Öykü

Aşk Benzetimi

Adımlarımı granit karoların, sadece yeşil yaprak  desenlerinin üzerine basarak yürüme isteğim belki de  obsesifçe bir hareketti; bunu hissi olarak bilemezdim, sadece eski  tıp literatürlerinin açıklayabileceği bir hastalık olduğu bilgisine sahiptim. Belki de bu takıntılar kopya hayatlardan kalan duygu kırıntıları olabilirdi.  Duyguların gereksiz görüldüğü bir toplumun belki de basit bir eksiğiydi bu. Yıllarca insan efendilerimize sunulan yenilikler ve buluşlar,  gezegendeki hastalıklara ve açlığa çare olmuş ve insan hayatını uzatmıştı. Yaşam kolaylaşınca tekdüze bir yaşam insanlığın ayağındaki bir pranga gibiydi. Bu yaşadıklarına bile anlam veremiyorlardı; beklide algılayacak duygulardan eksik oldukları için maneviyatları körelmişti. Gezegenin yaşadığı büyük felaketlerin arkasından yüzyıllar sonra yeni bir medeniyet kurulmuştu. Yıkımdan önceki teknolojik ve doğal felaketler  eski uygarlıklarla olan yazılı ve görsel arşiv kaynaklarının ortadan kaldırmıştı. Eskiden yaşayan insanların yaşam şartlarından mimari yapılarına kadar olan bilgi bağlantısı felaketlerle kopmuştu. Ama eski yaşam kazılarında bulunan bilgi kırıntıları, insan efendilerimizin yok olmadan önce bizim teknolojimize yakın çalışmalara başladığını gösteriyordu. Grafen atomlarına  işlenen  bazı veriler doğanın zor şartlarına dayanabilmişti. Bunlar Nano Yazıtlardı.

Eski insanlarda kendi insani kayıtlarını ya gelecekteki nesillere saklamak için ya da dünya dışı yaşam biçimleri için hazırlamışlardı. Bu son insansı şehirde yürürken düşünüyorum da, İnsanların yok olması doğanın bir intikamı olsa gerek ki aynı gezegendeki,  aynı türün doğal felaketler yüzünden birbirine yabancı ve kopuk nesiller olarak aralarına karanlık bir sınır çekmişti. Nano yazıtlar bize eski atalarımızın varlığını gösteren, ilk bilgi kırıntıları olmuştu. Nano yazıtlarda, yıllık almanaklar hazırlanmıştı. İçindeki elementlere, eski gazeteler, önemli insanlar, savaşlar, buluşlar, filmler, kitaplar ve farklı kültürlerin özet bilgileri yazılmıştı. Tıpkı uzaya gönderdikleri Voyager 1’e yaptıkları gibi… Bu tarihi arşiv, gezegendeki her sentetik insanın beyin implantlarına bağlı olduğu nöral bilgi ağına kaydedilerek, hepimizin nöron bağlantıları güncellenmişti.

Farklı kültürleri ve yaşam tarzları yeni sentetik nesil için  tezat bir yaşamdı. İnsan Efendilerimizin yok olmalarının asıl sebebinin  yine kendi bencil yaşamları yüzünden olduğunu bilmek, bence yüksek bir zeka gerektirmiyordu. Gezegenin diğer yaşam türlerini görmezden gelmeleri çöküşlerinin ilk işaretiydi. Yine de bu ilkel düzendeki insan efendilerimizin, sanat müzik ve edebi eserlerle ile ilgili yapıtları bizi cezbeden tek özellikleri olmuştu. Onların iç güdü ve sezgilerine sahip olmadığımız için yapıtlarına ilham veren duyguları merak ediyorduk. Sonunda anlamıştık kültürel yaşamları bunun nedeniydi. Ne yazık ki onların zor ve acı tecrübeleri üzerine kurulu trajik hayatları bizim bilmediğimiz bir deneyimdi. Uzun araştırmalar sayesinde Nano yazıtlarda keşfedilen yeni bir teknoloji bizi bu boşluktan kurtarmıştı. Kriyojenik  Tünel. Eski insanların yeni teknolojilerinin şafağındaki bu son buluş bize bir fikir vermişti. Makinenin mühendislik hesapları ve teknik çizimleri Grafen elementine işlenmiş verilerden bulunmuştu. Geçmişe göz atmanın bir yolunu bulmuştuk. Zaman,  biz geleceğin çocuklarının elinde bir oyuncak gibiydi artık. Bu Kopya hayat uygulamasıyla, insan efendilerimizin eski giyim tarzlarını,  dünya şehirlerinin çeşitli mimari yapılarını ve  farklı lisanlarıyla konuşarak deneyimliyorduk. O zamanın, popüler bilgileriyle bir nevi geçmişi  devinimli bir şekilde yaşıyorduk. Hatta yeniden inşa edebiliyorduk.  Ama bir sorun vardı; duygular eksikti. Geçmiş hayatlardaki insanların hislerine sahip değildik. Yüksek teknolojimizle eski toplumlarım  yapılarından giyimlerine adar en ince ayrıntıları bile kopyalamamıza rağmen ne yaptıysak duygularını kopyalamıyorduk. Yaptığımız sadece tat almayan bir dille yediğimiz en leziz ziyafeti artık bir saman gibi tükettiğimizdi.

Adımlarım kısalmaya başladığında şehrin en büyük binasının kapısına yaklaşmıştım. Buraya Şehrin Kalbi ismini vermişlerdi. Yerle bağlantısı olmayan metal ve camdan gövdesinin gümüşi tonla balkıdığı silindirik bir kuleydi. Aslında buraya gelmemin tek nedeni eski nesil bir sentetik insan olmamdı. Yoksa başka türlü bu sistem binasının içine girebilmemin başka yolu yoktu. Bu sentetik yaşam biçimlerinden türeyen bir uygarlık gezegende küçük bir şehir kurmuştu. Nano Anlağın kontrolü altındaki sentetik insanlar şehrin içindeki hiyerarşik düzeni kontrol ediyorlardı. Bu binanın içindeki insansılara Muin diyorlardı. Şehirde yaşayan diğer sentetik insanlarsa İnsan Bozmalarıydı. Bu sınıflandırma politikası eski insan efendilerimizin taklidinden başka bir şey olmadığını artık mantık devrelerim bile kabullenmişti. Ama benim bu düzendeki yerim onların kontrolü dışında olmakla başlayan bir seçilmiş yetkinlikti. Uzun ve zor bir kabullenme sürecinden sonra Muinlerin arasına girmem belki de büyük bir başarı olabilirdi. Ama sadece insani duygularla ifade edildiğinde, benim içinse bir basamaktan ibaretti. İlk başlarda İnsani duyguların kuantum işlemcimin  çözebileceği  bir  denklem olabileceğini düşünmüştüm. Ama şimdi düşünüyorum da  yazılan milyonlarca algoritma sonrasında  her sorunun  bir  çözümü olabileceğini gösteren veri tabanına sahip olmam bile bunun için yetersizdi.

Bu anlattıklarımın benim insanlığımla bir ilgisi yoktu. Nede olsa sentetik bedenim haricinde onlardan bir farkım olmadığını biliyordum. Aramızdaki uçurumu açan tek eksik duygu dürtüleriydi. İnsanların kimyasal uyaranları, duyguları tetiklerken ben onların sayısal benzetimlerini taklit ediyordum. Benim ve  diğer makinelerin bu dünyadaki tek görevi onların insani miraslarını nesilden nesile aktarmaktı.  Aslında insan efendilerimizin gerçek yok oluşları yirmi ikinci yüzyılın başlarında başlamıştı. Kurguladıkları o hep gerçek üstü yok oluşların hiçbir kehaneti tutmamıştı. Yok oluş listesindekiler, salgınlar, çaresiz kanserler, dev meteorlar, büyük dünya savaşları ve nede zombilerdi. İnsanların sonlarını  bir çorap söküğü gibi getiren şey, sadece yaşlı hastalığı olan Alzheimer’dı. 21. yüzyılın sonlarında tırmanışa geçen bu hastalık insanların ömürlerini verdikleri anıları yavaş yavaş siliyordu. İnsanlık, devasa bir sil tuşunun altında eziliyordu. İleriki yaşlarda başlayan bu hastalık teknolojinin zirvesindeki insanların bir türlü çare bulamadığı sorun olarak vahşice yayılmaya devam ediyordu. Hastalığın yaş aralığı 20’li yaşlara kadar inmişti. İnsanlar, çaresizce olanları izliyorlardı. Bakıma muhtaç bir hale gelen hasta insanlar, artık toplumların sorunu olamaya başlamışlardı. Hastalığı durduramadıkları için, bundan sonraki aşamada teknolojilerinin bir faydasını göreceklerdi.

Yapay zekalarla oluşturdukları sistemlerle sentetik insanlar yapmaya başladılar. Böylece kendi hasta bakıcılarını, geriye kalan son zeki insanlar yapmışlardı; kendi sonlarını da bildikleri için yaptıkları son plan, dünya üzerinde  akıl yürütebilen insan kalmadığında insanlığa sahip çıkıp, koruyacak bir düzen kurmaktı. Bu düzeni Nano Anlak kontrol edecekti. Eskiden en zor algoritmalarla çözümlenen sorunlar ve uzay teknolojileri için yapılan yapay zeka sistemleri artık tek bir iş için programlanmışlardı; alt temizlemek, yemek yedirmek gibi süper zeki bir hasta bakıcının yapacağı her şeyi yapabiliyorlardı. Benim gibi üst nesil sentetik insanlar insanlığa bir adım daha yakın prototiplerdi. Sentetik beynimiz bizi bu korkunç hastalıktan uzak tutan tek özellikti. Ya da bizi Doğanın öfkesinden koruyan başka bir sıfattı, belki de insaniyet namına bir iz taşımadığımız için olabilirdi; sonuçta yüzyıllarca bizim yaşamamıza izin verdi. Aslında sentetik beynimizin içindeki nano devrelerin içine sıkıştırılmış insansı bir kod satırı  hala insanların işinin bitmediğini Doğadan gizleyen bir kabuktu. Ama Nano Anlağın hesaplarına göre bu  an meselesiydi. Doğanın algıları gezegenin her bir parçasına sinmişti. Şehrin kalbindeki kalbi fark etmesi çok uzun sürmeyebilirdi.  Bu yüzden, bu son şehrin kilometrelerle kaplı alanı toprakla bağlantısı olmayacak şekilde havada askıda duruyordu.

Sistem binasına yaklaştığımda biran duraksamıştım. İçeri girmeden önce gözlerimi hızlı hızlı kırpıştırmaya başlamıştım bu hareketle yaşadığım sürece yaptığım gözlemler ve şu anki düşüncelerimi de içine alan biteviye bir kayıt, sisteme yükleniyordu. Bu etkileşimle bizde efendilerimiz gibi eylemlerimizi kendi Nano Yazıtlarımıza kaydediyorduk.  Binadan içeri girdiğimde artık Şehrin Kalbindeydim. Bu isim insanlığa atfen söylenen bir anlam içermiyordu. Binanın tam ortasında koruyucu cam fanusların içinde duran gerçek bir insan kalbiydi. İnsanlıktan kalan son parça. Sanal ve biyomekanik sistemler onu hala canlı tutmaya devam ediyorlardı. Şehrin Kalbi, Nano Anlağın merkeziydi. Bu binada çalışanlar Nano Yazıtların çözümlemelerini ve yıllanmış bilgileri ortaya çıkarıyorlardı. Nano Yazıtlardaki verilerin benim sentetik zihnimin içinden aktarılarak Nano Anlağa yüklenmeliydi. Bir şekilde benim üzerimden deneyimlenen bilgiler Nano Anlağın duygusal zekasını insani seviyeye yükseltiyordu

Havada yüzen bir platformla 21. kata çıkmıştım. Burada şehrin dışında bulunan Grafen elementlerinin içindeki nano yazıtlar araştırılıyordu. Hassas incelemelerle atomlarına kadar ayrıştırılıyorlardı. “42. güneş günün nasıl geçiyor Erez. Bu gün geç kaldın, bir sinek larvasının yarı ömrü kadar zaman harcadın.” diyerek yanımdan gülerek geçen Eski tip bir Muindi. Her güneş günü bana şaka yapmadan duramazdı. Bu duygu takıntısına da son edindiğimiz insani kayıtlardan edinmiştik Nano Yazıtlardan çözdüğümüz her bilgiyi sünger gibi çeken bir yapay ayna nöronlarına sahiptik. Hızlı öğrenmek onlara dönüşebilmenin tek yoluydu; en azından Nano Anlak böyle algılıyordu. Ama bence bu örnek alma taklit düzeyinde kalıyordu. Etrafımdaki Muinlere selam verip birkaç adım daha attıktan sonra deneyim aktarma odasına gelmiştim. Bu sanal oda yeni bir benlik oluşturmak için tasarlanmıştı.

Cam odaya girdiğimde içerde 360 derecelik bir hava ekranı bütün odayı kuşatmıştı. Dışardaki Muinlerde  yeni çözümledikleri verileri cam odaya yansıtıyorlardı.

Element ayrıştırılıyor… Veri bağlantısı için element derinliğine iniliyor, diyen sesli aktarım yüklemeyi başlatmıştı.

