Atlar ve sığırlar. Filizlenen otu katleden mahluklar.
Dede Gibril yaşlıydı. Hep yaşlıydı; kambur belinin dik halini görmedim. Ama Dede Gibril yaşlandı, bunu sulanan gözlerinde, seçilen kaburgalarında, kalkmaya mecali olmadığı zamanlarda iki dizi üstünde emeklerken ve çukura döktüğüm kanlı sidiğinde görüyorum. Bana katlanabildiği zamanlarda gözlerime bakıp birkaç kelam ediyor; bu bazen beddua, bazen küfür, bazense bir buyruk.
Köylü eskisi gibi eşiğimize uğramıyor. Dede Gibril’in muskaları, siğil için topladığım yılan kavları, tıkanan kulağa bayat köpek sütü, demreği için tilki sidiği, çocuğu olmayanlara kızlık kanı ya da çocuk dölü… Tüm bunlar eski kulübenin duvarlarını kirletmekten, evi domuz bataklığı gibi kokutmaktan başka işe yaramıyor. En beteri de çıyan sarımsağı; sıcak havalarda çürük yumurtadan bile beter kokuyor; geçen gizli saklı attım dereye, atmasam da satacağımızdan değil ya.
Zamanında biriktirdiğimiz üç-beş kuruş hızla eriyor. Onlar bitince ne olur bilmiyorum. Önceleri Dede Gibril bu kadar yaşlı değil, ben daha ufakken köylünün çocuklarını sünnet ederdik. Ama artık kimse titreyen bir çift ele emanet etmiyor çocuğunun erkekliğini. Benim ellerime zaten etmezler.
Dede Gibril beni sünnet etmedi; sebebini sormadım, zaten söylemezdi. Ne konuştuğumun manası yok. Dede Gibril’den öncesini bilmem, baba-ata bilmem. Dede Gibril’in kolunda kuvvet, dilinde kelam olduğu zamanlarda bir gece döktüğüm abdest suyu fazla sıcak diye karnıma dirseğiyle vurmuştu; kan tükürmüş, iki büklüm uğunmuştum. Başımda dikilmiş, “Aayan,” diye kükremişti: “İblisin dölü, erkekten doğan piç.”
Dede Gibril ölüme direniyor, göğsünü tutuyor, yüzünü kulübenin kerpiç duvarına yaslayıp ağlıyor. Acıyorum haline, ama daha ziyade korkuyorum; ölmesinden çok o olmazsa ne yaparım diye.
…
Dışarda gök alaca, dağları şimşekler dövüyor, yağmur toprağı öpüyor. Dede Gibril sedirde yarı uyuyor, yarı sayıklıyor. Kapının vurulmasıyla başımı Kutsal’ın satırlarından kaldırıp doğruluyorum. Aylar sonra duyulan bu ses Dede Gibril’i bile kımıldatıyor.
Yüklükten ak çarşafımı ve kara başlığımı alıp vücudumun her zerresini arkasına saklıyorum da öyle açıyorum kapıyı. Eşikteki on-on iki yaşlarında bir kız, boyu boyuma denk. Tanıyorum onu, eğer ağlamıyor olsa kara gözleri ışıldardı. Acelesinden düşmüş olmalı; ıslak saçları suratına yapışmış, kolları sıyrıklar, üstü başı çamur içinde. Yüzüm bu kara örtünün altındayken bile bakmaya çekiniyor bana, gözlerini eşik tahtasına dikip yutkunuyor. Sağ elinin tüm gücüyle sol bileğini sıktığını görüyorum, iki dizi üstüne çöküp hıçkırıyor. Sıkılı dudaklarından dökülenlerden zorlukla anlayabiliyorum gebe olduğunu.
Kızın sesine Dede Gibril geliyor. Bir eliyle kapıdan, diğeriyle benden destek alıp güçlükle duruyor ayakta. Kız yalvarıyor, Dede Gibril’in ayaklarını öpüyor, paçasına yapışıp deva dileniyor.
Dede Gibril’e bakıyorum, belli belirsiz sallıyor başını. Gözleriyle içeri girmemi buyuruyor; boyun eğiyorum. Kızı eşiğe itip kapıyı yüzüne çarpıyor, sonra sürünerek geri çöküyor sedirine. Kızın çığlıklarının, hıçkırıklarının geceyi yarmasını, gürleyen göğe karışmasını dinliyorum. Kesilmesini umuyorum ama gitmiyor; gecenin ayazında, yağmur altında öylece ağlamayı sürdürüyor.
Benim göğsümü sıkan, ruhumu dağlayan o masum hıçkırıkların Dede Gibril’in kulağına bile dokunmuyor oluşu boynuma geçirilen bir urgan. İşe yarayacağını bilsem önünde diz çöker, Ekmek adına Kutsal adına ondan insaf dilenirdim.
Zaman bir solucanın emekleyişi, gökten süzülen kar; gene de yolundan şaşmıyor. Dede Gibril’se ancak sabaha karşı kımıldanıyor; titreyen eli testiliğe doğru kalkıyor, “Su,” diyor, yalvarır gibi. Beni onun vicdanına bağlayan kızgın itaat zincirinin halkalarından biri kopuyor o an; kımıldamıyorum. “Su,” diyor yine, “Su…” Bakışlarımı inatla kapıya dikiyorum.
Ölür gibi hırıldıyor, soluk alıp verişi hızlanıyor, gözlerinden kin akıyor ama sonunda pes ediyor, kapıya bakıyor. İnleyerek, başını sallıyor.
Hemen kalkıyorum, içeri çağırıyorum kızı; eşiğe iki büklüm çökmüş, kendine sarılmış. Titreye titreye doğruluyor. Dudakları minnetle kımıldıyor, ocağın başına çöküp cenin gibi kıvrılıyor, uyuyakalıyor ateşin yanında. Dede Gibril’in suyunu verip kızın ayaklarındaki çamurlu çizmeleri çıkarıyorum, siliyorum; kurusun diye ocağın yanına dikiyorum. Nemli bezle kollarındaki sıyrıkları ovuyorum, yüzündeki kiri, çamuru temizliyorum.
Dede Gibril’e dalgan kaynatıyorum, millerini, jiletlerini yıkıyorum, önüne ak örtü seriyorum. Sonra kızın eteğini çekiştiriyorum; gözleri aralanıyor, korkuyla yutkunuyor. Çarşafımın yenine saklı sol kolumu kaldırıp örtüyü işaret ediyorum, “Soyun,” diye fısıldıyorum. Anlamamış gibi bakıyor önce, kara gözleri yaşarıyor ama başını sallıyor, doğrulup ağırca sıyırıyor giysilerini. Çekine çekine Dede Gibril’in önüne uzanıp bacaklarını aralıyor.
Karşımdaki çıplak bedenden geriliyorum. Boğazımdan aşağı dökülen ılıklık başımı döndürüyor. Bakmamaya çabalıyorum, gözlerimi Dede Gibril’e çeviriyorum; ama Dede Gibril’in suratına musallat olan, benzini solduran daha önce şahit olmadığım o şey beni ürkütüyor, bir an için geleceği görüyorum. Korkuyorum… Çünkü korkuyor. Kızdan bile daha çok korkuyor. Elindeki ucu kanca mili sabit tutamıyor. Defalarca kez ondan izlediğim bu basit iş karşısında aciz. Ben yapmak istiyorum, mile uzanıyorum ama müsaade etmiyor.
Sonrası kan… Zaten olur ama bu seferki fazla. Kızcağızın bedeni ağırca ölüm beyazına çalıyor. Baygınlık geçiriyor. Dede Gibril sedirine büzülüp öylece titriyor.
