmak istiyorlardı… Birinin o koca çenesini açıp ukalalık etmesi ya da tavsiye vermesi yerine sadece dinlemesine ihtiyaçları vardı.

Hayatı boyunca istenmeyen tavsiyelerden nefret etmişti. İstenmeyen tavsiye burnunu sokmaktan başka bir şey değildi ve maalesef herkes her şeyi çok iyi biliyordu memlekette. Sırf bu yüzden sıkıntısını, derdini kimselere anlatmaz olmuştu. Aslında spora başlasan çok iyi gelir, evde çalışıyosun ya, seninki hep hareketsizlikten… Bence bir daha arama, arayacaksa o arasın… Aslında sadece bi kadeh içip evine de gidebilirsin… Evlenmeyi düşünmedin mi?.. Sonsuza dek böyle yaşamayacaksın herhalde… Gluteni bıraktıktan sonra enerjimiz tavan yaptı be abi...

Oysa onu arayanlar böyle araba dolusu laf işitmeden güzelce içlerini dökebiliyorlardı. Kapının ardındaki adamın dediği gibi, iki üç gün içinde kaşıntısı geçmişti. Hiçbir şeyi dert etmiyordu artık. …Fight Club makinesi ayağınıza geldi… Evinizin konforunda, burnunuz bile kanamadan, dayak yemeden gevşeyin… İnsanların dertlerini dinledikçe kendi hayatını daha da beğeniyor, ne kadar şanslı olduğunu düşünüyordu. Ne trafik derdi vardı ne de şehrin öbür ucunda bir ofise gidip onun bunun ağız kokusunu çekiyordu. Tamam kendine göre sıkıntıları vardı ama diğerlerinin yanında neydi ki? Harika hissediyordu kendini.

Her telefonu büyük bir merakla açıyor, bazen hoparlöre alıp müzik eşliğinde yemek yaparken ya da koşu bandında yürüyüş yaparken dinliyor, kimi hikâyeler yüreğini burkarken bazen de gülmekten yerlere yatıyordu. Saçlarını kestirdi, daha sık tıraş olmaya, dışarı daha çok çıkmaya başladı. Arkadaşlarına anlatacağı müthiş hikâyeleri vardı ve hepsinden önemlisi hafiflemişti. Fakat bir süre sonra dinlediği hikâyelerin canlandırıcı etkisi azalmaya başladı. İnsanlar saçma sapan, uyduruk dertlerini dünyanın en büyük tasasıymış gibi saatlerce anlatıyorlardı. Gerçekten trajik olanları ise artık yüreği kaldırmıyordu. Bir gün aradıklarında açmadı ama telefon saatlerce susmak bilmedi. Arayanların sayısı gitgide artıyordu sanki… Sonraki hafta evdeki telefonu söküp attı. Bu çağda hâlâ ev telefonu kullanan kaç kişi kalmıştı ki zaten? Fakat bu sefer de aramalar cep telefonuna gelmeye başladı. İşin kötüsü hattını kapatıp yeni bir numara aldığında durum değişmedi. Ne ikinci, ne de üçüncü hatta… Kendi bile üç beş bira karşılığında savcı arkadaşını telefon numarasından adres bulmaya ikna edebiliyorsa kafaya koyduktan sonra neler yapılmazdı ki? Belki de korksa iyi ederdi.

Yirmili yaşlarında bir gencin köprüden atlamaya karar verdiği günden sonra her şey daha da kötüye gitti. Ne kadar haykırıp yalvarsa da sesini duyuramıyordu delikanlıya bir türlü. Çağrıların hepsi bilinmeyen numaradan geldiği için geri araması imkânsızdı. Durumu BSA’ya anlatmayı ve yardım istemeyi düşündüyse de vazgeçti. Olan biteni nasıl açıklayabilirdi ki? Sabahları daha ayılmadan bakkala inip ne kadar ucuz gazete varsa hepsini alıyor, dokunmayı unuttuğu kahvesi soğurken intihar haberlerini taramaya başlıyordu. Bir türlü kabullenemiyor, içinde saçma sapan, mantıksız bir isyan kopuyordu. Gencecik bir insan… Her şey kötü gidiyorsa, kaybedecek hiçbir şeyi yoksa köprüden atlamak yerine hepsini geride bırakıp sıfırdan başlayamaz mıydı? Otogara gidip nereye gittiğini bilmediği ilk otobüse atlayamaz mıydı? Gittiği yerde garsonluk ya da hamallık yapamaz mıydı? Banka soyup Japonya’da ya da Bahamalar’da yepyeni bir hayata başlayamaz mıydı? O da olmazsa Manisa Tarzanı gibi ormana sığınamaz mıydı? Kimsenin bu saçma sapan tavsiyelere kulak verecek hali olmadığını çok iyi biliyordu. Eskiden kendine çözümsüz görünen tüm dertlerinden arınmış, kaşıntısından kurtulmuştu belki ama artık dayanamayacak hale gelmişti. Gazeteyi arayıp büyük puntoyla küçük bir ilan verdi.

KENDİNİZE ALERJİNİZ Mİ VAR?

KAŞIMAYIN.

Gökseki, Eylül 2019

Sona Ertekin

1977’de Erzincan’da doğdu. Hacettepe Üniversitesi’nde Amerikan Kültürü Edebiyatı okuduktan sonra İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Sinema-TV alanında yüksek lisans yaptı. Cumhuriyet, Cumhuriyet Dergi ve Yeni Yüzyıl başta olmak üzere ana akım ve yeraltı yayınlarında düzensiz olarak yazılar yazdı. Reklam yazarlığı ve dergicilik deneyimlerinin ardından yedi yıl boyunca Açık Radyo’da programcı-sunucu olarak çalıştı ve Açık Kitap’ın editörlüğünü üstlendi. 2008 yılından itibaren ofis yaşamını geride bırakıp serbest çevirmen olarak Uzak Asya’nın tropik ve dağlık bölgelerini dolaştı. Aktüel dergisinde iki yıl boyunca “Sona’dan Mektup Var” adıyla seyahat yazıları yazdı. Barbarları Beklerken (Müge Gürsoy Sökmen, Başak Ertür ve Doğan Şahiner’le birlikte, 2010), Filmlerle Sosyoloji (Bülent Diken ve Carsten Bagge Laustsen, 2010), Kovboy Kızlar da Hüzünlenir (Tom Robbins, 2012) gibi kitapların çevirmenliğini yaptı. Kaya tırmanışı, ateş jonglörlüğü, dalış, Tibet masajı, yoga ve modern dansla ilgilendi. 10 yıl boyunca Sona Shine adıyla psytrance DJ’liği yaptıktan sonra rave’lerden emekli oldu. Evli ve Rüzgar adında harika bir çocuğun ikinci annesi olarak ülkenin Güney kıyılarında yaşıyor, yazıyor, fırsat buldukça dalıyor, sağlıklı lezzetler yaratmakla ilgileniyor ve pole dans eğitmenliği yapıyor.