Öykü

Anın Ruhu

Dönergeç dedikleri aletin yanındaki kafe, seyyar masalarla çevriliydi. Bu seyyar masalardan en içeridekinde birbirine çok benzeyen iki adam oturmaktaydı.

“Bak, aslında şimdi zamanı değil. Anlıyor musun?” dedi birincisi.

“Kahretsin, dayanamıyorum,” diye cevap verdi ikincisi.

İkisi de çaylarını yudumladılar. Fincanı tabağın üzerine koydular, nihalenin üzerindeki çaydanlıktan bir bardak daha çay doldurdular, ılık çayı bir dikişte bitirip ayağa kalktılar. Ellerini sakince bellerine götürüp, iki silah çıkardılar.

**
Dönergeç dedikleri aletin çok uzağında, eski lunapark alanının girişinde iki balerin yoldan geçenlerin dikkatini çekmek için dans ediyorlardı.

“Çok yoruldum,” diye fısıldadı sarı saçlı olan.

“Biraz daha dayan, diğerleri neredeyse gelir,” dedi diğeri.

Benzer figürleri sergileyip olağan müşterilerin, meraklı çocukların, ergenliğe yeni girmiş gençlerin çok önemli ilgisini çekip alkışları topladıktan sonra. İkisi de girişteki görevliden eşyalarını alıp soyunma kabinlerine doğru ilerlediler.

**
Dönergeç dedikleri aletin tam içinde, iki çocuk kendilerine ayrılmış, araçta beklemekteydiler.

“Gerçekten de bu ilk sefer miymiş?” dedi gözlüklü olan.

“Evet, annem öyle söyledi, o yüzden binme dediydi,” dedi, esmer ve kısa saçlı olan vakur bir edayla.

Bütün araçların içi dolmuştu. Görevli kabindeki arkadaşına işaret etti. Kabindeki adam kendisine günlerdir ezberletilen kuralları mikrofondan okumaya başladı.

“Kuralları okuyorum. Araç yeni olduğu için ilk birkaç seferde bunlara uymak zorundasınız.

Kesinlikle uzaklara sarkmayın.

Hiçbir şey atmayın.

Yanınızdakiyle temasa geçmeyin.

Sakın ama sakın ayağa kalkmayın.

Ve asla alet çalışırken dışarı çıkmayı denemeyin.”

Ne olacağını merak ederek kolu aralarda duraksayarak üç kez aşağıya çekti. Köşede oturan yaşlı adam gülümsedi.

**
Dönergeç dedikler aletin icadından çok önce, bir kadın, “göklerdeki Lucy’ye ulaşmanın verdiği mutlulukla, sevgilisinin beline sarıldı. Nereye gittikleri hakkında en ufak bir fikri bile yoktu. Gördüğü şeyler sadece gökyüzüne doğru uzayıp giden bir yol ve yolun üstünde koca bir yuvarlaktı. İçinde bu yuvarlağın ne olduğunu bildiğine dair ilginç bir his vardı. Ama kahkahalarını bastıramadı.

“Beni Mars’a mı çıkaracaksın.”

“Sen Mars’a çoktan çıktın bebeğim,” dedi, sırıtarak uzun saçlı ve çenesinde bir tutam sakal olan genç. Sevgilisini kendisine daha da yaklaştırdı, öptü. Sonra Dönmedolabın bir bölmesine yerleştiler. Dolap dönmeye başlayınca kız da çığlıklarını tutamamıştı, oğlanın gördüğü şey, güzeller güzeli sevgilisinin koltuğun üzerine çıkıp gittikçe yaklaştıkları zirveye doğru bağırdıydı. Kızın gördüğü ise, arkasından kovalayan fiziksel deformasyona uğramış, ilginç bir yaratığa karşı, zirveye doğru açılan bir yoldu. Ve kendini yola doğru attı…

