İstanbul, Caz Çağı…
“Neden dans etmiyorsun ağabey?” diye sordu Şevval.
“İşim var.”
“Orada dikiliyorsun. Kimi seyrediyorsun sen?”
“Hiç kimseyi.”
“Hadi ama ağabey biraz eğlenemez misin? Gecenin yıldızı sensin. Herkes icadını konuşuyor. Gelecek yüz yılı değiştirdiğini söylüyorlar. Sana Rönesans adamı diyorlar. Salondaki bütün kızlar seninle dans etmek için ölüyor.”
“O hariç. Baksana ne kadar mutlu. Sanki benim varlığımı farkında değil.”
“Gidip onu dansa kaldırsana.”
“Olmaz.”
“Neden?”
“Neden kaldırayım?”
“Belli ki ondan hoşlanıyorsun.”
“Hem de çok.”
“O zaman ne duruyorsun?”
“Diyelim ki onu dansa kaldırdım, sonra ne olacak?”
“Belki yakınlaşırsınız.”
“Sonra?”
“Onu yemeğe çıkarırsın.”
“Sonra?”
“Sevgili olursunuz.”
“Sonra?”
“Sonra, sonra, sonra… Ne sonrası? Onu gerçekten seviyorsan evlenirsiniz.”
“İşte bu yüzden olmaz Şevval. Ben kadınlarla iletişim kurabilecek biri değilim. Benimle ne sıklıkta kavga ediyorsun?”
“Epey sık.”
“Ne demek istediğimi anladın mı?”
“Saçmalıyorsun. Ömrünü böyle geçiremezsin. Daha kimseyi öpmedin bile değil mi?”
Safer başıyla onayladı. “Aynı anda o kadar farklı şeyler düşünüyorum ki çoğu zaman dünyada benden başka insanların yaşadığını unutuyorum. Benimle uğraşma. Benden adam olmaz. Gidiyorum, soranlara bir şey uydurursun.”
“Nereye gidiyorsun ya?”
“İşim var, hikmet kapısını arıyorum.”
“Hâlâ aynı saçmalık mı?”
Safer dinlemedi, çıkıp gitti.
* * *
Safer evine doğru yürüyordu. Araba kullanmayı sevmezdi. Kendini mekanik parçalardan oluşan bir varlığa teslim ediyormuş gibi hissediyordu. O gece, yolunun yaklaşık bir buçuk saat süreceğini hesap etmişti. Ay ışığı, İstanbul’un ara sokaklarına çarpıyor, tarihi kente kendine has gotik bir görünüm veriyordu.
Safer yürümeyi seviyordu. Yavaş yavaş sokakları izlemeyi, düşünmeyi, kendiyle yalnız kalmayı… O gece yalnızlığını bölen bir gölgenin yaklaştığını sezdi. Öylesine yaklaşmıştı ki sıcaklığını sırtında, nefesini ensesinde hissediyordu.
“Para mı istiyorsun?” diye sordu Safer gülerek. “Nakit taşımam ama yankesiciliği bırakacağına söz verirsen sana çek yazabilirim. Son zamanlarda bana harcayamayacağım kadar çok para verdiler.”
“Ben mezarından çıkıp yürüyen adamım.” diye fısıldadı gölge.
Safer arkasını döndü, kimse yoktu…
* * *
Sabah, Şevval ağabeyinin odasına girdiğinde onu masasında çalışırken buldu. “Erken kalkmışsın.”
“Yatmadım, hikmet kapısını bulmaya çok yaklaştım.”
Genç kız gözlerini devirdi. “Hadi sen kahvaltıya git, ben de burayı havalandırayım. Odan ahır gibi kokuyor.”
“Saçmalama Şevval. Bana Memiş’i bul.” Kardeşine bir zarf uzattı. “Bunu da postaya ver. On beş gün sonra Ankara’ya gidip Gazi Paşa ile konuşacağım.”
“Ben de gelebilir miyim?”
“Hayır.”
“Ama ağabey…”
“Hayır dediysem hayır. Memiş’i bul. Hangi cehenneme kayboldu bu?”
Şevval söylenerek odadan çıktı. Hava girmesi için kapıyı açık bırakmıştı. Safer saatlerdir oturduğu yerden kalkıp kapattı, dışarıdan hiçbir şeyin dikkatini dağıtmasını istemiyordu. Bacaklarının ağrıdığını fark etti, biraz açılmak için yatağına kadar yürüyüp döndü.
Gölge arkasındaydı. “Mezarından çıkıp… Yürüyen…”
Safer, kafasını ellerinin arasına aldı. “Aklımı kaçırıyorum.” Yazdığı kağıtları okumaya koyuldu, hiçbir anlam ifade etmiyorlardı. Yatağına uzandı. Yarım saat kadar gözleri kapalı dönüp durdu. Gece boyu o kadar çok kafein almıştı ki uyuması mümkün değildi. Başı ağrımaya başlamıştı. Karabasanlar üzerine çullanıyor gibi hissetti. Ayağa kalktı, fırlayıp odasından çıktı. Üzerinde yalnız iç çamaşırlarıyla “Şevval! Şevval!” diye bağırarak evin içinde koşuyordu.
“Ne oldu?” diye sordu kız kardeşi.
“Memiş’i buldun mu?”
“Nerden bulayım, postaneden yeni geldim.”
“Tamam boş ver Memiş’i. Bana kıyafet ver, sonra da boğaz tarafına götür. Birlikte kahvaltı yapalım. Temiz havaya ihtiyacım var.”
Şevval, ağabeyinin savaş alanına benzeyen odasında kıyafet aramaya gitti. “Ben kahvaltı yaptım.” diye seslendi. “Seninki de mutfakta hazır.”
“İstemem! Bu evden çıkmamız gerek hadi.”
“Mezarından çıkıp…” diye fısıldadı gölge.
* * *
Safer, hiçbir şey demeden kıyıya vuran dalgaları izliyordu. “Çok güzel değil mi?” diye sordu Şevval.
“Dalgalar…”
“Evet dalgalar da güzel.”
“Dalgalar…”
“Ne olmuş dalgalara?”
“Dalgalar, dalgalar, dalgalar…”
“Ağabey iyi misin sen?”
“Einstein yıllar önce her şeyin izafi olduğunu ispatladı.”
“Yani?”
“Anlamıyor musun?”
“Anlamıyorum.”
“Canlı ve ölü insanların atomları arasında fark yok. Belki de yaşam dediğimiz şey bir illüzyondan ibarettir.”
“Yani?”
“Yani izafidir!”
“Ne demek bu?”
“Yani ölüler mezarlarından çıkıp yürüyebilir.”
“Nasıl?”
“Dalgalar sayesinde! Benim Memiş’i bulmam gerek.”
“Ağabey ben hiçbir şey anlamadım.”
“Yeni bir motor icat ettiğimi zannettikleri için bana yüzyılın mucidi dediler.”
“İyi de icat etmedin mi?”
“Hayır, ben bir dalga makinesi icat ettim! Hikmet kapısını bulabilmek için.”
“Peki motor?”
“Motor, dalga makinesinin basitleştirilmiş hali. Asıl halini bazı denemeler yapması için Memiş’e bıraktım ama o kim bilir nereye kayboldu…”
“Anladım.”
“Şimdi beni eve götür. Sonra da Memiş’i bul.”
* * *
Safer yüzünü yıkadı. Aynadaki aksini tanıyamaz olmuştu. Yorgundu, dinlenmeye ihtiyacı vardı. “Şimdi duramam.” diye fısıldadı kendi kendine. “Hikmet kapısını bulmaya çok yaklaştım.”
“Mezarından çıkıp yürüyen adam.”
“Mezarından çıkıp yürüyen adam…” diye tekrarladı Safer. “Hikmet kapısını bulan kişi geçmişi, bugünü ve geleceği değiştirebilir. Dalgalar, dalgalar… Zaman izafiyse… Yapabilirim. Çalışmalıyım. Daha çok çalışmalıyım. Dalgalar. Dalgalar…”
“Mezarından çıkıp yürüyen adam.”
“Mezarından çıkıp yürüyen adam!” diye bağırdı. Odasına, çalışma masasına döndü.
Hava kararırken kapısı açıldı, Şevval gelmişti. “Memiş’i buldum.”
Safer, yerinden o kadar hızlı kalktı ki sandalyesi devrildi. “Nerede o?”
“Salonda ama kendinde değil. Babasını sayıklayıp duruyor. Mahallesinde bu halde dolaşıyordu.”
Genç mucit, hemen asistanının yanına gitti. Memiş yalnızca “Babbabbabbabbabbab…” diyordu.
“İyi de babası yok ki…” Biraz düşündü, daha dikkatli dinledi.
“Babbabbabbabbabbabbabbabbab…”
“Babba babba babba babba babba. Hayır… Ba ba ba ba ba ba ba ba ba ba ba ba ba ba. Bu da değil…”
“Ab ab ab ab?” dedi Şevval.
“Değil.” Safer biraz düşündü, sonra haykırdı. “Eureka!”
“Ne diyor?”
“Bab bab bab bab.”
“Ne demek o?”
“Kapı! Hikmet kapısı! Memiş bulmuş. Dalga makinesine ihtiyacım var, evinde olmalı.” Asistanının ceplerini karıştırıp anahtarı buldu. “Ben gidiyorum, onu hastaneye götür. Ali ağabey sana yardımcı olur.”
“Dur.” dedi Şevval. “Dalga makinesi, insanların beynini bozuyor olamaz mı? Baksana Memiş ne halde. O şeyi birlikte de kullandınız değil mi? Sende bir değişiklik oldu mu?”
“Mezarından çıkıp yürüyen adam…” dedi gölge.
“Hayır.” dedi Safer. “Gayet iyiyim. Hikmet kapısını açarsam ölülerin mezarlarından çıkıp yürümesini sağlayabilirim. Geçmişi, bugünü ve geleceği değiştirebilirim. Dünya ne süreliğine iyi durumda zannediyorsun? Yeni bir cihan harbinin çıkması ne kadar sürecek? On yıl? Yirmi yıl? Herkesi kurtarabilirim. Herkesi kurtarabilirim.”
“Mezarından çıkıp yürüyen adam…” dedi gölge.
* * *
Şansına, Memiş dalga makinesiyle yaptığı her denemeyi not almıştı. Sonuncuyla hikmet kapısını açmış olmalıydı. Aferin, diye düşündü Safer. Kimin öğrencisi… Aynı parametreleri girdi ve makineyi çalıştırdı.
“Ben mezarından çıkıp yürüyen adamım.” dedi gölge. “Bedenimi terk ettim, hikmet kapısından geçtim ve sonsuzluğa ulaştım.”
“Sen bensin.” dedi Safer. “Başından beri öyleydin.”
“Hikmet kapısından geçen kişi; geçmişi, bugünü ve geleceği değiştirebilir. Fakat bunu kimse için yapmaz, kendisi için yapar.”
“Anlıyorum… Çünkü hikmet kapısından geçen kişi bir üst boyuta ulaşmıştır, artık başkalarının anlamı kalmamıştır.”
“O zaman başla…”
* * *
“Neden dans etmiyorsun ağabey?” diye sordu Şevval.
Safer gülümsedi. “Edeceğim.” İçkisinden son bir yudum aldı ve hoşlandığı kadının yanına gitti. Sabaha kadar dans ettiler.
* * *
Şevval, ağabeyini Memiş’in evinde buldu. Genç adam duvarın dibine çökmüş, yalnızca “Dansdansdansdansdans…” diyordu. Onu alıp doğruca hastaneye götürdü.
“Umutsuz.” dedi Doktor Ali. “Yürüyebiliyor, yemek yiyebiliyor hatta tek kelime de olsa konuşabiliyor ama daha fazlasını yapamıyor. Mezarından çıkmış bir cesetten farkı yok.”
Henüz yorum yok. Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.