Kızın usulca soluşunu, boşluğa kayan gözlerini ve o gözlerden ağırca süzülen iki damla yaşı çaresizce izlemekten başka bir şey gelmiyor elimden. Sonunda cansız kalan bedeni altındaki örtüye sarıp kucaklıyorum. Kulübeden çıkıyorum. Yağan yağmur soğuk. Kara örtünün altından görebildiğim dünya aydınlık. Kollarımdaki ceset ağır.
Kızın kefenini aralayıp ona bakacak, birkaç veda sözcüğü fısıldayacak ya da Kutsal’dan dualar mırıldanacak takatim yok. Olsa da yüzüm var mı ki? Benim suçum… değil mi? Onu içeriye almasam, istediği şeye göz yummasam belki… Ama yalanlar benim için değil; eğer Dede Gibril’in ellerinde ölmese kendi ailesince katledilirdi, biliyorum.
Yavaşça yürüyorum. Köylünün gözleri önünde kucağımda cesetle ilerliyorum. Beni gören kadınlar yüzlerini örtülerinin arkasına saklıyor, erkekler Kutsal’dan ayetler fısıldıyor, çocuklar korkuyla siniyor. İçlerinden biri annesi. İki dizi üstünde küfürler ediyor, tükürükler saçıyor, ağıt yakıyor; ama onun bile bu ak çarşafın altındaki mahlûka dokunmaya cesareti yok. Uzaklaşmasını, yanıma sokulmamasını söylüyorum. Konuştuğum dilden ürküyor, bırakıyor peşimi.
Mezarlığa taşıyorum onu. Toprağı bedeni örtecek kadar kazıyorum. Kefeninin uçlarına taş koyup gömüyorum. Islak toprağın taze bedeni sarıp sarmalayışını, bağrına basışını izliyorum.
Günü gözleyenlerin acıyla yakardığı,
Yaş ekmeğin çıplak ayaklar altında çiğnendiği,
Kutsal’ın ateşe verildiği o günde bu beden,
Senin kıymetlilerinden olsun.
Kızın yanı başında ne kadar bekledim kim bilir. Başımı kaldırdığımda gece günü devirmiş. Doğruluyorum ve kulübeye yürüyorum. Çiseleyen yağmur çarşafı bedenime yapıştırıyor, esinti ruhumu çekiştiriyor. Gölgemi gören köpekler uluyor, atlar kişniyor, bebekler ağlıyor.
Kulübeye varıyorum.
Yakılmayan ocaktan buz kesmiş içerisi, Dede Gibril boynuna kadar çektiği battaniyenin altında büzülmüş, uyuyor. Soyunuyorum, ıslak çarşafımı ve başlığımı çıkarıp ocak başına asıyorum. Sonra ateşi yakıyorum. Tutuşan gazelleri, alevin armut çırpısını sarışını, kütükleri yutuşunu izliyorum.
Dede Gibril’in inlemelerine dönüyorum. Titreyen eliyle çağırıyor beni. Sokuluyorum ona. Kendini zorla doğrultuyor, sağ eliyle bileğime yapışıyor. Yanı başına çöküyorum. Yaşlı gözleriyle gözlerime dalarken titreyen ellerinin bir çift kene gibi çıplak bedenimde gezindiğini hissediyorum. “Aayan,” diye fısıldıyor: “Ölüyorum.” Kulaklarımı kavrıyor, başımı kendine çekip dudaklarımı öpüyor. Ağlayarak gözlerime bakıyor, “Gömme beni,” diye yalvarıyor: “Gömme ne olur.”
Dede Gibril’in kalan son kuvvetiyle beni sarmasına, kuru dudaklarını bedenime sürtmesine, ılık nefesinin tenime değmesine göz yumuyorum. Takati kesiliyor, yığılıyor ve can veriyor sedirde.
Ne yaparım şimdi… Bu köyde bana bir gün daha yok. Dede Gibril’in sarkan çenesini bağlıyorum, gözlerini kapatıp cesedini yüzüstü çeviriyorum. Yatağının başına çöküyorum. Dede Gibril’den başkası dokunmaz ki bu bedene. Ondan başkası bu gözlere bakmaz.
Sonunda doğruluyorum, köşedeki küreği alıp ocaktaki közleri kulübenin dört bucağına savuruyorum. Halılar tutuşuyor, perdeler, battaniyeler alev alıyor. Bildiğim tek evi, tanıdığım tek insanı ateşin kızgın ellerine bırakıp çıkıyorum kulübeden. Ne çarşafımı, ne başlığımı alıyorum.
Yağan yağmurun saçlarımı okşamasını, gözlerime girmesini, dudaklarımdan akmasını, dudaklarımdan boynuma süzülmesini, sonra göğsüme dokunmasını, oradan tekrar toprağa, biricik anasına kavuşmasını, yine özgürlüğe çekileceği âna dek anasına sımsıkı sarılışını varlığımın her zerresiyle duyuyorum. Tadına doyana dek doğrulmuyorum. İki dizim üstünde, gök kubbeyi kucaklayan o kara bulutları seyrediyorum.
Kalkıyorum. Yanından geçtiğim evlerden çığlıklar yükseliyor, perdeler bir bir kapanıyor, gaz lambaları sönüyor. Bir cesaret sahibi, yaşlı bir tekenin gırtlağını kesip ayak bastığım yolları kanla yıkıyor. Ardımdan gelen sürünme sesini, Kutsal’dan okuduğu ayetlerle beni defetme çabasını dinliyorum. Doğumda lanetlenen beni Dede Gibril’in öğrettikleriyle kovmaya çalışıyor. Ben ki onlar için deva aradım, yavrularını doğurttum, ölülerine ağladım. Gözlerimden süzülenler yağmura karışıyor.
Başımı kaldırdığımda ayaklarımın beni mezarlığa getirdiğini görüyorum. Duruyorum ve seyre dalıyorum. Huzur denen o eşsiz, insafsız yaratık bedenime dolanıyor, boynuma sürtünüyor, yanaklarımı öpüyor; beni zehirli bir düşün, sonsuzluğun kollarına çekiyor. Çağrısı o kadar tatlı, o kadar dayanılmaz ki… giriyorum içeriye.
Üzerine basmamaya çalıştığım makberler art arda dizili. Benden evvel doğmuşlar, benden evvel ölmüşler, sonsuz ızdıraba benden evvel nail olmuşlar. Sessiz çığlıklarına göğsümü tıkayıp akşamki gömdüğüm kızın mezarına çöküyorum. Tırnaklarımla kazıyorum toprağı. Kazıyorum, kazıyorum… Ne kadar derine inersem ineyim bulamıyorum cesedi. Anlayamıyorum. Başımı kaldırıp etrafa baktığımda bir çift ayak izi takılıyor gözüme. Ama izler ters. Mezarda başlamıyor, aksine mezarda son buluyor. İzlerin tersine yürüyorum. Beni devasa bir meşenin altına kadar götürüyorlar; orada buluyorum aradığımı. Zavallının yarısı yenmiş vücudu öylece terk edilmiş bu ıssızlığa…
Dizlerimde derman yok, yalnızım; dağına tutunamayan bir kaya kadar, gelgitlerin kuma ittiği bir balık kadar acizim. İçten içe arzuladığım ama kelimelere dökemediğim şey benim için bile yasaklı. Kızın üzerine düşercesine çöküyorum, alnına kanla yapışmış saçlarını yana çekip ay kadar ak yanağını okşuyorum, soğuk dudaklarını öpüyorum.
Günün öldüğü,
Cümle mahlûkatın âciz kaldığı gecede,
Ey Yargı,
Eksiği tam eden,
Fazlayı eksilten,
Onu bu haliyle kabul buyur.
O ki senin kıymetlilerinden olsun.
Gecenin ayazını ciğerlerime çekip kızın cesedini kucaklıyorum. Kalkıyorum ve mezarlığa doğru dönüyorum. O an bir ses beni durduruyor, “Bırak onu,” diyor. Bu bir emir değil yakarış.
Arkamı dönüyorum ve onu görüyorum. Bedeni yeni doğmuş bir insan yavrusu gibi yarı kanlı yarı ak. Ne saçı, ne kaşı var. Ters ayakları buna alışık olmayan algımı bulandırıyor, “Nesin sen?” diye fısıldıyorum.
“Gul’yaban,” diyor iblis dilinde, iki dizi üstüne çöküyor, yalvaran gözlerle beni süzüyor.
Aynı dilde konuşuyorum, “Aayan,” diyorum. Benliğimi saran heyecana mukayyet olamayarak, “Bana bakabiliyorsun?” diye ekliyorum.
Anlamamış gibi bir ifade konuyor çehresine, yerden bir avuç çamur alıp başına sürtüyor. Sanki saç gibi görünsün istiyor. Doğruluyor, gözlerini bana dikip, “Öyle güzelsin ki,” diye fısıldıyor, o titreyen zayıf eliyle uzanıp yanağıma dokunuyor.
Göğsümde hayatı yudumlayan bir yavru var. Dizlerim karıncalanıyor. Kollarımdaki cesedi elimden geldiğince narin toprağa bırakıp Gul’yaban’a sokuluyorum. Çamurdan saçlarını okşuyorum.
- Kuşku’nun Kara Kanatları - 1 Temmuz 2020
- Burun Delikleri ve Nohutlar - 1 Mart 2020
- Dolunay - 1 Ocak 2020
- Kunalı Oğlu Atsız’ın Oğuz’a Bilenmesi - 1 Temmuz 2019
- Gamsız - 15 Şubat 2019
Öykünün tekinsiz atmosferi, şiirsel cümleler, karakterlerin ruh halleri tam bir uyum içindeydi. Baştan sona her cümle özenle seçilmiş gibiydi. Kurgu güzeldi, istemeden de olsa gergin, tuhaf hissettim okurken. Tabii bunda kaleminizin kuvveti etkili. Vurucu yanlar iyi düşünülmüş ve öykünün geneline yedirilmiş. Diğer seçkilerde görüşmek üzere.
Şaşırdım doğrusu. Gotik tarzda bir öykü okumayı beklemiyordum. (Tam tabiri bu mudur emin değilim.) İster istemez Friedrich de la Motte Fouque’yi anımsadım. Onu okurken etrafımı saran aura sizin öykünüzde de yanı başıma oturdu. Eski çağlarda yazılmış havası vardı sanki. Bu tarz öyküler okumayı seviyorum. Kaleminize sağlık.
Selam
Hoş geldin Osman…Şöyle güzel bir oh çektim seçkide seni görünce ( Anladın sen onu )
Gelelim öyküye. Muazzam bir öykü çıkarmışsın gene. Öyküyü okurken ben de tıpkı maviadige gibi başından sonuna kadar gerginlikle okudum öyküyü. Ki bunu çok iyi yapıyorsun. İç sıkıcı ve bunaltıcı bir atmosfer yaratıp böylesine akıcı yazman takdire şayan bence
Betimlemelerine ayrıca hayran kaldığımı da belirtmeliyim. Bu konuda çok iyisin.
Ellerine sağlık.
Merhaba.
Kasvetli atmosferler hep ilgimi çekmiştir; yansıtabilmiş olduğumu hissetmek çok güzel. Kısa bir öykünün üzerinde çalışmak uzuna oranla çok daha fazla üzerine düşebilme olanağı veriyor bana
Daha iyilerinde görüşebilme umuduyla.
Merhaba.
Sizinki gibi yorumları hep sevmişimdir; bana yeni yazarlarla tanışma olanağı sağlıyor bu. İsmini tam olarak gotik koymasam da karanlık tatları seviyorum. Eski çağlarda yazılmış havası öykünün dilinden ve geçtiği mekanlardan dolayı sanırım.
Beğenmenize sevindim ve zamanınıza teşekkürler.