Hava ekranında açılan ilk görsel dosya geçmişteki dünyaya ait fotoğraflardı: insanlar; her ırktan ve çocuk yaşlı genç kadın erkek. Dünya şehirleri, doğal harikaları, deniz, göller, akarsular ve şelaleler. Bunun gibi milyarlarca resim ve bilgi atomlara sıkıştırılmış veri olarak kayıt edilmişti. Bilgiler, rüzgarda savrulan yapraklar gibi uçuşuyordu bu görsel veri fırtınasının içinden dikkatini çeken bir resim, sentetik beynimin örüntü takıntısı yüzünden ona odaklanmıştı; duvarda asimetrik duran bir  çerçevenin illa düzeltilmesi gibi bir takıntı hissiyle resim dosyasını elementin içinden çekerek hava ekranında büyütmüştüm. Sanki bu resimde bir şeyler eksikti, belki de ‘ben’ diye bir düşünce yapay benliğimde dalgalandı. Bu daha önce olmayan sistem  dışı bir girdiydi. Sarışın genç ve güzel bir kadın ve beyaz tenli dazlak bir adam ortalarına aldıkları irice bir pandayla poz vermişlerdi. Bir ayrıntı: Pudra kadar beyaz olan adamın alnında kimlik barkodu vardı; ve yakasında Anut yazıyordu. Tam odaklanma: Pandanın retinasında yapay bir implant tespit edildi. Fotoğraftaki bu istem dışı derin taramanın sonuçlarına bende bir anlam verememiştim. Fakat Nano Anlak bu veriyi saptamasını önemli bulmuştu ki sisteme imlemişti.

Benlik oluşturma tüneli açılıyordu. Eski insanların soğuk kriyojenik tünelinden daha gelişmiş bir versiyonu açılmak üzereydi. Sadece ismini değiştirmemiştik “Koleksiyoncu geçmişe dalışa geçmişti. Terabaytlarca bilgi derinliğine sanal bir benlikle giriyordu. Eski tank ve  akıllı Jel yerine bu sefer, cam odanın içinde milyonlarca nano robot kullanılmıştı. Sayılar veriler nano algılayıcılarla sanal odanın içinde oluşturuluyordu. Bende yaşanmış hayat kabuklarının içine insansı bellek dahil oluyordum. Böylece onların yaşadıkları deneyimleri Nano Anlağa  iletebiliyordum.

Anı oluşturuluyordu.

Erez, uyuşmuş zihninin içindeki tek bir sevgi kırıntısına tutunarak azda olsa ayık kalmaya çalışıyordu; üzerine çöken bu ağırlıkla ancak bu kadarını becerebiliyordu. Bu aşk duygusu beyninin içindeki eski bir anıyı saklayan nöronları harekete geçirmişti. O da eski bir aşk filmini seyreder gibi hızla geçen görüntülerin akışına bıraktı kendini…0

* * *

0…Pencereden dışarı baktığında yine onu gördü. Ağır ağır geliyordu yada o öyle görüyordu. Bu nasıl bir güçtü ki ona bakmaması konusunda kendine verdiği sözü tutamıyordu. O güç tüm iradesini tamamen saf dışı bırakmıştı sanki. Gün ışığı ile iyice parlayan altın sarısı saçlarının her bir teli güneşin yeryüzüne saçılmış parıldayan ışığına benziyordu. Omzuna kadar dökülen uzun sarı saçları beyaz teninde oynaşıyordu. Kan kırmızı dudakları da o gülümserken kar beyazı yüzünde daha bir belirginleşiyordu. Göz göze geldiklerindeyse hiç bitmesini istemediği o anı sonsuza kadar hep yaşamak isterdi;  çünkü o anda yeşil gözleri bütün güzelliğinin tek merkezi oluyordu. Aslında bütün bunların arkasında başka bir güzelliği daha vardı. Onu baştan aşağıya saran güzelliğinin geçici bir maske olduğunu bilmesi olabilirdi.

O gerçek hayatın süslü imajlarının ardına saklanmış katışıksız halini daha çok seviyordu. Böylece ona verilen yaşamın kıymetini daha iyi anlıyordu. Dış görünüşü şimdikinden daha farklı olsaydı bile onun bu hayat görüşünü değiştirmeyeceğini biliyordu. Bu kız da onu asıl kendine çeken gücün bu olduğunu ona her baktığında daha iyi anlıyordu adam. Bu hayat dolu neşeli kız onun hayatının anlamı olmuştu. Ayrılmaksa ölümden de öte bir şeydi.

Üniversitenin araştırma laboratuvarımdaki pencereden binaya doğru gelen kalabalık öğrenci grubunun arasındaki asistanını izliyordu. Dalgınlığı, alnındaki  yara izini görmesiyle geçti. Düşündü; onu kurtardığı günden beri 18 yıl geçmişti. Aslında kendi hayatını da kurtarmıştı o gün. Okuluna devam edip üniversite de fizik bölümünü okumuştu. Daha sonra yüksek fizik mühendisliğine kadar yükselmişti. Sonundaysa işte buradaydı; üniversitede özel bir oda ve araştırmaları için ayrılmış yüksek meblağlarda bir fona sahipti.  Her şey alnındaki kara izi sildirmesiyle başlamıştı. İzleri yakan lazerin ona hissettirdiği acıyı hala hatırlıyordu; hiçbir zamanda unutmamıştı. Diğer elinde tuttuğu zarf onu daha derinden yaralamıştı. Zarfın üstünde tahlil laboratuvarının logosunun altında ismi yazıyordu. Daha üç saat önce öğrenmişti tedavisi olmayan bir kanser olduğunu. Bu kaderinin bir cilvesi olmalıydı. Geçmişinde işlediği günahları canlanıp içini kemirmeye başlamıştı sanki. En kötüsüyse onu bir daha göremeyecek olmasıydı.

Laboratuvarın kapısı gıcırdayarak açıldığında ilk o girmişti odaya. Gülümseyerek yanına geldi, yine boynundaki kolyeye takılmıştı gözleri, annesinden kalan tek eşyaydı; ismini aldığı kolyeydi; Melisa. Onu bu yaşına kadar hep koruyup kollamıştı. Her türlü sıkıntısında her zaman ona bir yardım eli olmuştu. Fakat dışarıdan bir yabancının olduğu kadar yakındı. Evlatlık olarak gittiği aileye onu uzaktan bir akrabası olarak bilmesini istemişti. Bunca yıl hep böyle yaşamışlardı. Kızda hep onu örnek almıştı kendine. Sanki onun gittiği yoldaki ayak izlerini takip ediyordu. Çalıştığı üniversiteye gelmesi onu daha çok sevindirmişti. Yakınında olmasından hoşlanıyordu. Sözlerle anlatılmayacak bir bağ vardı aralarında; yakın ama bir o kadar da çok uzaklardı birbirlerine. Onları engelleyen susup dile getiremedikleri sırlarıydı sanki. Kız hiçbir zaman ne geçmişini nede onu kurtaran insanı asla bilmedi; üç gün önce öğrenmişti evlatlık olduğunu fakat yine de ona her şeyi tam olarak anlatmamışlardı ama hala bir şeylerin eksik olduğunu hissedebiliyordu. Tıpkı bir yapboz gibiydi tüm parçalar yeli yerindeydi sadece bütünlüğü bozan tek bir parça eksikti. Onu bulduğunda daha mutlu olacaktı kız.

“Günaydın, nasılsınız?” diyerek gülümsedi kız. Dalgınlığını fark etmişti. “İyi misiniz? Yoksa yine laboratuvarda mı sabahladınız. Bu iş aşkınız bir gün sizi öldürecek” dedi elindeki kitapları masaya koyup yanına gitti. “Hepimiz bir gün ölmeyecek miyiz?” diyerek elindeki zarfa baktı ve o görmeden çekmecesine attı. “Beni boş ver, sen nasılsın? Sana bakınca karşımda geleceğin Nobel ödüllü fizikçisini görüyorum.” dedi gülümseyerek. “Unutma bana sözün var ve o zamana kadar yaşamanı istiyorum. Bu başarıyı tek başıma paylaşamam” dedi kız sonra hep birlikte bu söylediklerine güldüler. Her sabah birbirlerine böyle takılırlardı. Yemyeşil gözlerinin içi gülüyordu. Ölmeden önce gözlerinin içine bakıp, onu sevdiğini söylemek onun bu hayattan son isteğiydi. Ne zaman bakışsalar bunu söylemek için kendinde o cesareti bulamazdı.

“Bana bir şey mi söyleyecektiniz.” dedi kız. Bir şey soracakmış gibi bir an duraksamıştı. “Yok, hayır. Dikkat ettim de her geçen gün daha bir olgunlaşıyorsun” diyerek bakışlarını başka bir tarafa çevirdi. “Bu bir iltifat mı acaba” diye sordu kız. “Sen nasıl kabul edersen,” diyerek kalın bir kitabın sayfalarını açmaya başladı adam. Artık bu kısır döngüye daha fazla dayanamıyordu. Ona açılmadığı süre bu hep böyle olacaktı. Zamanı da azalıyordu. Uzaklaşmalıydı. Bir köşeye çekilip ölümün onu soğuk ve izbe krallığına almasını bekleyecekti.

O gün akşama kadar birbirlerine daha yoğun duygularla baktılar. Sanki bir adım daha atmışlardı aralarındaki uzak mesafeye, lakin kader onları farklı bir yoldan birleştirecekti. Kader en kötü bahtsız olayları bile sonunda iyiliğe bağlayan tek gerçekti. Zil çalmıştı. Öğrenciler ders notlarını alıp dışarı çıktıları sırada adam göğsüne saplanan bir acıyla olduğu yere yığılı verdi. Yere düşerken burada olmaz, burada ölemem” diye sayıklıyordu. Herkes bir biranda adamın başına toplanmıştı; adamın başı, ona yardım etmek isteyen insanlarla dolmuştu. Kız öylece donup kalmıştı; ne yapacağını bilememişti. Kenara çekilmiş sadece sessizce seyrediyordu. Ölümün zamanla arası pek iyi değildi. Bu yüzden yaşarken yapmamız gereken şeylere öncelik vermeliydik, diye düşünmüştü kız. Zira bunu birkaç saniye içinde tecrübe etmişti.  Kız, birden gelen bir ürpertiyle titredi. Adamın  canını almak için uzanan şey, ölümün soğuk elimiydi acaba bütün vücudunu baştan aşağıya titreten. Kız düşünceliydi. Gözleri ıslanmıştı.

Yerde ölümle boğuşan adamın yürek burkan hali onu çok üzmüştü. O adamı hep her zorluğa göğüs germiş güçlü bir insan olarak görmüştü bunca zaman boyunca. Kız kendine geldiğinde adamı çoktan hastaneye götürmüşlerdi. “İyi misin?” dedi üniversitenin hemşiresi. Bir bardak suyla bir hap uzattı kıza. “ Sadece yatıştırıcı, merak etme ilk müdahaleyi burada yaptık; şimdi hastanede yatıyor” dedi kızın hüzünlü yüzüne bakarak. “Korkma, ölümcül bir şey değildir; artık eskisi kadar çok hastalık kalmadı biliyorsun, önemsiz bir şeydir. Yoğun iş temposu olabilir. Buradan aceleyle çıktılar, odasında önemli eşyaları kalmış olabilir; onları da alırsın hastaneye giderken, Nede olsa asistanısın!” diyen hemşire gülümseyerek yanından uzaklaştı. “Tamam, ben hallederim sağ ol” dedi kız. Sonra avucundaki hapı ağzına atıp bir bardak suyla içti. Ayağa kalktığında başı biraz dönüyordu. Sendeleyerek boş koridorda adamın odasına doğru yürüyordu. İyi olduğunu duymak onu biraz rahatlatmıştı. Ona karşı hissettiği duygular artık çok farklıydı. O yanındayken kendini dünyaya karşı daha güçlü ve korunmuş hissediyordu. Yalnızlık dakikalar önce bir anlam kazanmıştı onun için.

Masanın üstünde telefonu, çantası ve kitapları kalmıştı. Yavaşça masanın arkasına geçti; eli çekmecenin koluna takıldığında açık olduğunu fark etti. Şaşırmıştı; çünkü bu çekmeceyi hep kilitli tutardı. Çekmecede ne olduğunu hep merak etmişti; içinde hep geçmişiyle ilgili özel eşyaların olduğunu düşündü. Yapmamalıydı; ama yaptı. Merakına yenik düşmüştü kız. Çekmeceyi açtığına hayal kırıklığına uğramıştı sanki. İçinde araştırma projelerinin olduğu iki kalın bir dosya vardı; ilk dosyanın üstünde yazan isim, SIFIR HAYAT PROJESİ, diğer proje ismi ise ikisi için manidardı; PANDA dosyasını gülümseyerek kaldırdığında bir sırrı ortaya çıkardığından habersizdi. Dosyanın altında, yüzüstü kapanmış bir çerçeve, eski bir onurluk ve altında bir zarf vardı. İlk önce hangisine bakacağı konusunda bir an kararsız kalmıştı. Eli, ters duran çerçeveye uzandığında nasıl bir resimle karşılaşacağı onu tedirgin etmişti. Çerçevenin yüzünü çevirdiğinde birkaç saniye öylece baktı; kendini resmin içinde hayal etmeye çalışıyordu.

Arkasında yıkıntı, viranelik bir enkaz olan bir çocuk, taş ve beton parçalarının üstünde kucağında bir bebekle poz vermişti. Yüzünde ani ve habersiz çekilmiş bir fotoğrafın izleri vardı. Ayrıca yüzünde yaptığı kahramanlığın farkında olmayan donuk bir yüz ifadesiyle bakıyordu. Fotoğrafı masaya bıraktıktan sonra çekmeceye ikinci kez uzandı eli. Bu sefer eline plaketi aldı; kırmızı kadife bir kutusu vardı. İçinde altın kaplama metal bir plakanın üstüne işlenmiş bir yazı vardı. Kız yıllardır aradığı kayıp parçayı sanki elinde tutuyordu. Yazıyı dikkatle okudu. ‘ Sayın Anut, hayatınızı başka bir insanın hayatını kurtarmak için her şeyi göze alıp kendinizi tehlikeye attığınız ve birlik ve berberlik gereken bu günlerde insani değerleri her şeyden üstün tuttuğunuz için bu KAHRAMANLIK nişanesini size vermekten gurur ve mutluluk duyuyoruz. Ayrıca insanca yaptığınız bu hareket için Yapay zeka Benlik Kurulu tarafından sistemdeki sentetik insan kodunuz silinmiştir. Yeni kayıtla, Gerçek İnsan konumuna yükseltilerek  isminizde EREZ olarak değiştirilmiştir.  Plaketin altında küçük birde  not vardı. ‘ Küçük bir kız çocuğunun hayatı enkazın içinden sizin ellerinizle yeniden hayat buldu.’ diye yazıyordu plakette.