**
Dönergeç dedikleri aletin dışında, adam, kendisine verilen emirleri yerine getirmenin verdiği huzursuzlukla, kabine doğru ilerledi. Kaç gündür şu aleti bir kez olsun denememişlerdi. Anahtar sadece karnaval direktöründeydi. Bu yüzden aleti kimse binmiyorken dahi çalıştıramamıştı. Bu başına ilk kez geliyordu, o da sinirden oturup Dönergeç’in bir çizimini yapmış, mekaniğini kavramaya çalışmıştı. Ama büyük bir kare içerisinde duran on altı direk ve onlara bağlı on altı aracın ne yaptığını anlamak kolay olmamıştı. Yine de direklerin içinden bol sayıda tel ve ilginç mavi bir sıvı taşıyan tüpün geçtiğini fark etmişti. Başlangıçta sıvıyı aletlerin soğumasını sağlayan antifriz katılmış su sanmıştı. Ama sonra su kadar akışkan olmadığını görmüştü. Sonuç olarak sıvının alet için bir nevi yakıt olabileceğini ve tellerin de araçları “çivi” diye düşündüğü direklerin üzerinde spiraller şeklinde döndüreceği kanısına ulaşmıştı. Ama aleti çalıştıran gücün sadece elektrikte olmadığını fark etmişti, bu aletteki mavi sıvının da çalışması ve görevini yerine getirmesi için, anladığı kadarıyla elektrik gerekmiyordu. Ama çalıştıran bir şey de olmalıydı.

Bu göreve atanmasıyla birlikte adama son üç gününü karnaval alanında geçirmesi söylenmişti. Aptal bir oyuncağı çalıştırmak için böylesine hazırlığı anlamsız bulmuştu. Ancak önerilen fiyat o kadar yüksekti ki, adam şaşkınlıktan dilini yutmuştu. Sadece bir kolu çekecek ve neredeyse zengin olacaktı. Adam görevi kabul etti. Zaten yapacağı başka bir iş de yoktu. Ne bir sevgilisi vardı, ne de sürekli takıldığı arkadaşları, vaktini kiraladığı küçük odada bilgisayarının başında, kitaplarıyla birlikte, ya da bir şeyler çiziktirerek geçiriyordu. Ve lakin mutlu da sayılırdı.

Adamın lunaparkta kaldığı üç gün süresince karnaval hazırlıkları tamamlanmıştı. Bu arada, yaşlı direktör de ona bir şeyler anlatmıştı. Aslında, onu özel olarak çağırıp, karnavalın neden elli yıl gibi uzun bir süre dondurulduğunu anlatmıştı. Söylediğine göre, zamanında yeterli güvenlik önlemi alınmadığı için, genç bir kız kendisini dönmedolaptan atarak intihar etmişti. Bunun üzerine lunapark kapatılmış ve giriş tamamen yasaklanmıştı. Ancak direktörün fikirleri farklıydı. Olayın resmi açıklamanın aksine bilinçli olmadığını söylüyor, kızın uyuşturucunun etkisi altında olduğunu iddia ediyordu. Lunaparka girişlerin bile tamamen yasaklanmasınaysa anlam veremiyordu.

Karnavalın açılışının yapılacağı gün ise, direktör, adamı odasına çağırmıştı. Olayların neden bu kadar büyütüldüğüne dair tek bir fikri bile olmayan adam, bir şeyler öğrenme umuduyla gitmişti. Gittiğinde çok güzel iki kızın odadan çıktıklarını görmüştü, kızlar kendisine göz kırpıp kıkırdamışlardı. Adam da arkalarından bakarak gülümsemiş, daha sonra da bunların direktörün torunları olduğunu ve balerin olarak işe alındıklarını duymuştu. İçeriye girdiğinde her tarafın kitaplarla darmadağınık olduğunu duvarlarda ise ilginç çizimler olduğunu gördü.

“Neredeyse otuz yıldır, bu karnavalı olmadık yerlere götürdüm. Sonunda evine dönüyor. Buna memnun muyum bilemem, burası küçük bir kasaba, ilginin nasıl olacağını kestiremiyorum. Diğer yerlerde çok iyi karşılanmıştık. Hata bazı yerlerde o kadar iyi karşılandık ki şanımıza tarlalarına şekiller çizdiler, taşlardan heykellerimizi yaptılar,” dedi direktör. Adam çok şaşırmıştı, karnavalın elli yıldır faaliyette olmadığını sanıyordu. “Evet, otuz beş yıl önce tekrar başladık. İlginç yerleri gezdik, hiçbirinizin tahmin edemeyeceği yerleri.” Bir an duraksadı, arkasındaki dolabın en alt çekmecisini karıştırdı ve bir tomar tozlu kağıt çıkardı. Arasından birini alıp adama verdi.

“Bu nedir sence?”

“Mm… Şeye benziyor sanki…” adam iyice şaşkına dönmüştü, kağıt neredeyse yirmi senelikti ve yazılar silik silikti, ama üzerindeki teorik çizimler ve semboller ancak bir şeyi ifade ediyor olabilirdi. “Dönergeç?”

“Bu işten anladığını biliyordum.” Adam kahkaha attı. “Dikkatli bak, o Dönergeç değil.” Adam daha dikkatli baktı ve bu çizimde aletin altında iki uzun bıçak olduğunu fark etti.

“Bıçaklar, onların özelliği nedir?” diye sordu.

“Onlar sembolik şeyler, yani öyle olduğunu tahmin ediyoruz. Asıl önemli noktayı kaçırıyorsun. Yakıt tankı. Bak, bunda yok.” Yakıt tankının olmadığını şimdi fark eden adam biraz hayal kırıklığına uğramıştı.

“Sana her şeyi anlatmayacağım, bekle, orada okuyacağın kuralları getireyim,” dedi ve odadan çıktı. Bu sırada adam, bir süre çevresine bakındı. Her tarafa yayılmış kitapların, teorik fizik, kuantum mekaniği ve ara sıra saçılmış kurgu kitaplardan oluştuğunu gördü. Özellikle karşıya tutturulmuş “Galteç” adlı makale ilginç görünüyordu. Tamamen el yazmasıyla yazılmış makalenin üzerinde içinde bir insanın oturduğu ilginç çizimli aletler yer alıyordu. Altındaki imza da orijinal görünüyordu ve adam baktığında “R. Gott” yazısını okuyabildiğini sandı. Tam o sırada direktör tekrar odaya girdi.

“Anlıyorsun ya, çok çalışıyorum. Neyse, al bakalım, ezberle bunları. Sakın yanlış okuma ve asla kağıttan okuma.” Ufak eskimiş bir kağır ve aletin anahtarını uzattı.

“Neden?” diye sordu adam.

“Her işin bir doğası vardır. Bak, dünya da kendi ekseni etrafında dönerek hareket eder. Değil mi? Bu sayede her şey böyledir. Dönmese ya da örneğin, belirli karmaşıklık düzeyinin üzerine çıksa, daha farklı şeyler olurdu. Her yaptığın hareketin, bulunduğun çevrede bir sonucu vardır ve ben sana doğru olanı söylüyorum.”

Adam şaşkın bir şekilde odadan çıkmıştı. Şimdi kabine doğru ilerlerken aklındaki kuralları içinden bir kez daha saydı. Arkadaşı bütün araçların kilitli olduğunu onaylamıştı. Önünde heyecanla sohbet eden iki çocuğa baktı. Gözlüklü olan endişeli görünüyordu, esmer ve kısa saçlı olansa vakur görünüyordu. Adam, gülümsedi. Mikrofonu açtı. Mikrofonun yanında duran aynadan, iki balerinin hemen arkadaki soyunma odasına girdiklerini gördü. “Kuralları okuyorum,” dedi. Kızlardan birisi arkasını dönüp bakmış, diğeriyse kabinin kapısını kapatmıştı. “Araç yeni olduğu için ilk birkaç seferde bunlara uymak zorundasınız,” dedi ve diğer kızın da kabine girdiğini gördü.

“Kesinlikle uzaklara sarkmayın.

Hiçbir şey atmayın.

Yanınızdakiyle temasa geçmeyin.

Sakın ama sakın ayağa kalkmayın.

Ve asla alet çalışırken dışarı çıkmayı denemeyin.”

Ardından içinden üçe kadar saydı. Heyecanını bastırarak kolu çekti, “çivi”lerdeki sıvıların akış hareketlerini fark etmişti. Aynaya baktı, kızlardan birinin kabinden çıkarken takılarak düştüğünü gördü, güldü. Ve ikinci kez kolu çekti. Ne olduğunu görmek için ileri baktığında iki adamın bir kafenin önünde sırtları dönük bir şekilde dikildiklerini gördü. Kolu üçüncü kez indirdiği anda bir silah sesi, arkalardan gelen bir kız çığlığıyla birleşti. Metalik bir ışık parlamasının ardından, alet daha önce fark etmediği arka köşede oturan direktörle birlikte, adamın gözlerinin önünde yok oldu.

Özgürcan Uzunyaşa

İstanbul'da yaşıyorum. Film yapıyorum. Üç arkadaşımla birlikte Marşandiz Fanzin'i çıkarıyorum.

Anın Ruhu” için 5 Yorum Var

  1. Selamlar.

    Özgürcan ilk defa -açık yüreklilikle söylüyorum ki- bir öykünü bu kadar başarılı buldum. Tasvirlerinden diyaloglarına kadar her şey pek yerindeydi. Karnaval havasını iyi yaşatmışsın. Önceki hikayelerinde karşılaştığım, geçişlerdeki anlam bulanıklığı da bu hikayede sıfıra inmiş gibiydi.

    Sadece sonu beni pek tatmin etmedi. Ama bence yazarın en özgür olduğu yer de öykünün sonudur. Bana (ya da okuyucuya) göre değil, kendini tatmin edecek bir sona yönelmen en güzeli. (Yine de daha belirgin bir son olsa, hoş olurmuş. 😛 )

    Kalemine sağlık, yeni öykülerini merakla bekliyorum.

  2. Son her şeydir. Bunun iki anlamı var: Ya sona giderken gelişen tüm olaylar sonu mükemmel kılmalı ya da sona ulaşana kadar aslında anlamsız gibi görünen tüm ana hikaye anlam kazanaarak kör edilmiş okuyucuyu şaşırtarak ışığa boğmalı (onu etkilemeli.) Bu ikisi arasında alengirli bir çizgi çekmişsin. Geçişler Darly’nin de belirttiği üzere kaymak gibi. Tebrikler güzel iş.

  3. İlginç ve değişik bir öyküydü. R.Gott, ünlü zaman-yolcuuğu profesörü Richard Gott’u temsil ediyor sanırsam. Tarlalara çizilen resimler ve dikilen heykeller de şu meşhur “uzaylı” eserlerine bir göndermeydi. Bu tür ayrıntılar ve göndermeler hikayelerde en sevdiğim şeylerdir. Hikayenin sonu da bence gayet iyiydi. En azından beklediğim gibiydi. Ellerine sağlık…

  4. Bu aralar bir bilim-kurgu hevesim vardı. O yüzden böyle yazdım bunu. Sonu beğenmemişsiniz, ben okuyucuya bırakmıştım biraz, zaman bir ilüszyondur zira :).

    ve mit evet o Richard Gott 🙂 Bu tarz göndermeleri severim. Bugünlerde bilim-kurgu hevesim vardı böyle yapayım dedim.

    teşekkürler.

  5. Mükemmel olmasada ona yakın bir hikayeydi.Geçişler güzel,akıcılık etkin,ilginçliği üst düzeyde ve kendisi önünde eğilinecek kadar iyiydi.Güzel bir yazıydı ama genede bir kaç ufak hatan var baştan okursan bunları kendinde fark edeceğine inanıyorum.

    Kalemine ve onu tutan ellerine sağlık!!!

Özgür için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *