Başına buyruk gençler şeklinde bir ifade kulağınıza çalınıyor mu sürekli sizin de son zamanlarda? Hani otobüslerde yaşlılara yer vermediklerinden dem vurulan; hayatlarının, bilgisayar ekranına bakmaktan ibaret olduğu söylenen; asla ders çalışmadıklarından yakınılan ve ‘zamane gençleri’ diye başlayan cümlelere sık sık konu edilen şu topluluk. Onları duymadıysanız bile bir yerlerde görmüşsünüzdür muhakkak, metrekare başına iki zamane genci ve de devasa sırt çantaları düşüyor zira. Metrolarda, otobüslerde, bilimum alışveriş merkezlerinde ve dershane çıkışları sokaklarda denk gelebilirsiniz onlara rahatlıkla, çoğunlukla günün herhangi bir vaktinde ama tercihen akşam saatlerinde. Bir an durup da bu pek nevi şahsına münhasır nüfus piramidi basamaklarını –piramidin aşağılarında yer alıyorlar- incelemek isterseniz kimse sizi suçlayamaz, hatta eşlik etmek bile isteyebilirler.
Her biri birbirinden farklı onlarca insan, günümüzün kaba tabirlerinden biriyle ifade etmek gerekirse ‘hepsi bi’ cins’; piramidin daha üstlerinde yer alan basamaklar tarafından kuşaklara bölünmüş… Bir sonraki kuşak mı öncekinden iyi, yoksa gelen mi gideni aratıyor; piramidin yüksekleri kesin bir karara varabilmiş değil henüz. Kaç kuşağa bölündükleri konusunda ise kimsenin bir fikri yok. Aynı türün farklı bireyleri değiller de hepsi başlı başına bir tür adeta, böylesine çok çeşitli bir popülasyonu vahşi doğa belgesellerinde bile göremezsiniz. Bu yüzden, sokakta bir zamane genci topluluğuna rast geldiğinizde; Darwin’in evrim teorisine tanık oluyormuşçasına, hayretle gözlerinizi onlara diktiğiniz zaman kimse sizi yadırgamaz. Ne var ki, her deliğe girip çıkabilme özelliğine sahip olsalar da bu, tuhaf güruhu görmeyi beklemeyeceğiniz yerler ve bilhassa vakitler de mevcut. Mesela gecenin bir yarısı, Üç Güzeller.
Bu arada, kendimi tanıtmayı unuttum. Normalde nazik bir insanımdır ama arada sırada tutar böyle kabalığım, kusuruma bakmayın lütfen; piramidin aşağılarında yer alınca böyle oluyor işte, tüm oksijeni üsttekiler tükettiği için kafamız çalışmıyor bazen. Her neyse, merhaba, benim adım Atlas. On beş yaşında bir zamane genciyim, otobüslerde yaşlılara yer veriyorum ve hayır, boş zamanlarımda liselerde tarih ve coğrafya derslerine girmiyorum –hiç de sevmem coğrafyayı zaten ama konumuz bu değil şu an.
Ürgüp’te ailemle yaşıyorum ve daha önceki satırları okuyarak buraya geldiyseniz bildiğiniz üzere, olmamam gereken bir zamanda olmamam gereken bir yerdeyim. Sizi temin ederim ki, aslında uslu bir çocuğumdur -bence öyleyim en azından. Akşam geç olmadan eve dönerim; ödevlerimi yapar, evde annemle babama yardım ederim; okulda kavga etmem, öğretmenlerimin sözünden çıkmam. Buna biyolojide adaptasyon deniyor, yani canlıların yaşamsal faaliyetlerini devam ettirebilmek için bulundukları çevreye ayak uydurmaları.
Bu tarz haylazlıklara çok kalkışmam inanın ki –hâlâ anlamadıysanız haylazlıktan kastım gecenin bir yarısı evden gizlice çıkmak. Belli başlı vakitlerim vardır bunun için: doğum günüm, yılbaşı akşamı ve Salı günleri. Şu anda Nisan ayındayız ve benim doğum günüm de Kasımda, yani anlayacağınız bugün günlerden Salı. Aşağı yukarı dört aydır her Salı, saat tam 01.30’da evden gizlice çıkıp buraya geliyorum. Neden diye soracak olursanız, çünkü onu ilk kez dört ay önce bir Salı gecesi gördüm.
O saatte beni ne uyandırmıştı, inanın, anımsayamıyorum. Sanırım bir rüya görüyordum, ışık patlamalarına benzer şeyler hatırlıyorum hayal meyal; havai fişek değil de şu meşhur kuzey ışıkları gibi daha çok. Bir anda biri beni dürtmüş gibi uyandım ve rüyamdaki ışıkların aynısını odamda gördüm. Daha doğrusu odamın kuzey ışıklarıyla aydınlandığını fark ettim ve penceremden dışarı baktığımda gecenin ortasında parlayan yeşil ışıklar gördüm, tam karşımda bir noktaya lokalize olmuşlardı. Eminim, o an benim yerimde olsaydınız siz de aynı şeyi düşünürdünüz, piramidin üst basamaklarında yer almıyorsanız veya bizim taraftaki ‘bi’ cins’lerden değilseniz tabi. Evet, uzaylılar.
Pijamamın üstüne kabanımı ve botlarımı giyerek dışarı çıktım tabi hemen. Sonrasında işler biraz tuhaf gelişti, nereye olduğunu bilmeden yürümeye başladım ve Üç Güzeller’in yanında buldum kendimi. Yürüyüşüme dair hiçbir anı yok belleğimde ama oraya vardığımda yorgun ya da üşümüş bir halde olmadığımı çok net hatırlıyorum.
Sahi söylemeyi unuttum, zamane gençleri arada sırada birtakım unutkanlıklar yaşayabiliyor, genel özelliklerimizden biri. Ben de o Salı gecesi yatmadan önce perdelerimi aslında açık bırakmadığımı sonradan hatırladım mesela. Üst basamaklar buna B12 eksikliği diyorlar ama bence sebebi gerçekten oksijen yetersizliği.
O gece Üç Güzeller’deyken… Özür dilerim, kabalığım tuttu yine. Yolunuz buralara hiç düşmediyse veya elinize ezkaza bir Kapadokya kartpostalı geçmediyse nereden bahsettiğimi anlayamazsınız.
Üç Güzeller, Ürgüp’teki meşhur üç Peri Bacası. Biri uzun, biri daha kısa, üçüncü de ortanca. En kısa olan ortada durduğu için bunlara baba, anne ve çocuk diyen de varmış sanırım, bence saçma. Ürgüp’ün bitki örtüsü bunlar gibi nice peri bacalarından oluşuyor –coğrafyamın iyi olmadığını söylemiştim. Yani demek istediğim, bunlara benzer peri bacaları, Ürgüp’ün her yerinde var. Ama neden üç kartpostalın ikisinde bunlar yer alıyor ve uzaylılar neden Dünya’ya inmek için burayı seçti bilmiyorum. Belki de gelmeden önce Gezelim Görelim’in Kapadokya bölümünü izlemişlerdir.
Neyse, konumuza dönelim, ben oraya gittiğimde yeşil ışıklar ortadan kaybolmuştu. Peri bacalarının etrafında dolanıp ışığın kaynağını bulmaya çalıştım bir süre ama Üç Güzeller’in olağan aydınlatması haricinde bir şey yoktu ortalıkta ve etrafındaki toprakta da bir değişiklik gözüme çarpmadı. Ne görmeyi bekliyordum, ben de bilmiyorum aslında. Hani filmlerde olur ya, uzaylılar mısır tarlalarına garip şekiller çizer ve insanlar sabah uyanıp o şekilleri gördüklerinde hayrete düşer; ben de öyle bir şey yaşamayı umuyordum sanırım. Ne var ki burada ne mısır vardı ne herhangi bir tarla.
Hayalleri yıkılmış on beş yaşında bir çocuğun bir sonraki hamlesini tahmin edebiliyorsunuzdur, hayır mı, belki de daha çok Hollywood filmi izlemelisiniz. Evet, ben de istediği şey gerçekleşmemiş tripli bir ergen olarak bulduğum ilk çukur yere oturup sırtımı en küçük Peri Bacası’na yasladım. Dünya başıma yıkılmışçasına bir nefes verdim ve bir an için gözlerimi kapattım. Sonra ne oldu, bilin bakalım? Gözlerimi açtığımda kendimi yatağımda buldum, sabah olmuştu ve komodinimin üstündeki telefonumun alarmı çalıyordu.
Yaşadıklarımdan kimseye bahsetmedim elbette. Birincisi, bana inanmama ihtimalleri vardı ve ikincisi, öğretmenlerimin kulağına giderse anında ailemin de kulağına giderdi ve muhtemelen ceza alırdım; okula gitmek haricinde evden dışarı çıkmamak, tarzında bir şeyler. Buna biyolojide şey denir, doğal seleksiyon –biyolojiyi sevdiğimi anlamışsınızdır herhalde.
Sonraki hafta Salı uyuyamadığımı öğrenmek, sizi şaşırtmayacaktır eminim. 01.30’a kadar pencerenin önünde bekledim ama yeşil ışıklar yanmadı. Ben de kabanımı ve botlarımı giyip tekrar dışarı çıktım ve tamı tamına aynı şey oldu. Nasıl olduğunu anlamadığım bir şekilde kendimi Üç Güzeller’in dibinde buldum, etrafında dolanıp durmama rağmen hiçbir anormallik belirtisi göremedim ve sonrasında kendimi yeniden yatağımda, yanı başımda deli gibi çalan alarmımla buldum. Ama bu sefer küçük peri bacasının altına oturup gözlerimi kapatmamıştım.
Yeşil ışığı bir daha görmedim. Yine de her hafta inatla Üç Güzeller’e gitmeye devam ettim. Her seferinde merakıma yenik düştüğüm doğruydu fakat ben gitmek istemesem bile tuhaf bir şekilde oraya çekildiğimi hissediyordum. Sanki biri beni her Salı gecesi oraya koyuyor ve işimin bittiğinde kanaat getirdiğinde de eve geri götürüyordu. Her seferinde bir şey görmek ya da bir şey olması umuduyla peri bacalarının etrafında dolaşıyordum, görebildiğim tüm girintileri inceliyor, yerdeki taşları dahi kaldırıp altlarına bakıyordum. Garip bir ritüel halini almıştı bu durum benim için.
Bu gece evden çıkarken farklı bir his vardı içimde. Kötü şeyler olacağını hisseden tipler vardır ya hani, içlerine bir şeyin doğduğundan bahsedip dururlar, aynı onlar gibiydim ben de. Umut doğmuştu içime. Bu defa Üç Güzeller’e gidişim de öncekilerden daha hızlı gerçekleşmişti, apartmanın kapısından dışarı adım atmış ve kendimi küçük peri bacasına bakarken bulmuştum.
Ne dediğinizi duyar gibiyim, böyle şeyler ancak kitaplarda ve filmlerde olur. Benim gibiler için bile, piramidin alt basamakları yani, alışılmadık bir durum bu, kabul ediyorum. Belki de ben de o ‘bi’ cins’ dediklerinden biriyim. Fakat ister inanın, ister inanmayın en sonunda gerçekten bir şey gördüm, küçük peri bacasının üstünde minik bir oyuk, aşağı yukarı yumruğum boyutunda. Daha önce orada olmadığına dair size yemin edebilirim, o kayanın -ya da tüf mü her neyse- üstünü onlarca kez incelemiştim çünkü. Ama oradaydı işte, içinden yeşil bir ışık geliyordu, dört ay önce gökyüzünde gördüğüm ışığın aynısı.
Tek gözümü oyuğa dayayarak içeride ne olduğuna bakmaya çalıştım önce ama yeşil ışıktan başka bir şey görünmüyordu. Ben de oyuğa saklanmış bir şey olup olmadığını anlamak için elimi uzattım. Ve…
İşte, şimdi buradayım. Parmaklarım yeşil ışıkla temas ettiği an, temas derken kastettiğim gerçekten tül gibi bir şeyin derime değdiğini hissettim, kendimi burada buldum. Görünen o ki, peri bacalarının içinde gerçekten de periler yaşıyormuş. Daha doğrusu, peri bacalarını, insanlarla aralarında sınır olarak kullanıyorlarmış. Zamanla kapıların çoğu ya yıkılmış ya işlevini kaybetmiş ya da insanlar tarafından keşfedildiği için mühürlenmiş, geriye kalan son kapıymış Üç Güzeller. Üç kartpostalın ikisinde boy göstermeleri boşuna değilmiş meğerse.
Periler, her yıl yedi kere Üç Güzeller’deki kapıyı açar ve insanların arasına hapsolmuş perileri, ait oldukları kendi diyarlarına çekerlermiş. Perilerin, insanlar arasında hapsolmasının sebebi ise yıllar yıllar önce izlenen yanlış iskan politikaları ve devşirme sistemiymiş –dürüst olmak gerekirse, bu kısımları pek dinlemedim, tarihle de aram yoktur pek. Görünen o ki, ben de o perilerden birinin kuşaklar sonra dünyaya gelen torunuymuşum. Yeşil ışıkları görebilmem, peri genlerinin bana miras kaldığı anlamına geliyormuş.
Yani artık burada yaşayacağım, tam olarak neresi olduğunu size tarif edemem çünkü bu konuda katı kuralları var perilerin ve bilirsiniz işte, adaptasyon falan. Yine de perilerin dünyası hakkında biraz bilgi verebilirim size. Öncelikle, periler de yaşlanıyormuş ve burada da bir piramidin alt basamaklarında yer alma şerefine nail olduğumu söyleyebilirim, en azından burada altlara da oksijen ulaşıyor ve kimse B12 eksikliğinden bahsetmiyor. ‘Zamane gençleri’ burada yok, sanırım otobüs ve metro da yok; piramidin alt ve üst basamakları arasındaki ilişki insanların piramidini andırıyor biraz ama bu tarafta, alt basamakları dolduran perilere gözünüzü dikip çok uzun süre bakarsanız sizi biraz yadırgıyorlar. Metrekare başına iki genç peri ve de kanatları düşüyor. Evet, kanatlarımız var, otobüse ihtiyaç duymamızın sebebi de bu zaten.
Bu tarz Hollywood filmleri, en sonda ana karakterin gerçek aşkı bulmasıyla ya da ebedi huzura ermiş gibi bir tavır takınmasıyla biter. Genelde son sahnede müzik çalar ya da oyuncular şarkıyı bizzat kendileri söyleyip dans eder. Perilerin de sabahtan akşama kadar şarkı söyleyip dans ederek günlerini geçirdiklerini sanıyorsanız, burada da insanlarda olduğu gibi bir toplum düzeni ve yapılanması olduğunu duyduğunuzda hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. Bu arada bugün benim doğum günüm, insanlar arasında kabul gören doğum günüm yerine perilerin arasına döndüğüm günü kabul etmeyi daha uygun buldular. Bir de burada yılbaşı kutlamıyorlar, onun yerine her sene Ay Günü gibi bir şey kutlanıyormuş. Eh, benim için fark etmez, çünkü bildiğiniz gibi ben uslu bir çocuğumdur ve haylazlık için belli başlı günlerim vardır: doğum günüm ve Salı günü ya da buradaki adıyla Taç günü –Ay Günü haylazlıkları doğal seleksiyon kapsamına giriyormuş.
Biyoloji seven biri olarak öykü beni mıknatıs gibi çekti. Biyolojiyle pek alakası olmayan biri için bile anlaşılır bir anlatımınız vardı.
Övgüler dizmek hiç tarzım değil, çünkü yapıcı eleştirinin yazarı daha da geliştireceğini düşünüyorum ve (ben dahil) yazar adaylarının ihtiyacı olan da bu. Ama bu öykünün hakkını vermem gerek: Diliniz tek kelimeyle harika. Birinci tekil şahıs anlatımı ancak bu kadar güzel yapılabilirdi. Bence birinci tekili tanrısal anlatımdan ayırt eden en önemli şey sohbet havasında olması, anlatıcının da bir insan olduğunu hissettirmesidir ve siz bunu olabilecek en başarılı şekilde yapmışsınız. Çok basit bir konu ve kurguyu son derece ilgi çekici bir biçimde okura sunmuşsunuz.
Birkaç yeri yüzümde bir tebessümle okudum.
Elinize sağlık, tebrik ederim.
Merhaba,
Gerçekten keyifle okudum. Elinize sağlık. Hatta “evet ben yazsaydım da böyle yazardım sanırım” dediğim yerler çok oldu. Oksijen yetersizliğine hala gülümsüyorum. Konuyu o kadar doğal anlatmışsınız ki, doğa üstü sanki gerçekliğe dönmüş. Çok beğendim. Bana tek kopuk gelen yer bu cümle oldu.
Periye dönüştüğünü belirgin hale getirecek bir kaç cümle belki daha önceki bölüme eklenebilir gibi geldi.
Kolay gelsin
Müge
Anlatım tarzınızı sevdim. Elinize sağlık.
@pcd
Merhaba
Öyküyü yazarken acaba biyoloji göndermeleri çok mu alakasız durur, diye bir endişem olmuştu. Lise çağındaki bir çocuğun gözünden anlattığım için o terimleri kullanmak hoşuma gitmişti. Anlaşılır olmasına çok sevindim.
Övgüleriniz için çok teşekkür ederim. Birincil tekil şahıs, benim de kullanmayı sevdiğim bir anlatım; bu şekilde yazdığımda cümlelerim daha kolay tamamlıyor birbirini çünkü.
Beğenmenize çok sevindim. Vakit ayırıp okuduğunuz ve yorum yaptığınız için teşekkür ederim.
@Muge_Kocak
Merhaba
Çok teşekkür ederim vakit ayırıp okuduğunuz ve yorumu es geçmediğiniz için. Övgüleriniz de aynı şekilde çok değerli, yüzüm kızarıyor okurken gerçekten.
@yasinfiction
Merhaba, teşekkür ederim yorumunuz için.