Yazıyı okuyup bitirdiğinde, gözlerinin içindeki seli daha fazla tutmayacağını anlamıştı kız. Gözyaşları gözlerini damla damla terk ederken ağlamaklı bir yüz ifadesi kapladı yüzünü. “Meğerse yıllardır hep yanımdaymış beni kurtaran ve hayatım boyunca bana yol gösteren ve koruyan adam hep yanımdaymış” diye mırıldanarak sayıkladı. Onun yanında olmak ve onu sevdiğini yüzüne karşı haykırmak istiyordu kız. O an mantığı ve kalbinin sesi onu tek bir yere yönlendiriyordu; kalbinde hissettiklerini ona söyleme cesareti, mutluluğunun tek anahtarıydı. Vakit kaybetmeden onun yanına gitmeliydi. Resmi çantasına koyup tam gidecekken bir an duraksadı. Bakışları tekrardan çekmecenin içine sabitlenmişti. Çekmecede beyaz bir zarf daha vardı. Üzerinde adamın adı yazıyordu. Tahlil raporu olduğunu zarfın köşesindeki logoyu görünce anlamıştı. Raporu okuduğunda daha da tedirgin olmuştu. Elinde tuttuğu kâğıt parçası adamın ölüm fermanında bir farkı yoktu. Bütün sonuçlar öleceğini gösteriyordu. Kanser bütün vücuduna yayılmıştı. Bu zamana kadar ayakta durması bile bir mucizeydi. Onu bunca zaman hayata tutan bir neden olmalıydı diye düşünüyordu. Zihninin bu mantığa ulaşması uzun sürmedi.

Sonunda kızda anladı, duygularının karşılıksız olmadığını. O an bütün dünyevi ağırlıklarından arındığını hissetti, o an yerden yükselmişti sanki görünmeyen sihirli kanatlar onu odadan uçarcasına çıkarmıştı. Kapıya doğru koşuyordu. Boş koridorda yankılanan topuklu sesleri dış kapıya ondan önce varmıştı. Birden durdu kız. Arkasından duyduğu bir ses kanatlarını koparmıştı. Birden ağır bir taş gibi yere düştü. Tam o sırada dışarıda gökyüzünde kara bulutlar parça parça birleşiyorlardı; daha büyük ve daha karanlık bir bulut olmak için toplanıyorlardı. Kız hızla kapıya koşarken hemşire telaşlı bir şekilde seslendi arkasından. “Melisa! Melisa! Dur! Profesör hastaneden kaçmış” diye bağırdı. Hemşire kızın yanına koşarak geldi. “Yoğun bakımdan çıkardıktan sonra odasından kimse fark etmeden kaçmış ve bir daha onu hastanede bulamamışlar. Anlamıyorum! Bunu neden yapmış olabilir ki” diyen hemşire korkmuştu. Kız cevabı biliyordu artık. Umudunu yitirmiş bir insan ancak bunu yapabilirdi diye düşündü içinden.

“Ben onu nerede bulacağımı biliyorum” diyerek hemşirenin yanından koşarak uzaklaştı. Dış kapıya geldiğinde dışarıda çatırdayarak çakan bir şimşek, kızın içini titretmişti; karanlık gökyüzüne gök gürültüsü de eşlik ediyordu artık. Dışarıya çıktığında her yer sahte bir gecenin karanlığı ile kuşatılmıştı. Basamaklardan inerken eline ve yüzüne düşen küçük yağmur damlaları arkalarından gelecek daha kuvvetli bir yağışın habercisi olmuşlardı. O taksi durağına koşarken yere tek tek ve seyrek düşen su damlacıkları birden çoğalıverdiler. Bütün şehir bardaktan boşalırcasına yağan yağmurun altında yıkanıyordu artık. Kız taksiye binene kadar sırılsıklam olmuştu. Şoföre gideceği yeri söylerken saçlarından yüzüne süzülen suyu siliyordu. “İSİMSİZ KAHRAMAN anıtına gidiyoruz” dedi şoföre. İçinden onu sağ bulabilmek için dua ediyordu kız. Arabanın silecekleri durmadan çalışıyordu; yine de deli gibi yağan yağmurun hızına yetişmekte zorlanıyorlardı.

Sonunda enkaz anıtına gelmişlerdi. “Bu adam delirmiş olmalı, bu havada burada ne işi olabilir ki,” diyen şoför hayallere dalmış kızı hareketlendirmişti. Kız arka koltuktan ön cama bakıyordu. Dışarıdaki adam camdaki yağmur damlalarından tam seçilmiyordu. Dışarı çıkmalıydı. “ Durur musunuz? Burada inmeliyim” diyerek şoförü şaşırtmıştı kız. “Emin misiniz?” diyerek yağan yağmuru işaret etti şoför. “Evet, rica etsem burada biraz bekleyebilir misiniz?”  “Sizde dışarıdaki çılgın adama katılacaksanız sizi durduramam ama ben sizi burada bekleyeceğim bayan” diyen şoför kızın yüzündeki gülümsemeyi aldığında yağmurun altında bekleyen adamın onun sevgilisi olduğunu anlamıştı.

Adam yanına duran taksinin içinden çıkan kızı gördüğünde kalbi yeniden çarpmaya başlamıştı. Kız yağan yağmurun altında yavaş yavaş yanına geliyordu. Kıza doğru baktı. “Beni nasıl buldun.” diyen adam kızın çantasından bir şey çıkardığını fark etti. Kız çantasından çerçeveyi çıkardığında adam her şeyin cevabını almıştı sanki. “Demek artık her şeyi biliyorsun,” “Evet!” dedi kız. “Burada ne yapıyorsun” dedi kız adamın gözlerinin içine bakarak. Adam yağmurun gökyüzünden boşaldığı o karanlık noktaya bakarak kollarını yukarı kaldırdı. “Günahlarımdan arınıyorum.” diyerek bağırdı adam. “Niye bana öleceğini söylemedin. Her şeyi neden benden sakladın.” “Üzülmeni istemedim, hem öğrensen ne yapacaktın.” “Çok şey” dedi ucu açık bir cevapla. “Zamanımın kısaldığını ve senin yapamadığın şeyi belki de” diyerek bir an düşünmek için durdu kız. Söylemeliydi; bu onu kanlı canlı gördüğü son an olabilirdi diye düşündü kız.

Adam heyecan ve merakla kızın dudaklarından çıkacak cevabı bekliyordu. İkisi de göz göze gelmişti o an. “SENİ SEVİYORUM!” diyerek bağırdı kız. İlkinde yıllarca söylemekte zorlandığı bu iki kelimeyi sonrasında defalarca tekrar etti kız. Adamın yüzüne karşı bütün biriktirdiği duyguları boşalmıştı sanki. Artık kendini tüy gibi hafif hissediyordu. Adamın aklı tutulmuştu o an. Mutluluk tüm bedenine yayılıyordu. Beyninin derinliklerindeki Limbik Kortekste çok yoğun bir dopamin salgılanmaya başlamıştı. Yağmurun altında koşarak kucaklaştılar. “Bende seni seviyorum” diyen adam yaşadığı bu mutluluğun gerçek olmadığı şüphesine azda olsa kapılmıştı; ama onu bırakmaya niyeti yoktu. “Kızın yeşil gözlerinin içine baktı. “Bu bir rüya olamaz değil mi?” dedi adam. “Evet, önceden bir rüyaydı ama uyandık ve artık gerçek.” dedi kız. “Seni asla bırakmayacağım” dedi adam kıza daha sıkı sarılarak.

“Bende seni asla bırakmam.” “Seni seviyorum, seni seviyorum Melisa” dedi adam. Yağmur üzerlerinden akıp geçerken geçmişlerine ait ne kadar kötü anı ve düşünce varsa hepsini yıkayıp temizliyordu sanki. Sonra birbirlerine iyice yaklaştılar; Yağmurdan sırılsıklam olmuş ve üşümüş bedenlerini hissetmiyorlardı; sadece birbirlerinin gözlerinin içindeki sonsuz âleme dalıp gitmişlerdi. Sonra ikisi de bu âlemin içinde dudaklarını birleştirdiğinde tek bir vücut olmuşlardı bu sonsuz âlemde. Gerçek bir aşktı bu, sevgi ile sarılmışlardı birbirlerine. Siyah ve beyaz bir dünyanın içinde hayat bulmuş yeşil bir ağaç gibi yeni bir yaşama kök saldılar o vakit. Üşüdüklerini hissettiklerinde artık gitmeleri gerektiğini anlamışlardı. Daha sonra onları hala yağmurun altında bekleyen taksinin yanına neşe ile koşarak gittiler. Taksiye binince şoföre hastaneye gitmesini söylediler. Sonra taksi yağmur damlacıklarından yapılmış karanlık bir perdenin arkasında kayboldu.

Ertesi gün hastanede doktorun odasında kontrol için bekliyorlardı. Doktorun uzattığı tabladaki hazneye parmağını sokan adam bir an parmağının acıdığını hissetti. Birkaç damla kan genel bir tarama için yeterliydi. Böylece birkaç dakika içinde nano tarayıcı sonuçları verebilecekti. Bu arada adam ve genç kızın el ele tutuştuğu doktorun gözünden kaçmamıştı. Böyle birbirlerini seven insanlara ölüm haberi vermek onu da üzüyordu. Hele bu eski bir dostuysa bu daha da zor oluyordu. “Dün bizi çok korkutun dostum, hastaneden o halde kaçacağını hiç ummazdım; ama bu gün seni, yani ikinizi çok iyi gördüm. Demek artık berabersiniz, buna çok sevindim, sizi tebrik ediyorum,” diyerek gülümsedi doktor. “Evet, artık hep beraberiz. Tanrı izin verirse bir ömür belki,” dedi kız. Adam bunları duyunca daha sıkı tuttu kızın ellerini. “Seni asla bırakmayacağım, bu hastalığı senin için yeneceğim, hayatım.” dedi adam sesi titreyerek.

Doktor, sanki karşısında hayat bulmuş mutluluğun maddeleşmiş halini seyrediyordu ve onları böyle görünce ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Birden gözleri, önündeki bilgisayarın ekranına takıldı. Sonuçlar ekrana gelmişti. Şaşırmıştı. Kan değerleri öncekilerden farklıydı. Sonuçlar hastalığının yüzde seksen azalma eğiliminde olduğunu gösteriyordu. Adam ve kızda doktorun nutku tutulmuş halini görünce meraklanmışlardı. “Doktor ne oldu! Yoksa sonuçlar daha mı kötü çıktı” dedi adam yutkunarak; bir anda boğazı kurumuştu sanki. Anlamsız bir yüz ifadesi seli akıyordu doktorun yüzünden; ardı ardına mimikleri değişiyordu. “Aksine dostum, önceki tahlillerden daha iyi çıktı,” diyerek şaşkınlığını dile getirmişti doktor. Koltuğuna yaslanarak derin bir nefes aldı doktor. “İşte bu bir mucize! Bu tıp literatürüne geçebilecek bir olay,” diyerek adamla kıza gülümsüyordu ve biryandan da içinden Tanrıya şükrediyordu doktor.

“Şaka yapmıyorsun değil mi? İnan bana bu hiç hoş olmaz doktor” dedi adam sinirle karışık bir heyecanla. “Hayır dostum! Biliyorsun hayat-memat meselelerinde asla şaka yapmam, inanmıyorsanız siz bakın” dedi ekranı onlara doğru çevirerek. “Ama bu nasıl olabilir” dedi kız. Titreyerek çıkmıştı ağzından kelimeler. Doktor gülümseyerek ayağa kalkmıştı; bu olayı onlara izah etmenin bir yolunu bulmuştu zihni. “Bu çok zor bir olasılık, biz buna duygusal mutluluk ilacı veya iksiri diyoruz. Teoride her zaman vardır. İnsanlar mutlu oluğu zaman bir hormon salgılar, bu doğaldır; fakat mucize, bunun karşılıklı aynı eşzamanda bağlantı kuran insanlarda aynı anda olmasıdır. Ve siz bu halde öpüştüğünüzde bu bağlantı daha da perçinleniyor. Yani senin bir hastalığın varsa o an iyileşme eğilimi gösteriyorsun. Kanserli hücreler de bu iyileşme sürecine dâhil oluyorlar. Zihin otomatikman yaşama arzusu ile doluyor ve bu mesajı vücudun her uzvuna şiddetle bildiriyor; yaşamak.

Bunları duyan çift daha da mutlu olmuşlardı. O an daha sıkı sıkı sarılmışlardı birbirlerine. “Ee, unutmadan size bir reçete yazacağım diyerek önündeki kâğıda bir şeyler karaladı. Sonra reçeteyi adama doğru uzattı doktor. Adam reçeteyi alıp baktığında gülümsedi. “Asıl şimdi şaka yapıyorsun değil mi? dedi adam. “Evet, dostum ama bu gerçek. Sana ne demiştim, biliyorsun sadece hayat-memat meselelerinde şaka yapmam ama böyle durumlarda yapabilirim” diyerek güldü doktor. Adam ve kız reçeteye bir kez daha gülümseyerek baktılar. Bu kez adam reçetede yazanları yüksek sesle okudu. “Bir ömür aşk ile öpüşmek, keşke her reçete böyle olsa,” dedi adam. “Artık bize gerek kalmadı, hastalığın çaresini siz zaten bulmuşsunuz ama unutmayın! Tek şart bunları aşk ile yapmanız, kalbinizi asla kandıramazsınız…   Doktorun son sözleri zihninde yankılanarak derin bir sessizlin içinde dipsiz bir kuyuya düşen bir taş gibi kayboldu….0

* * *

0…. Anı korteksinden çıkılıyordu. Nano yazıtlardaki anı deposundan çıktığımda zihnimin bulanıklığı gözlerime yansımıştı. Her anı benzetimi sonrasında kendimi  hep böyle tuhaf hissediyordum. İnsani duyguların  karmaşık doğası  beni her seferinde sanki  biraz daha insan yapıyordu. Bu zoraki yaşama tutunmalarının hala mantıklı bir nedeni anlamış değilim. Aslında ben ve benim gibi sistemler zorla onların ya da onlardan kalanların değerlerini korumaya çalışıyoruz. Bu plana devam etmemizin tek nedeni yüzyıllar önce sistemdeki çekirdek yazılıma girdikleri bir kod ve ben girdiğim her anı sekansından sonra insan efendilerimin kendi insanlıklarından habersiz olduklarını anladığımda bu kodu kırmayı kendime görev edinmiştim.

Bize bıraktıkları mirasın, onların üzerinden devam ettirilecek bir değer taşımadığını artık biliyordum. Doğanın öfkesi onları bu zamana kadar sürüklemişti. Hak ettikleri yaşam kaynağı, artık bu gezegen üzerindeki son insansı şehrin  binasında hala atmakta olan kalpti. Geriye kalan son insani kırıntıda yok edilmeliydi. O kalp durmalıydı. Doğanın intikamını insanlardan almak istemişti; tıpkı  arıların yuvalarına çomak sokanın peşinde olduğu gibi, eğer son insani parçada ölürse, biz sentetik insan bozmaları doğayla yeniden barışabilirdik.

Tam odadan çıkacağım sırada gayriihtiyari bir hareketle tekrar odanın içine geri dönmüştüm; aslında böyle bir tepki iç yazılımımın tamamen dışındaydı ve benim için bunun tek mantıklı cevabı vardı; o da derin bilinç altıydı. Daha önce hiçbir sentetik insanın yazılımının haricinde duygu sapmaları yaşamamıştı. Odanın ortasında tekrardan sanal ekranı açıp Nano yazıtlara girmiştim. Dışardaki diğer Muinlerin benim üzerimdeki tuhaf yüz ifadeleri beni birden hiç olmadığım kadar endişe ve korku durumuna sokmuştu ama bu duygular gerçekti. Yasaklamış bir kuralı çiğnemiş gibi korkmuş ve heyecanlanmıştım, yapay kalp atışlarım hızlandıkça nefes alış verişlerimin hızlandığını hissediyordum. Odaya doğru bir Muin gelmekteydi. Stabil olmalıydım. Sakinleşmeliydim. Kendimi teskin eden içsel bir dayanışmayla bir an bunu başarmıştım; en azından verdiğim cevap mantıklıydı. “Bir sorun mu var Erez?” diyen Muin endişeli gibiydi. Çünkü yaptığım günlük aktivite onun örüntülerini izleyen yapay zekasının dışına sapmıştı ancak mantıklı bir cevap onu teskin edebilirdi. “Sorun yok, sadece anı sekansında bir virüs tespit ettim, onu temizleyecektim.” diyerek hızlıca saçmalamıştım. “Bu benim işim, bunu ben halledebilirim. Sen çıkabilirsin Erez.” dediğinde  cevabın işe yaramadığını anlamıştım. Ama buradan çıkmamalıydım. Tanrım, bana ne oluyor. Tanrım mı! Ama ben şimdi ne dedim. Sistem dışı veri kırıntıları yapay nöronlarımı değişime uğratıyordu. Binlerce düşünce ve fikir, mantık filtrelerinden geçerek uygun cümleyi kurmam için harıl harıl çalışıyordu.

Tam odadan çıkacağım sırada Muine doğru dönüp baktım. “Hey! Bu gün gerçekten de geç kaldım. Bence bunu bir cezası olmalı bu benim hatam bu sefer ben yaparım,” Fakat bu iş uzun sürebilir.”  son olaraktan doğaçlama gibi bir alıntı yapmıştım. “Bilirsin, bir sinek larvasının yarı ömrü kadar…” diyerek sonucu gözlemlemiştim. Muin ifadesiz yüzü birden sinsi gülümsemeyle yer değiştirdiğinde onunla anlaştığımızı anlamıştım. Eski insanların dediği gibi, “suyuna gitmiştim.” Artık  oda da yalnızdım neden yaptığımı bilmediğim yeni bir yol çizmiştim kendime, merak duygusu sistemin sakladığı bir gizemi çözmem için bir anahtar gibiydi.  En azından ne olduğumu ve neden bu dünyada olduğumu algılayabileceğim yeni hislere sahip olmam gerektiğini anlamıştım.

Başlat…

Element derinliğine iniliyor…

Cam odanın içindeki hava ekranına yeniden binlerce dosya indirilmeye başlamıştı. Anı dosyalarının içine saklanmış başka bir veri bağlantısı ortaya çıkmıştı. Etrafımda uçuşan sanal veriler yapay görüşümün çoklu odaklanma özelliği sayesinde binlerce bilgi dosyasını hızla göz atmamı   sağlıyordu. Yeniden, o dürtüyle; eski bir masaldaki gibi…  Sanırım kırıntıları izlemem gerekiyordu. PANDA dosyası. Veri dosyasını açtığımda, iki milenyum boyunca nasıl bir sırrın saklandığına şahit olmuştum.

Gördüklerim karşısında  bilinç altımın derinliklerinden kopan bir şok dalgası, dilimden bir kelime olarak dökülmüştü. Tanrım! İşte yeniden söylemiştim. Bilgi dosyalarımda olmayan bir kelime belleğime yazılmıştı O kadar azametliydi ki. Beni, Nano Anlağı hatta savaştığımız Doğadan  ve hatta bu gezegenin dışındaki her şeyi de  içine alabilecek bir gücün kısa ve öz tanımı gibiydi.

Bu bilgi dosyaları başka bir gizli bir kodla hayalet dosya, olarak Nano Anlağın bile erişimine kapatılmıştı. İnsansı bir merak duygusu sentetik nöronlarımın arasında bir kıvılcımla ateşlendiğinde ilk insansı bilinç bağlantısı kurulmuştu. Okumaya başlamıştım.

NANO FELAKET GÜNCELERİ

“Bir Panda Ordusu ve komutanları da…”  Karanlık. Birden hava ekranı kapanmıştı. Karanlık, cam odanın içine zihnimin ışığını söndürebilecek boğucu bir kasvet gibi akmaya başlamıştı. Gizlenmeye çalışılan bir sırrın  beni de kendi yokluğuna çekmek üzere olduğunu anlamıştım. Ama bu ölmek değildi;  biliyordum çünkü çok önceden de  ölmenin  versiyonlarını deneyimlemiştik. Bu başka bir şeydi. Hayalet dosya, yapay benliğimi kendine yüklemeye başlamıştı; ve beni anıların içine tutsak etmeden önce bir çıkış yolu bulmalıydım. Karanlığın içinde bir anda beliren küçük bir ışık benim tek kurtuluşum olabilirdi. Sonunu düşünmeden tüm benliğimi bu ışık tünelinin içine bırakmıştım. Cevaplar, bu tünelin sonundaydı. ve bu yaşadıklarımın bir başlangıç olduğunu bilmek benim için tek gerçekti.

İşte Başlıyor…

Aşk Benzetimi” için 6 Yorum Var

  1. Merhaba, öykünüz güzel ve ilgi çekici olmuş. Emek vermişsiniz belli oluyor. Yanlış anlamazsanız birkaç yere değineceğim. Çok fazla bilgi var, bu akıcılığı bozuyor. Paragrafları ve cümleleri tekrar gözden geçirmeniz gerekiyor. Birkaç gün sonra öykünüzü okuduğunuz vakit siz de fark edeceksiniz.

    İlk paragraflar bilgi yoğunluğu nedeniyle okumayı zorlaştırıyor fakat kahraman anının içine girdiği bölümde akıcılığı yakalamışsınız. Birkaç yerde kelime tekrarı ve yanlış yazılmış yerler var, bunun gözden kaçması gayet doğal, uzun bir öykü olunca kolayca gözden kaçabilir. 🙂

    Son olarak bilgiyi ve akıcılığı yakalayabilirseniz öyküleriniz çok güzel olacaktır. Ayrıca devamını merak ediyorum. Ellerinize, yüreğinize ve kaleminize sağlık. Gelecek seçkilerde görüşmek dileğiyle…

    1. Merhaba. Öykümü zaman ayırıp okuduğunuz için teşekkürler. Öyküdeki tespitleriniz de haklısınız. Son kontrolleri yapmadan gönderdiğim için biraz aceleye geldi. Belirttiğiniz gibi bilimsel ifadeleri öykünün akıcılığını bozmadan bir dengede tutmak kurguyu gerçekten de etkiliyor. Değerli yorumunuzla buna dikkate alacağım. Aslında yazarken, hikayelerin içine kattığım her fikrin, aklımda oluşturduğu hikaye çatısının bir parçası olduğun düşüncesinden kurtulmam gerekiyor.Öyküde yapılacak gerekli budamaların yazmak kadar etkili olduğunu yaptığınız tespitle daha iyi anlamış oldum.

      Öykünün devamını temalarla daha ileri taşımayı düşünüyorum. Eğer aklıma iyi fikirler gelirse hep düşündüğüm bir romanın bölümleri olarak elimden geldiğince seri şeklinde yazmak istiyorum. En azından hayal ediyorum, belki bir gün tamamlayabilirim. Gelecek seçkilerde görüşmek üzere.

  2. Merhabalar. Sayın Servet’in değindiği hususlar hakkında benim de konuşmam yersiz olacaktır. Zaten siz de cevabını vermişsiniz. Öykünüzü beğendiğimi söyleyerek başlayayım ben de. Öykü içinde öyküler, yavaş yavaş insani duygular edinen ve gerçek bir insana dönüşen bir varlık ve onun içinde bulunduğu toplumun aksine bir eksene yönelmesi… Heyecan verici. Üzerinde düşünülmüş, zaman ayrılmış izlenimi veriyor. Devamı da eminim güzel olacaktır. Diğer seçkilerde de görüşebilmek dileğiyle.

  3. Oldukça geniş düşünmüşsüzün öykü evreninizi, teknoloji ve gelişimi hakkında orjinal fikirleriniz var. Yukarıda da belirtildiği gibi akıcılığı yakaladığınız anda öykünüz bu orjinallikle beraber çok daha lezzetli olacaktır. Benim gözüme takılan “bir” lerin yazılışı oldu bazı yerlerde gereksiz tekrarlandığı oluyordu, gözden kaçmış olsalar gerek 🙂 kaleminize kuvvet.

  4. Merhaba,
    Öykünü incelemeden sevgili Evrim, mikro bilimkurgu öykü yarışmasından haberdar mısın onu sormak istiyorum. Değilsen, konusu “transhumanizm” olan yarışmaya katılmanı tavsiye ederim naçizane. Öykülerinden anladığım kadarıyla bilimkurgu âşığısın, çok da hoş öyküler yazıyorsun. Bunu değerlendir.
    Öyküne gelince:
    “Bu tarihi arşiv, gezegendeki her sentetik insanın beyin implantlarına bağlı olduğu nöral bilgi ağına kaydedilerek, hepimizin nöron bağlantıları güncellenmişti.” / Bir tür ortak bilinç, güzel buluş.
    “Şehirde yaşayan diğer sentetik insanlarsa İnsan Bozmalarıydı.” / 🙂
    “İnsanların sonlarını bir çorap söküğü gibi getiren şey, sadece yaşlı hastalığı olan Alzheimer’dı.” / Tam “transhumanizm” konusu.
    “İnsanlık, devasa bir sil tuşunun altında eziliyordu.” / güzel ifade
    “Binadan içeri girdiğimde artık Şehrin Kalbindeydim. Bu isim insanlığa atfen söylenen bir anlam içermiyordu. Binanın tam ortasında koruyucu cam fanusların içinde duran gerçek bir insan kalbiydi.” / İşte burada hayran oldum ve çok şaşırdım; nedeni bir öyküme benzetmem 🙂
    “Bir şekilde benim üzerimden deneyimlenen bilgiler Nano Anlağın duygusal zekasını insani seviyeye yükseltiyordu” / enteresan buluş, güzel

    Çok fazla bilimsel ifade kullandığın için öykü su gibi akamıyor, aralara hiç bilimsel ifade kullanmadığın cümleler yerleştirmelisin fikrimce. Senin öykülerinde şöyle bir durum var. Elinde çok fazla bilgi var ve sen bunları bir öyküye sığdırmaya çalışıyorsun gibi. Bütün bunlar zihninden bu şekilde mi akıyor bilmiyorum ama cümlelere ve öyküye soluk aldırmanı tavsiye ederim.
    Bazı yazım yanlışları var az değiller.
    Bunların haricinde öykün güzel. Bilimkurgu filmi gibi 🙂
    Kalemine sağlık.

    1. Merhaba. Değerli yorumlarınız için teşekkürler. Tespitleriniz de haklısınız. Belirttiğiniz gibi öykü yazarken bilgi eklemelerini öykünün duygusal bütünlüğüne yediremediğim için anlatımda biraz tıkanma yaşıyorum. Aslında edindiğim bilgiler yazmakta olduğum romanın parçaları olduğu için bu fazla bilgiler kafamda ki kurgunun bir yan etkisi gibi öykülere bulaşıyor sanki. Öyküdeki tıkanmayı herhalde yazdıkça ve sizin yorumlarınızla düzelteceğimi düşünüyorum. Ayrıca mikro bilim kurgu yarışmasını haber verdiğiniz için teşekkürler. Haberdar olmadığım bir yarışmaydı, bilgilendirdiğiniz için tekrar teşekkürler. İyi günler.

Evrim için Yorum Yap Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *